Çirkin ve zarafetten yoksun bazı kadınlar, gerektiği gibi övmesini bildiklerinden, ömür boyunca sevilmişlerdir. andre mauroıs
TİLHABEŞLİ FİLOZOF
TİLHABEŞLİ FİLOZOF

Tribünlerde Alkışlanan Yenilgiler

Yorum

Tribünlerde Alkışlanan Yenilgiler

0

Yorum

2

Beğeni

0,0

Puan

178

Okunma

Tribünlerde Alkışlanan Yenilgiler

Tribünlerde Alkışlanan Yenilgiler

İnsan, elindekini paylaşamayanların, olmayanı büyük vaatlerle pazarladığı bir çağda yaşıyor. Gerçeğin yük olduğu, yalanın ise kolay taşındığı bu zamanda, sözlerin değeri eylemlerle değil, alkışlarla ölçülüyor. Oysa paylaşamadığını vaat edenin, paylaşmayı hiç bilmediği gerçeği çoğu zaman gözden kaçırılıyor. Çünkü vaat, bugün bir şey yapmayı gerektirmez; umut ise beklemeyi kutsallaştırır. Bekleyen kalabalıklar, sorgulamayan tribünlere dönüşür. O tribünlerde alkış hiç kesilmez; sahaya çıkan olmadığı halde maçlar oynanmış sayılır.

Yaşadığımız çağ, karmaşanın sıradanlaştığı, kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği ama herkesin bunun farkında olduğu tuhaf bir çağdır. Bu karmaşanın ortasında “oyun kurucular” vardır. Onlar sahaya çıkmazlar; çıkmaları da gerekmez. Çünkü oyunu sahada değil, zihinlerde kurarlar. Tribünlerin dolu olması yeterlidir. Alkış devam ettiği sürece maçın sonucu önemsizdir. Hatta maçın oynanmaması bile bir başarı hikâyesine dönüştürülebilir.

Siz alkışlarsınız. Onlar, sahaya inmeden sizin verdiklerinizi alır ve hükmen mağlup olarak sahadan çekilirler. Sonra tekrar gelirler. Aynı yüzlerle, aynı sloganlarla, aynı hikâyelerle… Bu kez derler ki: “Bu maçı alacaktık ama hava çok soğuktu. Hastalanabilirdik. Sahaya çıkmadık ama gol de yemedik. Onurumuzla çekildik.” Ve bu söz, tribünlerde yankılanır. Anlam yüklenir, derinlik atfedilir, hikâye büyür. Sahaya çıkmamak bir erdem, kaybetmek bir zafer gibi anlatılır.

İnsan, anlam arayan bir varlıktır. Anlam bulamadığında, kendisine sunulanı anlam zannetmeye meyillidir. Bu yüzden, söylenen sözün içi boş olsa bile, tonu güçlü ise ikna edici olur. Kalabalıklar, bu tonun peşinden gider. “Maçı alacağız” cümlesi bir slogana dönüşür. “Mutlaka alacağız” denir. Sonuç ne olursa olsun, maçın bizim olduğu tekrar edilir. Hatta dokuz gol yenilmiş olunsa bile, “Bu maçı biz aldık, siz göreceksiniz” denir. Gerçek, artık skor tabelasında değil; anlatılan masaldadır.

Bu noktada yeni bir oyun başlar: Gerçeği inkâr oyunu. Sahada yaşananla anlatılan arasındaki uçurum büyüdükçe, anlatının dozu da artar. “Kaybetmiş olsaydık bir daha sahaya çıkar mıydık?” denir. “Sahadan korkmuyoruz” denir. “Sonuç bizim olacak” denir. Cümleler çoğaldıkça, gerçek geri çekilir. Çünkü gerçek, bu kadar gürültüye dayanamaz. Hakikat sessizdir; yalan ise kalabalık ister.

Oyun kurucular bu psikolojiyi çok iyi bilir. Bu yüzden arada bir, hasılattan küçük bir parça koklatılır. Maça gitmek için işini gücünü bırakanlara sabit ödemeler yapılır. Bunun adı “dayanışma” olur. Oysa bu, bağımlılığın modern biçimidir. İnsan, elindekini kaybettikçe verilen kırıntıya daha sıkı sarılır. Çünkü artık kaybedecek çok şeyi kalmamıştır. Alkış, bu noktadan sonra bir refleks haline gelir.

Zaman geçer. “Çok iyi yerlere geldik” denir. “Maç alamadık ama alnımızın akıyla bu yola çıktık” denir. “Tüm maçları kaybetsek de yüz yılın maçı bizim olacak” denir. Bu cümleler marşa dönüşür. Marşlar tekrar edildikçe, düşünme yetisi körelir. İnsan, söylediğini düşünür; düşündüğünü sorgulamaz. Hep bir ağızdan söylenen her söz, doğru kabul edilir. Kalabalık, bireyin vicdanını bastırır.

