0
Yorum
5
Beğeni
5,0
Puan
408
Okunma

Hiçbir şey hissetmedim, sadece sonsuz bir düşme, sonsuza kadar yuvarlanma, üstelik hem aşağı hem yukarı. Tüm ezilmeleri bile unutturan damarlarımdan gelip, içimi dağlayan o ateşti sanki. Tahammül edilemeyen bu hararetti. Ağrıya, acıya bile bir yere kadar dayanabiliyordu insan, düşmeye, yuvarlanmaya, boşluğa. İçimi kavuran, dışımı yakan sanki büyük, önüne geçilemez o ateşli, kasırga kadar güçlü bir esinti, nereden geldiğini çözemediğim. Cehennemin yedinci katı gibi, biri oranın camını, penceresini açık bırakmıştı galiba. Kendi kanında da yanabiliyormuş insan, kendi tenine kendi batabiliyormuş, kendine dokunmak bile acıtabiliyormuş bu cehennemde. Kaynıyordum, aynı zamanda donuyordum. Esinti ile ateş arasında kalmış, arafta sayıklıyordum. Bir yana gitsem, her şey dursa, son bulsa istiyordum, hiçbir şeyin devamına artık tahammülüm yoktu. En iyisi bile olsa.
Her şey geçsin ama yerine hiçbir şey başlamasın istiyordum. Terstim, onlara göre sakatlıktı bu. Herkesten farklı olunca ya da hissedince, seni kusurlu olarak görüyorlar, bunu yüzüne vurmakta hiçbir beis görmüyorlardı. Yine de buna rağmen böyle olmayı istedim, benim rahatsızlığım kimseye benzememekti, onlara göre lanet bana göre mükafattı. İçimden gelen buydu. Hayat onların tapulu mülkü, benim ise hiçbir şeyimdi, herkesin koşturması vardı, benimse yuvarlanmalarım. Hiçbir şeyi olmayanın da aidiyeti kalmıyordu dünyada, her şeyimizi almışlardı belki de; doymayanlar, koşanlar, acelesi olanlar, sabırsızlar ve benciller. Duran birinin her şeyi daha iyi gördüğünü, bir şeyi gözden kaçırmayacağını biliyorlardı belki de, kalana, durana, bitene anlayışları yoktu, biten her şeyi yok etmek istiyorlardı çünkü onların hep aciliyeti vardı. Benim bir acelem yoktu, öyle bekliyordum, bahanem yoktu, gitmelerim yoktu, onu bile çalmışlardı, bahanesiz olmak meğer ne kötüymüş. Bahanesi olmayanın ayakları bile bir yere gidemiyormuş, bahaneyle gitmenin hep bir alakası, birbirine bağlılığı olduğunu düşündüm sonraları, biri olmadan diğeri olamıyordu. Halbuki eski mutlu olduğum o anlarda yemin edebileceğim bir zaman diliminde ne kadar da hülyalı ve dünyalıydım. Yadırganamaz, anlaşılmaz bile olsam bunu içime dert etmeyecek kadar ilerideydim, belki de asıl o zaman olgundum, şimdiki tahammül seviyeme bakılırsa, insan tahammül edebileceği kadarıyla olgundur bana göre. Kendime bile tahammülsüzlüğümden anlıyorum bunu ne zamandır. Masal gibi geçtim sokaklardan, bazen durakladım, bazen bekledim, bazen zamanı boşladım, ne güzelmiş boş verdiğin o zamanlar. Şimdi hiçbir şeyi boş veremediğin hâlde boşa geçen zamanları daha da boşlayıp, bir an önce sonlandırmak için uğraşıyorum sanki. Hayallerim yetmedi bu dünyaya tutunmaya, hayal ile rüya arasında, kâbus gibi gerçeklerle boğuşma çabasıydı insan olmak. Yakalandım, belki de ondan bir diğerinde kalamadım, hayal ya da rüya olamadım. Kendi rüyalarımdan kaçtım, kâbusla rüya karıştı sonra birbirine, ben de ayırt edemedim, o kadar tecrübem yoktu. Herkes kendi ezberinin yalancısıyken, ben yalan söylemeyi beceremiyordum çünkü onlar inanıyorlardı o ezberlere, ben inanmıyordum. Bu yüzden beynimin içi başka, tuhaf şeylerin ezberiyle doluyordu. İçimdeki çatlaktan dünyaya sızıyordum, ait olmadığım zamana. Kimse görmesin, bilmesin isterken başkalaşıyordum, kendime bile. Bir gün kendimi de tanıyamayacak hâle geldiğimde işte o zaman noktalanmış olacaktı her şey, en azından kendim için. Beni o zaman diledikleri gibi yok edebilirlerdi çünkü onlardan önce kaybetmiş olurdum kendimi.
