0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
48
Okunma
Ela...
Ela, yüreği üşüyerek büyümüş mahsun bir çocuktu. Başka hiçbir kardeşinin olmaması, belki de hayatın onun omuzlarına yüklediği savunmasızlığın bir parçasıydı. Gelin size Ela’nın bu hezeyan dolu hikâyesini anlatayım…
Ela’nın simsiyah ve uzun saçları vardı; ay gibi parlayan çehresine bakmak öyle kolay değildi. Gözleri çoğu zaman buğuluydu. On dokuz yaşındaydı ve hayatın bütün sorumluluklarını tek başına sırtlanacağını o da bilmiyordu. Babası Ersin Bey, annesi Sultan Hanım ile son zamanlarda geçimsiz ve gürültülü bir hayat yaşamaya başlamışlardı. Bu durum Ela’yı derinden sarsıyordu.
Antalya’da, şehrin ücra mahallelerinden birinde, ihtişamlı bir apartmanın dördüncü katında yaşıyorlardı. Babasının bu evden hariç dört evi, yazlığı ve daha birçok mülkiyeti vardı. Evlerinde seyreden yoksunluk, yoksulluktan çok uzaktı.
Bir pazar sabahı, babası Ersin Bey erkenden evden çıkmış ve bir daha dönmemişti. Günler, haftalar geçmesine rağmen Ersin Bey’den hiçbir haber alınamamıştı. Anne–kız tek başlarına kalakalmışlardı. Sultan Hanım’ın güleç yüzlü bir kadın olduğunu söylemek zordu. Ela çoğu zaman, “Allah belanı versin, ölsen de kurtulsak!” gibi aklın ve vicdanın kabul edemeyeceği sözlerle psikolojik şiddete maruz kalıyordu.
Ersin Bey’in gidişinden yedi ay sonra, Sultan Hanım komşuları Zekai Bey ile gönül ilişkisi yaşamaya başlamıştı. Zekai Bey, daha önce bir evlilik yapmış, iki çocuğu olan, hâli vakti yerinde bir adamdı.
Bir gün Sultan Hanım gece eve gelmedi. Ela, annesinin Zekai Bey ile olan ilişkisinden rahatsız olsa da bunu dile getirecek gücü yoktu. Sessiz evin bir köşesinde, kendi karanlığında yaşamaya devam ediyordu. Babası Ersin Bey de Ela’yı çok sevmezdi ama kötü de davranmazdı; olması da olmaması da fark etmiyor gibiydi.
Ela, vicdandan yoksun bir ailenin içinde hayat mücadelesi veriyordu. Ortaokuldan sonra annesi onun okumasına müsaade etmemiş; tabir yerindeyse eve hapsetmişti. Bazen kız kardeşinin evini temizlemeye bile Ela’yı gönderirdi. Ela’nın gidecek ve sığınacak başka hiçbir yeri olmadığı için bu çaresizlik kaderi olmuştu.
Sultan Hanım’ın eve gelmediği gecenin sabahında kapı çalındı. Gelenler, evin yeni sahipleriydi. Ela, korku ve şaşkınlıkla neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Meğer Sultan Hanım, oturdukları ev dâhil tüm mallarını satarak, tıpkı kocası gibi ortadan kaybolmayı seçmişti. Ela’nın çaresizliği giderek büyümüştü.
Ela ağlaya ağlaya, gerisine bakmadan valiziyle o evden çıktı. Hesabında cüzi bir para, yüreğinde ise hiç sönmeyecek bir yangın vardı. Zaten hiç sevilmemiş, yanakları okşanmamış; acının içinde büyümüş bir çocuktu.
Önce Antalya’nın Alanya ilçesine gitti. Bir otelde bir gece kaldı. Ertesi gün sokaklara çıktı; yalnızlığa alışmak zorundaydı. Caddelerden birinde mütevazı bir çiçekçi dükkânı dikkatini çekti. Siyah saçlarını rüzgârda savurup içeri girdi.
Dükkânı 60 yaşlarında Zeynep Hanım işletiyordu. Başını sallayıp selam verdi. “Hoş geldin kızım.” diye gülümsedi. Ela, “Abla, kapıda eleman aranıyor yazmışsınız. Benim işe ihtiyacım var.” dedi.
Zeynep Hanım tereddüt etmeden, “Gel kızım, otur bakalım.” dedi ve iki bardak çay getirdi. Ela başından geçenleri olduğu gibi anlattı. Zeynep Hanım’ın içi parçalanmıştı.
“Tamam kızım, yarın gel. Beraber çalışırız. Benim de kimsem yok zaten.” dedi.
Ela ertesi gün işine başladı. Zeynep Hanım ile anne–kız gibi oldular. Zeynep Hanım hiç evlenmediği için çocuğu olmamıştı; Ela’yı kendi kızı gibi sevip sahiplenmişti.
Bir sabah Ela dükkânı açıp çayı demledi. Birkaç saat sonra Zeynep Hanım dükkanın önünde telefon konuşmasını bitirip içeri girdi: “Ela kızım, dükkânı kapat. Bir yere gideceğiz.” dedi.
O gün beraber tapu müdürlüğüne gittiler. Zeynep Hanım dükkânı tamamen Ela’ya devretti. Ela istemese de karar verilmişti. Ardından vedalaştılar; Zeynep Hanım memleketi İzmir’e döndü.
Ela yine yapayalnızdı ama bu kez güçlüydü. Artık kendine ait bir dükkânı vardı. Yıllar hızla geçti; o caddenin en sevilen esnaflarından biri oldu. Emeklerinin karşılığında bir ev ve bir araba alabilmişti.
Bir pazartesi gecesi huzursuzluktan uyuyamadı. Sabah hastaneye gitti. Doktorun söylediği acı gerçek, yüreğine bir taş gibi oturdu.
Ela, hayatın bütün zorluklarına rağmen dimdik durmuştu. Terk edilmeyi defalarca yaşamış ama yılmamıştı. Bir yasemin gibi hep ayakta kalmıştı… ta ki pankreas kanseri gibi ölümcül bir hastalığının olduğunu öğrenene kadar.
Kemoterapi süreci onu her geçen gün tüketti. Zayıfladı, sesi soluğu kesildi; kanadı kırık bir kuş gibiydi.
Şiir dinlemeyi çok seven Ela, bir gece sosyal medyada dolaşırken “Şairin Kalemi” adlı bir sayfaya denk geldi. Canlı bir programda şiir okuyan yayıncının sesi ona yılların veremediği huzuru vermişti. O gece iki saat boyunca aralıksız dinledi ve sayfayı takip etti.
Ertesi gün yine programa katıldı; telefonu yastığının kenarına koydu ve huzurla uykuya daldı. Günler böyle geçti. Program sahibi, Ela’nın sessizliğini zamanla fark etmişti. Aralarında alışılmışın dışında bir dostluk oluşmuştu. Şair ona her gece şiirler okuyor, gönlünü hoş tutmaya çalışıyordu.
Bir gece, “Ela, sana bir şiir yazmak istiyorum.” dedi.
Ela sadece gülümsedi.
Şair dizelerini elanın gözlerine bakarak şöyle döktü:
“
Sen aydınlanmayı bekleyen gecelerin karanlığısın
Belki yarım kalansın,
Belki de unutulmaya terk edilen bir hatırasın.
Sen yaralısın;
İçinde kapanmayan bir yara…
Derinlerde uyuyor gözlerin.
Unutulmuşluğa dargınsın,
Kırgınsın
Ve çok yorgunsun…
”
O gece Ela’nın ağrıları dinmek bilmedi. Sessiz gözyaşları, gök gürültüsüyle yağan bir yağmur gibiydi.
Ve o geceden sonra telefonlar bir daha hiç çalmamak üzere kapandı.
Ela, iki gün sonra, evinin yalnızlığında hayata veda etmişti.
Hayat geçte olsa kısacık bir sevgiyi ondan esirgememişti, şair ona hayatının son anlarında çektiği tüm zorluklara rağmen verilmiş bir mükafat gibiydi.
Şair, Ela’nın ölüm haberini kuzeninin sosyal medya paylaşımından öğrenmişti. Daha sonra kuzeni aracılığıyla defnedildiği mezarlığı öğrenip Alanya’daki mezarını ziyaret etti ve bir yasemin buketi bıraktı. O günden sonra şair uzun bir süre şiir programı yapmadı. Yazdığı son şiir, “Sen” olarak kaldı.
Bu aşk değildi…
Bu dostluğun aşkıydı.
Sonra hayat herkes için kaldığı yerden akmaya devam etti. Şair programına geri döndü; Ela ise mezarın sessizliğine gömüldü.
Ve şair, programının adını şöyle değiştirdi:
“Asıl yalnızlar, sessiz gömülenlerdir…”