1
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
43
Okunma
Firavun Düzeni: Nil’den Boğaza, Saraydan Ekrana
Yazar: Murat Kerem
Zulüm Bir Tahtta Başlar, Bir Düzenle Yaşar
Nil kıyısında kurulan tahtın üzerinden asırlar geçti.
Taşlar yıkıldı, sütunlar devrildi, firavunların isimleri müzelere kaldırıldı.
Ama düzen…
O düzen hâlâ ayakta.
Nil kurudu sanıldı. Firavun’un sarayı yıkıldı zannedildi.
Oysa iktidar, su gibi yolunu buldu; başka kıyılara aktı.
Bugün Nil’in yerini Boğaz, piramitlerin yerini saraylar, sihirbazların yerini ekranlar aldı.
İmam Gazâlî’nin siyaset, adalet ve zulüm bahislerinde vurguladığı temel yaklaşım şudur: Zulüm, bireysel bir hata olmaktan çıkıp korunur ve süreklilik kazanırsa, artık ferdî bir günah değil, toplumu çürüten bir felâket hâline gelir [1].
Kur’ân’ın Firavun kıssasını anlatırken maksadı bir tarih dersi vermek değildir. O kıssa, her çağın iktidarına tutulmuş bir aynadır. Bugün o aynaya bakanlar, geçmişi değil kendilerini görür. Çünkü Kur’ân, Mısır’da donup kalmış bir hikâye anlatmaz; insan değişmedikçe değişmeyen bir iktidar haritasını önümüze koyar.
“Nice memleketler vardır ki, biz onları zulümleri sebebiyle helâk ettik.” [2]
Firavun yalnızca bir zalim değildi. O, kendini mutlak ölçü sayan bir aklın temsilcisiydi.
“Ben sizin en yüce rabbinizim” derken aslında şunu söylüyordu: Hakikat benimle başlar, benimle biter. İtiraz eden tehdit, susan makbuldür.
Bediüzzaman Said Nursî bu zihniyeti istibdat kavramıyla tarif eder ve istibdadın; aklın tek merkeze bağlandığı, vicdanın susturulduğu ve korkunun kanunlaştığı bir rejim olduğunu ifade eder [3]. Bugün bu dil bazen “devletin bekası”, bazen “küresel güvenlik”, bazen de “olağanüstü şartlar” adıyla karşımıza çıkar. İsimler değişir, fakat mantık aynıdır.
Hâmân’dan Bel‘am’a: Gücün Kasları ve Meşruiyet Dili
Hiçbir Firavun tek başına ayakta kalamaz. Onu ayakta tutan bir düzen gerekir. Bu düzenin kasları vardır. Emirle hareket eden, talimatı hukukun önüne koyan güçler… İşte burada Hâmân çıkar sahneye.
Kur’ân, Firavun ile Hâmân’ı birlikte anar ve bu ortaklığı bir bozgunculuk düzeni olarak tanımlar [4]. Hâmân, vicdanı değil emri esas alır. Üniforması, yetkisi, makamı değişebilir; fakat emir kutsallaştırıldığında ve itaat ahlâkın önüne geçtiğinde Hâmân her çağda yeniden doğar.
Hz. Ali’ye nispet edilen ve klasik literatürde mana rivayeti olarak aktarılan şu söz, bu noktada temel bir ölçü koyar:
“Zulme rıza zulümdür; susan dilsiz şeytandır.” [5]
Ancak zorbalık tek başına yeterli değildir. Zulüm, bir de meşruiyet dili ister. İşte bu noktada Bel‘am tipi devreye girer. Bel‘am, ilmi bilen fakat yönünü kaybeden kişidir. Ayeti bilir, fakat zalimin yanında durur. Firavun’un kılıcı korkutur; Bel‘am’ın dili ikna eder. Bu yüzden en tehlikeli figür odur.
Kur’ân, bu tip için çarpıcı bir benzetme kullanır ve ayet bilgisine rağmen hakikatten kopan kişiyi ibretlik bir misalle anlatır [6].
