0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
31
Okunma
Bir zamanlar korkusuzca adımladığımız yolların üstüne şimdi kanın ağır kokusu çökmüş durumda. Çocuk kahkahalarının yankılandığı sokaklar, bugün çığlıkların gölgesinde birleşiyor. Bir zamanlar “Nerede o eski zamanlar?” diyen yaşlılara gülümserken, bir gün onları bu denli haklı bulacağımızı hiç düşünmemiştim.
Şehrin bir köşesinde sessizce büyüyen acılar var artık; adını bilmediğimiz, sormaya bile cesaret edemediğimiz acılar. Bir çocuğun gözleriyle karşılaştığımızda, sanki bütün dünyanın ağırlığı bir anda omuzlarımıza çöküyor. Sokak lambaları bile eskisi gibi yanmıyor; ışıkları titriyor, gördüklerine dayanamıyormuş gibi. Bir evin kapısı kapandığında içeride huzur değil, kendine saklanacak bir köşe arayan korkular dolaşıyor.
Biz büyümek istememiştik aslında. Meğer büyümek, kaybetmenin ağır anlamıymış—bunu geç öğrendik. Ve şimdi, unutmayı bilmeyen bir hafıza gibi her adımda geçmişin gölgesini sürüklüyoruz peşimizde. Dünya bu kadar kararmışken bile içimizde hâlâ o eski günlerin kısık bir umut sesi fısıldıyor. Uyku bize kısa bir yalan sunuyor; her sabah gözlerimizi araladığımızda bir anlığına da olsa her şeyin eski hâline döndüğünü sanıyoruz. Oysa gerçek, uyanınca zihnimize yeniden çivilerini çakıyor.
Bazen rüzgârın getirdiği bir koku, bazen kaldırım taşlarının arasına sıkışmış bir anı, kalbimizi hiç beklemediğimiz bir anda yerinden söküp alıyor. Bir zamanlar koştuğumuz yolların bizi artık bir yerlere değil, sadece içimize götürdüğünü fark ediyoruz. Konuşmayan insanların çoğaldığını görüyorsak, bunun nedeni hepimizin aynı gerçeği bilmesi: Söz acıyı hafifletmiyor. Sessizlik daha dolu, daha ağır… Bir bakış, bazen binlerce kelimenin yorgunluğunu taşıyor.
Gece çökünce şehir başka bir yüz takıyor; daha yorgun, daha kırık. Binalar bile susuyor, çünkü onların duvarlarında da saklı hayaletler var artık. Biz ise bu karanlığın içinde birbirimize tutunmayı bile unuttuk. Kimse kimsenin elini tutmuyorsa, asıl felaket orada başlıyor. Ve belki de en tehlikelisi, yavaş yavaş alışıyor olmamız… Korkuya, sessizliğe, kan kokusuna, yorgun sokakların ağırlığına. İnsan her şeye alışıyor; işte bu bizi biz olmaktan en çok uzaklaştıran şey.
Bir zamanlar içimizi ısıtan sesler vardı: annemizin mutfaktan çağırışı, komşu çocuklarının kahkahaları, akşam ezanıyla eve dolan huzur. Şimdi o seslerin yerine sirene benzer bir tedirginlik dolaşıyor şehrin damarlarında. Kimse yüksek sesle gülmüyor artık; mutluluk bile dikkat çeker oldu. Yüzümüz gülse de gözlerimiz gülmüyor, çünkü gözler her şeyi hatırlıyor.
Bazen bir evin penceresinde sarı bir ışık yanıyor; içeride bir aile, bir çay buharı, bir masa… O manzaraya uzaktan baktığımızda hem ısınıyor içimiz hem de ürperiyoruz: “Biz o masaya ne zaman oturmayı bıraktık?”
Bazı geceler sabahı beklemekten vazgeçmiş gibi uzun sürüyor. Karanlık büyüdükçe biz küçülüyoruz; kaybolan eşyalar gibi, unutulmuş insanlar gibi… Ama yine de içimizde bir yerde tuttuğumuz o minicik kıvılcım var. Söndü sanıyoruz; oysa karanlık büyüdükçe daha da parlıyor. Belki de umut dediğimiz şey, tam da böyle zamanlarda kök salmak için fırsat kolluyor.