0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
39
Okunma
Yönünü aşağı döndü, sağında Karatepe, solunda Çal dağı; yamaçlarında Aktaş, Ekizharman, yolun altı üstü ormanlık, ilerisi Sağırkaya, daha aşağıda Aksu vardı. Bir türkü tutturdu, “kalktı göç eyledi Avşar elleri, ağır ağır ağır giden eller bizimdir”,diye, hem söylüyor hem gidiyordu. Gide gide Aksu’ya kadar indi. Aksu’da yüzünü yıkayıp bir su içti. Buradan Ekizharman görünüyordu.
Ekizharman, o güne kadar geçen ömründe çok şey ifade ediyordu.
Babasıyla çift sürdükleri, ekin biçtikleri harman yaptıkları günler, yayla hatıraları birer birer gözünde canlandı. Bir harman zamanıydı. Ekin biçiyorlar, deste çekiyorlar iş çok. Annesi, köye gitmiş akşam gelmemişti. Ertesi gün babası, ağabeyini köye göndermiş, “annen gelsin” diye sıkıca tembihlemişti. Akşam olduğunda ağabeyi yine yalnız gelmiş, “annem rahatsızmış gelemedi” demişti. Bir sonraki gün, aynı şekilde köye giden ağabeyi akşam yine yalnız gelince babası “annen nerede kaldı” diye soracak olurken “baba, annemin bir kızı olmuş” deyince yüzünde şaşkınlık ve sevinç belirtisiyle birlikte “ya öyle mi” diyebilmişti. Hep bir kızı olsun isterdi. Sonunda istediği olmuş, altı erkek çocuğundan sonra bir de kızı olmuştu. Hep sevinmişlerdi. Artık yedi kardeştiler. Altı erkek bir kız. Ertesi gün babası, ineklerinden sağdığı sütü bir sürahiye doldurup İsmail’in eline vermiş kendisi de eşeğin sırtına bir yük odun sarıp köye bebek görmeye gitmişlerdi. “Hey gidi yıllar, ne çabuk geçtiniz” dedi.
Gözü bir noktaya takıldı, yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Belli ki maziden hoş bir anı yaşıyordu. Bir yayla zamanı, beş kardeş yayladalar. Hayvanlarını güdüp gelmişler, komşu çocuklarıyla oyun oynamışlar, haliyle acıkmışlar; öğle vakti ardıçların dibindeki yayla evlerinde biraz cesaretli ve de marifetli olan Mehmet ağabeyi, tereyağlı bir bulgur pilavı pişirmişti. Tam sofraya oturacakları sırada en büyük ağabeyi “yav bunun yanında ayran olsa iyi giderdi haydi ayran çıkaralım” dedi. O zamanlar, komşular arasında değişik denen bir uygulama vardı. Beraber yaylaya göçmüş olan komşular, birer hafta sırayla sütleri birleştirirlerdi. Herkesin getirdiği süt miktarı tespit edilir, sırayla birbirlerine ödeşirlerdi. Az bir süt, pek bir işe yaramazken, birleştirince çoğalıp istenilen şeylerin yapılmasına imkan sağlanıyordu. Yoğurt süzdürülüp iyice katılaşınca tuzlandıktan sonra topak topak yapılıp güneşte kurutulur, kışın suda çözdürülüp ayran yapılırdı. Keş denilen bu malzeme, biraz yumuşatıldığında çökelek niyetine yendiği de olurdu. Yoğurdu yayıkta çalkayıp yağını aldıktan sonra, ayranı torbada biriktirirler, bundan tarhana yaparlardı. Değişik sırası annelerinde olduğu için büyük bir torba dolusu ayran olmuştu. Ayran torbası evin bir köşesinde duruyor, üzerinde büyük bir taş, altında çakıl serilmiş, süzüldükçe suyu dışarı akıyor.
Mehmet ağabeyi, “tamam ben çıkarırım” diyerek ayran torbasının yanına vardı. Hemen üzerindeki taşı alıp torbanın ağzını çözdü. Unuttuğu bir şey vardı ki, eline kap almamıştı. “şurdan bir tas verin hele ayranı çıkarayım” diye kardeşlerine seslendi. Bir tas uzattılar, ancak bunu beğenmedi. İçine toz kaçmıştı. Tası suyla çalkalamak için torbanın yanından ayrılmasıyla saniyeler içerisinde torbadaki bütün ayran evin içine yayıldı. Öyleki içerisi ayrandan bir göl oldu. Duvarı delip ayranı dışarı akıtarak zemini kurutabildiler. Günlerce biriktirilen ayran dökülmüş bu kadar emek ziyan olmuştu.
Olayı öğrenen komşuları, Akşam anneleri yaylaya gelirken daha yoldayken haberi vermişler “çocuklar ayranı döktüler” diye. Annelerinin cevabı, “çocuklarımda bir şey var mı?” “yok çocukların sağlam” denilince “canları sağ olsun ayran yine birikir” demişti. O günü tekrar yaşar gibiydi. Hem gülüyor hem de gözleri yaşarıyordu. “Ah çileli annem hakkın nasıl ödenir ki,” dedi. Aksu’dan tekrar bir su içti. Çantasını omuzuna asıp yola koyuldu.