İmam Mâlik’in, İbn Abdilberr tarafından nakledilen şu sözü, ilim–iktidar ilişkisini berraklaştırır:
“Âlim sultanın kapısına girerse ilmini kaybeder; sultan âlimin kapısına girerse adalet doğar.” [7]
Bugün dindarlık, iktidarın süsü hâline geldiğinde; sabır zulme kalkan yapıldığında; fitne söylemi adaletin önüne geçirildiğinde Bel‘am konuşuyor demektir. Bu dil bazen yerli bir kürsüden, bazen küresel bir platformdan duyulur; fakat öz değişmez.
Karun’un Serveti, Sihirbazların Işığı ve Musa’nın Sessizliği
Karun kıssası, servetin masum olmadığını öğretir. Karun, sahip olduğu malı Allah’ın lütfu olarak değil, kendi bilgisi ve kudretiyle kazanılmış bir hak olarak görmüştür [8]. Böylece servet, hakikatin değil gücün hizmetine girmiştir.
Bugün Karun’un sarayları banka kuleleridir. Anahtarları ihale dosyalarıdır. Sessizliği satın alan, vicdanı susturan, ekranları besleyen sermaye düzenleridir bunlar.
Hasan-ı Basrî’ye nispet edilen zühd rivayetlerinde şu uyarı yer alır:
“Mal, sahibini yüceltmez; sahibinin ahlâkını açığa çıkarır.” [9]
Ve sahnenin en parlak ama en çürük yüzü: sihirbazlar.
Firavun, Musa’ya hakikatle değil, gösteriyle karşı çıkmıştır. İnsanların gözlerini boyayan bu sahte güç gösterisi Kur’ân’da açıkça tasvir edilir [10]. Bugün bu sihir; ekranlarda, algoritmalarda, algı operasyonlarında dolaşır.
Ancak Kur’ân, çok ince bir noktaya dikkat çeker: Hakikatle yüzleşen sihirbazlar secdeye kapanmıştır [11]. Çünkü yalan, hakikatle karşılaştığında çöker.
Musa sürgün edilir, yalnız bırakılır, tehdit edilir. Ama tarih defalarca aynı gerçeği göstermiştir: Firavunlar gündemi yönetir; Musa’lar vicdanı.
İbn Haldun, bu hakikati tarih ve toplum kanunu olarak ifade eder:
“Zulümle abad olanın sonu berbat olur.” [12]
Bugün Türkiye’de, dünyada, herhangi bir coğrafyada… Nerede güç mutlaklaşmışsa, nerede hukuk eğilip bükülmüşse, nerede din susturulmuş ya da istismar edilmişse; orada Firavun düzeni nefes alıyordur.
Ama Kur’ân, zulüm anlatısıyla bitmez. Umutla bitirir:
“Biz istedik ki yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunalım.” [13]
Nil hâlâ akıyor. Tahtlar hâlâ yükseliyor.
Ama her çağda bir Musa çıkıyor ve diyor ki:
“Ben Rabbinizden bir hakikat getirdim.”
Ve bil ki:
Hakikat geç gelir, ama mutlaka gelir.
Kaynakça
[1] İmam Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn.
[2] Kur’ân-ı Kerîm, Kehf Sûresi, 18/59
[3] Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî
[4] Kur’ân-ı Kerîm, Ankebût Sûresi, 29/39
[5] Hz. Ali’ye nispet edilen hikmetli söz.
[6] Kur’ân-ı Kerîm, A‘râf Sûresi, 7/175–176
[7] İmam Mâlik, naklen İbn Abdilberr, Câmiʿ Beyânü’l-İlm
[8] Kur’ân-ı Kerîm, Kasas Sûresi, 28/76–78
[9] Hasan-ı Basrî’ye nispet edilen zühd rivayetleri
[10] Kur’ân-ı Kerîm, A‘râf Sûresi, 7/116
[11] Kur’ân-ı Kerîm, Tâhâ Sûresi, 20/70
[12] İbn Haldun, Mukaddime
[13] Kur’ân-ı Kerîm, Kasas Sûresi, 28/5