0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
43
Okunma
Bazı yaralar gider ama varamayaz, uçar ama konamaz; seyyahtır, aşıklar gibi gitmeyi severler. Kah birbirlerine kah kendilerine giderler. Gidip başkalarının bedenlerine konarlar ki yaralar birbirlerini tanısın, yaralar birbirleriyle tanışsın diye! Belki de bu nedenle bir halkla tanışmak, yaralarıyla, yaraların neden ve sonuçlarıyla tanışmanın tarihsel ve güncel görgüsüdür. Bazı yaralar ise tersine “Mevzuyu terk edenin mevziyi, mevziyi terk edenin mevzuyu” terk ettiklerini bildiklerinden gitmeyip, hep orada, „yara mahallinde/ olay yerinde“ kalırlar. Onlar sadece bedeni değil yara mahallini, yaralı ve ölü evleri ve ağaçları da beklerler. Beklerler ki, yarayla göz göze gelenlerin kimler, nereye ait oldukları, hangi dağın dağbanı, hangi gülistanın gülü, hangi bedestanın gezeri olduğu bilinsin.
Felsefeci Platon:
„İnsan hem en kutsal, hemde en kirli ve barbar yaratıktır.“ derken yalın bir gerçeği dile getiroyor.
Bende bu insanların içindeyim ve onarla yaşıyorum; onların yediklerini yiyor, giydiklerini giyoyor, düşünce ve duygularını, politik ve ideolojik görüşlerini taşıyorum, etkiliyorum, etkileniyorum, ürkütüyorum, ürküyorum, endişeleniyorum, gelecek korkusu taşıyorum, çevre konusunda duyarlı, olanlar kadar duygusal ve bazende acımasız olabiliyorum. Yani onların giydiği yaralı gömleklerden biriside benim sırtımda ve onu “Notre Damın Kamburu“ sırtımda taşıyorum.
Ben de böyle bir „yara gömleği“ giydim veya giydirldim buralarda ben de herkes gibiyim. Ömrümce de çıkaramayacağım bu yaralı gömleği. Ben, bizden uzaklaşan ben, benler sırlarımızı da gizlediğimiz yaralarımızı da herkese göstermeyiz. Yaralarımı herkesin önünde ağlatma lksüne ve düşkünlüğüne de sahip değilim, onu herkesin önünde şımartma gücünden de yoksunum ve yoksulum. Hiç çekinmeden ağaçlara, sulara, kuşlara ve toprağa gösteriyorum yaralarımı bazen. Çünkü onlar benim/ bizim yara arkadaşımdır, göz şahidimdir, samimi dotumdur, onunla konuşurum özellikle geceleri, el ayak çekilince ve herkes uykuya dalınca.
Son gittiğimde görmüştüm; yüzlerce ev ölmüş, evler çökmüştü, bizim ev, çocukluğumun geçtiği o ev derme çatma, üç pacalı, sac ayaklı ocağımız yoktu oralarda 28 yıl sonra uğradığımda, ağaçlar kesilmişti, duvarlar çökmüştü, kendiliğinden büyümüş bir kaç incir ağacı benim boyumu geçmişti, suçiçeği çıkarmıştı arıkın kenarların da söğüt biraz daha gerilmiş defalarca kırılmasına rağmen dallanmış ve yeniden genişlemeye başlamıştı. Amcamın kızı Nazlı ablama düşen köşe hala bakımsız ve sahipsiz en fazla elli metrekare bir yerle köşeye sıkışmış tüm garibanlığıyla asırlardan beri parsellenerek gelen yeni mirasçılarını bekliyordu. Bu duvarlar, yıkılmış duvarlar, her biri usta ve nasırlı ellerden çıkmış, baştan aşağı yaralardan oluşmuş, taşının üzerine söz kondurmayan bir ihtiyar bahtiyarlığı yaşıyordu kendi virane haliyle ..
Bana sesleniyordu çocukluğum giyidiğim yaralı gömlekten yaralı sesler ve iniltiler göndererek: Bizi rahat bırakın, bu evlerin, ağaçların, insanların yaralarını kaşımayın ki iz kalmasın, geçmiş, mazinin derinliklerine gömülmüş geçmiş, en aşağida Eyüp amcamın evi, onun yanında Cuma dayımın evi, onun yanında Ahmet amcamın evi, onun yanında Hüseyin dayımın evi, onun yanında Mehmet dayımın evi, biraz aradaki nar bahçesi boşluğunu da sayarsak, Kemal amcamın evi, bitişiğinde Mustafa amcamın ve Tekiş Dedemin evi“ demişti. Yaralardan el alan bu imkânlı cümlede yaranın kendisi ve imgeleri vardı, yara estetiği vardı; tarih şahittir ki öpüp dilimize koyduğumuz şiir ötesi sihirli bir cümleydi benim kurmak istediğim. Anıların yaralı gömleğini giyerek taşıdığım acıların gömleğiydi … Çevremde yarayla değil sadece; imgesiyle, tutkuyla, düşüncelerle ve hayallerle ilgilenen aklı ve kalbi turistik, eskiden oryantalist denilen, şimdilerde düzenlenen yara turlarına katılan „yara turistleri“ geziyordu içimde kendimi seyrederken. İyi kalpli kötülük olan bazıları ve de ben, yaralara sormadan, selam bile vermeden, arkadaşlık bile teklif etmeden yaralardan şiir, öykü, şarkı, düz yazı, haber, gözleme dayalı raporlar, hatıralar yapmayı bilenlerdenim. Bu öyle yaralı bir dengeydi ki, bu tür şiirler, öyküler, şarkılar, hatıra beyanları, incelmeler, araştırmalar yaraları ele geçirip asimile etmenin aracı da olabilirdi benim için, aynen benim uğradığım yaşamsal asimilasyon gibi. Yaraların da sömürüldüğüne ve sömürgeleştirildiğine şahitti hem tarih hem de coğrafya, bende sömüyordum yaraları ve yaralarımı, onlarla buluştuğum paydalarımı kendim bile hesaplayacak kadar matematiksel bir zekaya sahip değilim şu anda.
