0
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
48
Okunma

Terminalin tavanı, soluk sarı flüoresanların ağırlığı altında ezilmiş gibiydi. Plastik koltuklar, yorgun bedenlerin izlerini taşıyordu; derin çöküntüler, kaybolmuş saatlerin sessiz tanıkları. Havada, yağmurlu bir geceden arta kalan ıslak palto, tütün dumanı ve beklemenin keskin pası karışıyordu. Ben, bir duvar saatinin sesini yutan o boşlukta, elimdeki ’Biz’ diye bir yerin biletleriyle oturuyordum. İki koltuk... İki kişi...Bir rüyanın somut kanıtı...
Camdan dışarı bakıyordum. Islak asfalt, sokak lambalarının solgun turuncusunda cıva gibi parlıyordu. Otobüsler uykulu soluklarını bırakıp gelip gidiyorlardı perondan. Kimi gecikmiş, kimi erken. Her biri, başka bir biz ’in hikâyesini taşıyordu içinde. Benim bekleyişim limanında demir atmış bir gemiydi. Yolcusu yoktu. Koltuğun yanındaki boşluk, soğuktu. O boşluğa dokunmamak için ellerimi cebimde sıkıyordum. Biletler, parmak uçlarımda kıpırdıyordu.
Sonra onlar geldi. Yağmur ve Rüzgar. Yağmur, ince, narin, saçları alnına yapışmış, ceketinin yakası kalkıktı. Rüzgar ise onun yanında, hırçın, sağa sola çarpan, kollarını sallayarak yürüyen bir gölgeydi. Terminallere pek uğramazlardı aslında. Ama o gece, kapıdan içeri süzüldüler. Yağmur’un ayak izleri, zeminde kırılgan gölcükler bıraktı. Rüzgar, boş kâğıt bardakları peşine takıp dans ettirdi bir an. Bir çocuk kahkahası koptu birden, uzak bir köşeden. Yağmur, o sesin geldiği yöne döndü, yüzünde anlık bir ışıltı vardı. Sonra söndü. Rüzgar, onun koluna girdi, Yağmurun abisi gibi. Ve ikisi, otobüs kapılarına doğru, buğulu camların arasından süzülen dışarıdaki karanlığa yürüdüler. Onları izlerken, midemde bir sıkışma hissettim. Tanıdık bir sancıydı bu.
Çünkü onlar sadece Yağmur ve Rüzgar değildi o gece. Onlar, bizim çocukluğumuzun ta kendisiydiler. Yağmur, o eski mahallede çamurlu su birikintilerine bastığımızda, lastik çizmelerimizle sıçrattığımız kahkahaydı. Saçlarımız ıslanınca, annemizin "Üşütürsün!" diyen endişeli sesini görmezden gelişimizdi. Rüzgar ise, bisikletlerimizin sırtımıza yapışan tişörtleri şişirip, ciğerlerimizi temiz havayla doldurduğumuz o özgürlük anlarıydı. Uçuyor gibi hissettiğimiz, sonsuz yaz ikindileri... İkisi birlikte, sırtlarında bir çuval taşıyorlardı. İçi renkli taşlarla, misketlerle, topaçlarla, tebeşirle çizilmiş seksek çizgileriyle doluydu. Bizim çocukluğumuzdu bu. Ağır görünmüyordu onlara. Hafifçe sallanıyordu çuval, sanki içinde canlı bir şey varmış gibi.
En arkada kalan, kapısı açık otobüse bindiler. Yağmur, basamakta bir an durdu, arkasına, terminalin içine baktı. Gözleri, benim oturduğum boş koltuklara, bekleyen bedenime takıldı sanki. O an, denizde yüzen bir çocuğun el sallayışını gördüm gözlerinde. Sonra, kayboldu. Rüzgar, onu içeri çekti. Kapı tıslayarak kapandı. Motor homurdandı. Ve otobüs, ıslak asfaltı yırtarak, geceye doğru hareket etti. Arka camından, Yağmur’un buğulanmış gözleri göründü sadece. Sanki sen bakıyordun bana öylece . Sonra o da eridi karanlığın içinde. Gittiler... Çuvaldaki her şeyi, çocukluğumuzun tüm o renkli, gürültülü, kokulu anılarını götürdüler. Geride, sadece o boş koltuğun üzerinde, hayalet bir iz bırakarak.
Saat, gece yarısını çoktan geçmişti. Peronlar birer birer boşalıyordu. Son otobüsler de gitti. İçeride, temizlikçinin süpürgesinin tekdüze uğultusundan başka ses kalmadı. Ben, hâlâ orada, o plastik koltukta, cebimdeki iki biletin kenarı avucumu çizmiş halde oturuyordum. Gelmemiştin... Beklediğim şey, senin varlığın değil, biz diye bir yerin kendisiydi aslında. O yer, Yağmur ve Rüzgar’ın sırtındaki çuvalda, karanlığa karışıp gitti. Geriye, terminalin soğuk ışıkları altında, çocukluğunu kaybetmiş bir adam kaldı. Parmak uçlarında, bir zamanlar biz olan yerin silinmeye yüz tutmuş izi ve içinde, artık hiç kalkmayacak bir otobüsü bekleyen, sonsuz bir otogar gecesiyle.
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (1)