0
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
68
Okunma
Bir denizin karşılıklı iki kıyısında durmak seninle veya bir elmanın diğer yarısı olmak. Hiç dinmeyen bir arayış ile sürekli eksik parçasını bulmaya çalışıyor ömrümüz. Oysa yüzlerce yıl öncesinden seslenip ”demedim mi” diyerek bunun sırrını vermişti bize Mevlana. “Bir gün kızsan bana, alsan başını, yüz bin yıllık yere gitsen, dönüp kavuşacağın yer ben’im demedim mi?”
Hayat dediğimiz şey her adımda ve her defasında başa dönülerek farkında olmasak da deveran eden ve asırlarca sürecek bir yolculuktur aslında. Ve bu yolculuk, ta ki varıncaya, kavuşuncaya, ruhlarımız tek bir anda eriyip tek beden olana kadar bir biri içinde karışıncaya dek yürünecektir.
Bazen, Olympos dağından elinde ateş ile inerken bulacaksın kendini ve bazen de Hypatia olacaksın, İskenderiye sokaklarında paramparça edilerek sürüklenecek çırılçıplak bedenin. Unutma, gün doğumunun bekçisi de olacaksın bazen Tanrı dağlarında Nemrut’ta. Kimi zaman da açlıktan tükenecek Afrika çöllerinde çocuk yüreğin. Korkma, telaşsız bırakmalısın ölümün avuçlarına bedenini. Çünkü düştüğün yerden uç verecek yeni bir hayat ve o bitip tükenmez yolculuk, toparlanıp ayağa kalktığın, doğrulduğun yerden yeniden başlayacak hayatı adımlamaya.
Bak bir şey anlatacağım sana. Yaşanmış en güzel hatıralarımda saklıdır Çarşamba ilçesi ve bir sırrı saklarcasına durgun akar bu ilçenin ortasından Yeşilırmak. Amasya’dan geçip gelmiştir ve yorgundur dağlara taşlara vurmaktan bedenini. Ferhat’ın sabrını saklar bu nehir, o sabır ki taş çatlar, eğilir önünde geçit vermez gibi görünen dağlar. Şirin’in sadece duyanları sağır eden suskunluğunu da taşır Yeşilırmak, bundandır biraz da mahzunluğu, durgunluğu. Fakat sakın yanıltmasın bu suskunluk seni. Teslimiyeti de, boyun eğmişliği de sevda adınadır bu nehrin ve sadece yürek gözleriyle bakanlar görebilir. Ferhat ve Şirin, su ve toprak gibi birbirlerinin içinde erimiş ve tek beden olarak çoktan karışmış, kavuşmuşlardır birbirlerine. Akıp giden şey nehir değildir yani, hayattır iki gözüm hayat ve o hayat ki yeni yeni sevdalar boy verir parmak uçlarıyla dokundukları her yerde, kıyılarında. Ve biliyorsun değil mi, ne yapıp eder denizlere kavuşur o sular, o denizler ki; kalu belada yapılan ilk ahid’den sonra Levh-i Mahfuz da yazılmıştır alnımıza, yan yana yazılıp çizilmiştir yani Leyla ile Mecnun’ların isimleri.
Türküsü de yapılmış, vakti zamanında sel almıştır Çarşamba’yı. Kendisine çizilen sınırları aşıp delicesine taşması bu yüzdendir işte, yani demiştir ki su; “bırakın doğal akışıma beni, binlerce yıldır adımlıyorum bu coğrafyayı, akar ve bulurum ben yolumu”. O yol sırat-ı müstakimdir iki gözüm, ilk yaradılış anına, sonsuz “kaynağa” dönüşün değiştirilemez bir ifadesi, istikametidir. Kainatın ahenk ve uyumdur yani. Aynı frekansa ayarlanmıştır bu yüzden kulaklarımız ve aynı sesleri duyarız. Ses dedim de aklıma geldi, yüklediğin her şarkıyı sanki sen söylüyormuşçasına dinliyorum sevinçle, duyuyorum çocuk, duyuyorum seni, nefesini.
Gelelim şimdi bu yazının konusu olan asıl ana fikre. Tam ortasından ikiye bölünmüştür Çarşamba, köprüyle bağlıdır iki yaka birbirine. Biz, hadi gezintiye çıktık diyelim, “karşı geçeye gidelim deriz”, karşıdakiler de aynısını söyler bizim tarafa geldiklerinde. Bir nehrin, bir kentin veya bir denizin iki yakası, aynı bedene ait iki noktadan ibarettir sadece. Aramızdaki uzaklık sakın yanıltmasın seni çocuk, GİTTİĞİNDE SENSİN, GELEN DE SENDEN GELİR. Ne muhteşem değil mi?
Haydi, bir şarkı daha yükle şimdi, yükle ki beyaz bir kuş ölüm uykusundan uyansın, yükle ki kanadı kırık bir martı uçsuz bucaksız maviliğe doğru sevinçle havalansın. Bir gün belki bu martı kuşunun da hikâyesini anlatırım sana ve “martılara simit atanlara”,neden çok kızdığımı da söylerim. Sahi, söylesene çocuk, sende martıları simitle besleyenlerden misin? Bilmem ki…
_umut