Ben de gezginler gibiyim, bu gelenler burayı görmek için konaklayanlar; yaralarımıza turistik bir eşya gibi bakıyorlar, Turistik eşya gibi yaralarımızın başını okşuyor, yaralarımızla fotoğraf çektiriyor, onları bilimsel analizlerden geçirerek kocaman kocaman psikoloji ve duygusal alanda eserler üretiyorlar. Burada her nesne, dağlar, yalıklar, derme çatma evler, bakımsız sokaklar, insanlar, hayvanlar, hatta toprak bile yara burcu’na aitler. Bundan kesinlikle şu sonuca varmayın: Yaralarımızın onları yardıma çağırdığını kesinlikle düşünmeyin. Gölge etmesinler yeter başka ziyaretçi veya turist istemiyoruz. Yaralarımız kendi dertli diliyle selam gönderir herkese.
Bazen küser yaralarımız bize, aylarca yıllarca konuşmazlar. Suskun kalırlar ve lal olurlar. Bazen de şımarırlar ki sormayın dağlarına bile barış gelmiş memleketimin, iki arada bir yarada zamanın ruhu tersine dönmüş ve bahar olmuş zannedersiniz. Yara deyip geçmeyin, ne kendinin ne de yaraların sırlarını bilmeyen Dünyalılar bir yana, yaralar, insanların tüm sırlarını ve sınırlarını bilir… Nereden baksak bedenimizin çoğu su, kalanı ise yaradır. Bir başka ihtimale göre ömrümüzün yarısı eder yaralarımız, diğer yarısı ise, kimine göre aşk, kimine devrimdir kendi kişiliğinde yarattığı bilinç eşliğinde.
Annemin rahminde dinlediğim sözler, ağitlar, ninniler, maniler, acılı türküler hep yaradır bana genetik olarak geçen. Anne rahminden dünyaya sürgün edildiğimde ilk olarak bir sözcük duydum: O da „yara‘ydı“ Beni o andan itibaren bir yay gibi gerdi ve o günden beri de gerilmeye aralıksız devam ediyorum. İlk kez yaralandığımda annemden dil emiyordum. Harfler ağızımdan her saçıldığında, emdiğin dili burnumdan getirdiler ve geirmeyede devam ediyorlar.
Dünya hakkında her şeyi bilen ama yaraların nereden gelip nereye gittiğini bilmeyenlere hayatlarında bir kez olsun bir yaranın önünden geçmeyenlere, geçmiştin ve geleceğin yaralananlara selam vermeyenlere ne demeli o halde? Olağanüstü haller mi ilan etmeli? Yara sonuçtur diyerek işin içinden çıkmak isteyenler olabilir, belki de sonuçtan çok nedendir yara, cevaptan çok soru ve belki de dünya görüşüdür, kimliktir her yara. Belki de bir varoluş hatasıdır insan ve yara onu iyileştirmek için vardır. Belki de yaratıcı doğa ve tarih bile bunu bilmiyordur. Öpücüklerden yapılan insan yaralardan da yapılır. Daha doğrusu yaralardan her şey yapılır. Kocaman bir evren inşa edilir ve orada yankı bulur yaralar çoğalarak, el ele vererek yaraları yaralamak için.
Hep yaralarımıza gider yaralarımızdan geliriz. Belki de bir masalın gerçek hikayesidir yaralarımız. Bir masalında beyan ettiği gibi; insan iyileşmez bir yaradır. Rivayette ise; insanız, yaralıyız işte. Söze ne gerek var; yüreğimizde, bedenimizde, düşüncelerimizde, sosyal yaşantımızın içerisinde bizi sarmalayıp saran o değil mi?
İşte bu insanı eğiterek benliğini hedenoist ve egoist duygulardan arıtarak, üstün niteliklerini geliştirerek onu gerçek insan yapmak için; insanlığın tüm kurumlarının eğitimi ve kültürüyle harekete geçerek programlı, planlı ve sistematik olarak acılarla tanışması ve onunla harmanlanması onun kinik bir yüceliğe kavuşmasına vesile olacaktır. Ne kadar az tüketirsek o kadar mutlu oluruz. O halde ben kinizmi/ sinizmi savunmaya devam edeceğim, çünkü yaralıyım.
Saygılar
Sosyolog Hasan Hüseyin Arslan - 20.12.2025