0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
39
Okunma

Lacivert Gecenin Küle Dönen Aşkı
Her şey bir tesadüfle başladı.
Kader, İstanbul’un lacivert gecesiyle el sıkışmış,
iki insanın yolunu hiç beklemedikleri bir anda kesiştirmişti.
Kadın… kızıl saçları rüzgâra karışan,
geçmişin izlerini hâlâ kalbinin en kuytusunda taşıyan biriydi.
Dışarıdan güçlü, alımlı, gözleriyle meydan okuyan bir duruşu vardı;
ama içi, kimsenin görmediği kadar kırılgan…
Kıskançlığı seviyordu aslında, sevdiği için;
kaybetmekten korktuğu için daha çok sarılıyordu.
Geçmişin acılarını taşırken, onların vebalini istemeden karşısındaki adama yüklüyordu.
Adam ise bambaşkaydı.
Olgun, sevecen, kalabalıklara karıştığında bile gözleri hep onu arayan biri.
Sosyal çevresi genişti, herkesin sevdiği türden bir adam…
Yine de kadının gözünde hep kendini ispatlamaya çalışan biri gibi görülürdü.
Oysa onun derdi kendini değil, bu aşkı kanıtlamaktı.
İstanbul’un lacivert gecesinde tutan o maya,
onları Büyükada’nın Sevgi Tepesi’ne kadar sürükledi.
Martılar susmuş, şehir nefesini tutmuş gibiydi.
Kadın uzaklara baktı, sesi titrek bir kararlılıkla:
“Ben kolay güvenmem…
Bir kere yandım, bir daha yanmak istemem.”
Adam başını eğdi,
“Ben kimsenin yerine geçmeye gelmedim,” dedi.
“Sen istersen, yanında durmaya geldim.”
O gece deniz bile sanki ikisinin adına dalgalandı.
Zamanın rengi lacivertti, umutları ise ince bir çizgi hâlinde.
Sonra yollar başladı.
Konya’nın sert rüzgârı yüzlerine çarparken,
ilişkileri de rüzgâr kadar keskin sınavlardan geçti.
Kadın bazen aniden öfkelenir,
bazı günler sessizliğe gömülür,
bazı geceler içindeki korkular yüzünden hırçınlaşırdı.
Adam tüm bunları anlayacak kadar olgundu;
ama bir noktadan sonra yorulmaya başladı.
Sevdiği için mücadele eden,
ama kadın her seferinde onu bir suçun gölgesine itiyormuş gibi hisseden bir adam oldu.
Buna rağmen vazgeçmedi.
Her tartışmadan sonra kadının elini tuttu,
“Geçmişini ben iyileştiremem,” dedi,
“Ama sen izin verirsen, geleceğini güzelleştirebilirim.”
Kadın susardı.
Çünkü bazen susmak, söylemekten daha ağırdı.
Mersin’e geldiklerinde aşk artık başka bir yüzünü gösteriyordu.
Şehrin tuzlu rüzgârı, palmiyelerin fısıldayan gölgesi arasında
bir zamanlar ateş gibi yanan o aşk, kıvılcım hâline dönmüştü.
Bir akşam sahilde yürürken kadın birden durdu.
Denize baktı; sesinde kırılgan, ama gururla gizlenmiş bir acı vardı:
“Galiba yoruldun benden.
Galiba çok oldum sana…”
Adam derin bir nefes aldı.
Bu cümleyi uzun zamandır hissediyordu ama ilk kez kadından duydu.
“Yoruldum,” dedi.
“Ama vazgeçmedim.
Aradaki farkı bile bile susuyorsun.”
Kadın gözlerini kaçırdı.
Çünkü haklıydı.
Çünkü sevilmekten korktuğu kadar, kaybetmekten de korkuyordu.
Artık aşk küllenmeye yüz tutmuştu.
Geriye dönüp baktıklarında ardında güzel anılar, sarsıntılı tartışmalar,
çıkmaz sokaklar ve bitmeyen özlemler vardı.
İstanbul’un lacivert gecesindeki ilk kıvılcım hâlâ ikisinin içinde bir yerlerde duruyordu,
ama zaman onu örtmüş, yollar onu yormuş, yıllar onu sınamıştı.
Kadın bazen yalnız kaldığında,
adamın söylediği bir cümleyi hatırlardı:
“Ben geçmişin değilim…
Ama geleceğin olmaya talibim.”
Adam ise geceleri şarkı dinlerken
onun kızıl saçlarının rüzgârda savruluşunu düşünürdü.
Kalbinde bir burukluk, bir eksiklik, ama hâlâ bir umut parçası vardı.
Şimdi ikisi de aynı soruyla baş başa:
“Bu aşkın külleri yeniden alev alır mı,
yoksa rüzgâr en son kıvılcımı da savurur mu?”
Cevabı zaman değil,
cesaretleri verecek…