Ve bir gün… Bir bakmışsınız küme düşmüşsünüz. Sahip olduğunuz haklar gitmiş, imkânlar daralmış, gelecek belirsizleşmiş. Ama hâlâ bir şeyler söylenir. Hâlâ bir anlatı vardır. “Asıl maç şimdi başlıyor” denir. “Bizi asıl şimdi anlayacaklar” denir. İnsan, aldatıldığını kabul etmek istemez. Çünkü aldatıldığını kabul etmek, kendi alkışını da sorgulamayı gerektirir. Oysa bu, en zor yüzleşmedir.

Aldatılmış olmanın verdiği acıdan kaçmak için, alınacak hayalî mutluluklara sığınılır. Gelecek, bugünün hesabını kapatmak için kullanılır. “Gelecek güzel olacak” cümlesi, bugünün karanlığını meşrulaştırır. Böylece, gelmeyecek güzelliklere konsantre edilen kitleler, gelmesi mümkün olan güzelliklerden mahrum bırakılır. Bu bir tesadüf değildir; bu, bilinçli bir yönlendirmedir.

Oyun kurucular, hipnoz seanslarına devam eder. Sözler ritmik, vaatler büyük, düşmanlar belirsiz ama tehditkârdır. Korku ile umut aynı anda pompalanır. İnsan, bu iki duygu arasında sıkıştığında, aklını devre dışı bırakır. Gözünü açtığında ise elinde sadece bir düdük kaldığını fark eder. O düdükle sesini duyurabileceğini sanır. Ama uyandığında, o düdüğün de başkalarının eline geçtiğini görür. Artık bağırsa da duyulmaz; çünkü ses, sistem tarafından filtrelenmektedir.

İşte tam bu noktada, rüzgâr gibi esenler vardır. Her gün “müjdeli haber” getirdiklerini söyleyenler… Onlar, gerçeği anlattıklarını iddia ederler. Ama gerçeğin fısıltısı, duvarlara çarpar. Her yerde haşin duvarlar yükselmiştir. Açık alanlar daralmış, sokaklar körleşmiştir. Bu yüzden rüzgâr, her yere uğrayamaz. Sadece ara sokaklarda, küçük boşluklarda rahmet bırakır ve yoluna devam eder.

Bu manzara, bize şunu gösterir: Sorun sadece oyun kurucular değildir. Tribünlerin varlığı, oyunun devamını sağlar. Alkış kesilmediği sürece, sahaya çıkmaya gerek yoktur. İnsan, kendisini bir seyirci olarak konumlandırdığı anda, kendi hayatının da tribününe geçer. Oysa hayat, seyredilecek bir maç değil; sorumluluk alınacak bir yürüyüştür.

Gerçek, her zaman rahatsız edicidir. Çünkü konforu bozar. Yalan ise rahatlatır; sorumluluğu erteler. Bu yüzden yalanlar, çoğu zaman gerçeklerden daha çok sevilir. Ama sevilen her şey doğru değildir. Doğru olan her şey de sevilmek zorunda değildir. Hakikat, alkış beklemez. O, anlaşılmayı bekler. Anlaşılmak ise zaman, emek ve cesaret ister.

Bugün en büyük ihtiyaç, yeni sloganlar değil; yeni bir yüzleşme ahlakıdır. İnsan, önce kendine şunu sormalıdır: Ben neyi alkışlıyorum? Alkışladığım şey, benim hayatımda neyi değiştirdi? Değiştirmediyse, neden hâlâ alkışlıyorum? Bu sorular sorulmadığı sürece, oyun değişmez; sadece isimler değişir.

Unutulmamalıdır ki, sahaya hiç çıkmayanlar maç kazanamaz. Kazanılmış gibi anlatılan her maç, ertesi gün daha ağır bir yenilgiye dönüşür. Gerçekle yüzleşmeyen toplumlar, er ya da geç gerçekle çarpışır. O çarpışma, ne slogan dinler ne marş. O an geldiğinde, tribünler sessizleşir. Alkışlar susar. Ve insan, ilk kez kendi sesini duyar.

İşte o ses, kurtuluşun başlangıcı olabilir. Ama ancak dinlenirse...

Erol Kekeç/17.12.2025/Sancaktepe/İST

Paylaş:
2 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
Tribünlerde alkışlanan yenilgiler Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Tribünlerde alkışlanan yenilgiler yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Tribünlerde Alkışlanan Yenilgiler yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL