0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
38
Okunma
İnsan hayata borçla başlar. Bu borç ne parayla ölçülür ne de kelimelerle kapanır. Dokuz ay bir bedende taşınmanın, bir ömür omuzlarda büyütülmenin karşılığı yoktur. Anne, daha biz dünyayı tanımadan korkmayı öğrenir; baba, daha biz düşmeden dizlerinin kanayacağını bilir. Biz ise büyürken bunu uzun süre fark etmeyiz.
Bir annenin bedeni, çocuğu için yavaş yavaş kendinden vazgeçmeyi öğrenir. Uykusuz geceler, bastırılmış ağrılar, ertelenmiş hayaller… Hepsi “olsun” kelimesinin içine saklanır. Baba ise çoğu zaman sessizdir. Yorgunluğunu konuşmaz, kırgınlığını göstermez. Eve geldiğinde omzundaki yükü kapının dışında bırakır, ama o yük hiç gerçekten inmez. Çünkü babalık, yorulmayı bile gizleme sanatıdır.
Biz büyürüz. Güçlü olduğumuzu sanırız. Kendi kararlarımızı almak isteriz; hatta bazen kimseye sormadan, kimseyi dinlemeden… Çünkü özgürlük bize böyle öğretilmiştir. Dinlemek zayıflık, danışmak bağımlılık gibi gelir. Oysa anne-baba sözleri çoğu zaman bir sınır değil, bir uçurumdan önce konmuş uyarı levhalarıdır. Biz levhayı söker, “bana bir şey olmaz” diyerek yürürüz.
En çok da onları üzerken fark etmeyiz. Sesimizi yükselttiğimizde annenin gözlerindeki kırılmayı, sustuğumuzda babanın içine çöken sessizliği görmeyiz. Çünkü gençlik, empatiyi geç öğrenir. Kendi acımızı evrensel, onlarınkini sıradan sanırız. Oysa onlar da bu hayatı yalnızca bir kez yaşıyordur. Ve çoğu zaman o tek hayatı, bizim daha rahat yaşayabilmemiz için feda etmişlerdir.
Sonra zaman geçer. Hayat sertleşir. Biz de yoruluruz. Bir gün bir annenin nasihatini, bir babanın suskunluğunu hatırlarız. O an anlarız ki, “Bunu daha önce duysaydım, belki bu kadar canım yanmazdı.” İşte pişmanlık böyle doğar. Büyük bir patlamayla değil, içten içe sızarak…
Pişmanlık, geç kalmış bir teşekkürdür aslında. Zamanında söylenememiş bir “haklıydınız” cümlesidir. Ve insan, anne-babasına karşı en çok geç kaldığı için üzülür. Çünkü bazı cümleler vardır ki, geç söylendiğinde ağırlığı artar ama tesellisi azalır.
Biz onlardan mucizeler beklemedik. Onlar da bizden mucizeler istemedi. Sadece iyi olmamızı, ayakta durmamızı, yanlış yapacaksak bile tamamen düşmememizi istediler. Bazen okuyarak, bazen çabalayarak, bazen sadece dürüst kalarak… Onlara yaşatılacak mutluluk büyük başarılar değil, boşa gitmemiş bir emektir.
Anne-babaya vefa, onların hayatını birebir tekrar etmek değildir. Ama onların verdiği emeği hafife almamaktır. Kendi yolunu yürürken arkanda kimin durduğunu unutmamaktır. “Ben oldum” derken, seni sen yapan elleri görmezden gelmemektir.
Bir gün roller değişir. Anne yavaşlar. Baba suskunlaşır. Biz konuşmaya, biz anlatmaya başlarız. Ve o gün geldiğinde, geçmişte onları ne kadar dinlediğimiz, bugün ne kadar huzurlu olacağımızı belirler.
Çünkü anne-baba, en çok kırıldığında bile vazgeçmeyen insanlardır.
Ama en çok da, geç fark edildiğinde içi en çok acıyan…
Ve insanın hayattaki en ağır borcu şudur:
Kendisi için yaşayan anne-babaya,
bir gün olsun “Senin emeğin boşa gitmedi” diyebilecek bir hayat kurabilmek.