Bir bulut tabakasındaki buğu kadar kaldım dünyada, yoğunluğum, bu kadarcık ağırlığımdaki yaşam denilen o kabarcıktı, tek bir nefeslik düşmüştü payıma ve tükenmişti, hızla. Dünyanın hızına o da ayak uydurmuş, tüm benliğiyle, tüketmek isteyenlerin eline düşmüş ve tükenmişti. Bana bir şey söylemediler, bana konuşmadılar, susmadılar, hiçbir şey olmadı. Her hücremle ağlarken sanki tek hücremden damlıyordum. Ya bir yerlerde bir tıkanıklık vardı ya da ben ziyadesiyle uyuşuktum artık. Canım balkonlar çekiyordu, olmuyordu, bulutsu özlemlerime gitmek istiyordum, hep düşüyordum, canım yukarıları çektikçe yukarıya düşüyordum, boşluk o buğuyu kaplayan havaydı ama içinde hava yoktu, adı sadece havaydı, o da yukarıda kalmama yarayan sadece. Ne güzel inkâr ediyorlardı bilmediklerini, ben bildiklerime bile inanmazken, bilmediklerimden emindim neredeyse. Düşmekten değil ama düzlükte düşmekten korkuyordum, her şeyin de üzerime düşeceği, yıkılacağı hissi ve kurtulma şansımın olmayacağını biliyordum, fazla bir şey yaşamasam bile o kadarını anlamıştım. Ben ağır şeylerden korkuyordum, uçanlardan, gürültüden. Tümünün karışımından yola çıktı içimdeki bir cenaze, böyle güzelleşti ölümüm, sessiz, yağmursuz ve matemsiz bir ölüm. İçim dertleşti kendimle, içim içsizleşti, içim yalnızlaştı ve dertsizdi artık içim en azından bir süre, yeniden bir şeyleri öldürecek kadar dert edene kadar.
Kimsenin merhametine sığınmadan kendi merhametine de küsmek, kimseye yapamadıklarını içinden bilmek, içini kabartmak ve hep oraya yüklenmek ne fenadır. Uzun bir yolculuk düşlerken ömrünün içinde bir kaya parçasına takılmak, orada kalmak ne bedbahtlıktır. Kimsenin ağlamadığı yaslar tutarsın, kimsenin bilmediklerine inanır, onlara ağlarsın. Merhametsizlikle yüzsüzlük arasında çırpınır, kendine yeni bir duygu bulamazsın. Bulduklarınla yetinemezsin, belki de gerçekten yetmezler, neyin yetip, yetmeyeceğini bile artık hesaplayamazsın, kimseden soramayacağın hesapların suallerini içinde biriktirir, bir cinnet ânında kendine çevirirsin tüm okları. Hiç hayal kırıklığına uğramayanların korkusuyla sınandım. Artık hayal kırıklığına uğramayacak olmanın rahatlığı, kurulmayan bir şeyin yıkılamayacağını bilmenin güveni. Ay’ın kaybolduğu gecelerde, sessizce geçip giden bir görünüp, bir kaybolan o beyaz bulutum işte, tüm eskimiş yorgunluğumla birlikte… Yitirilen çocukluğun kalbin içinde kalan o şekerimsi tortusuna en hüzünlü şarkıları gönderiyorum, çoktan biraz daha fazla alacaklı gideceğim, bunu kırılan heveslerimden biliyorum-ki, kırılmakla çok ünlüydü heveslerim, ünsüz, sessiz, harfsiz olan yine bendim. Parlayan her şeye inatla, silindikçe silindim, nereye yazılıyor, çiziliyor, tamamlanıyordum bilmiyorum. Bir şeyler eksikse bir yerlerde fazlasıyla tamam olması gerekirdi, öyle biliyordum. Eksik biliyormuşum.
Renkten renge girmiş bir kayboluş, kendine renk bulamamış, beğendirememiş, bu yüzden daha da koyu. Hiç bitmeyen şeylerin sonuna eklenen o sonsuz yalnızlık döngüsü gibi. Hiçbir şeyin tadının olmadığı, gözyaşındaki tuzun bile lezzetinin kaçtığı o boşluğun dibi. Gözyaşının tek başına bir yol bulup, durmadan, sormadan akması, bir yerde durmaması, dudaklarına bile geldiğinde hâlâ kararla gideceği yeri bilmediği hâlde gitmesidir, bu kabullenmeyi orada keşfedersin, olmayacağının kabulündeki keşif. Olmayacak olanı beklemenin çaresizliğiyle kıvranırken, bildiğin hâlde beklemek gibi kendine yeni ümitler uydurman, zamanın da yerin de dışına düşmek bu. Olmayan şeyde tökezleyip kalınca, dışarıda olan ya da olmayan hiçbir şeyin artık seni hiç ilgilendirmemesi. İnsan yalnızlığına kendi karar verir belki ama bu kararı vermesinde o kadar çok iz, bavullar dolusu kelime vardır ki… Söylenmemişler, olmamışlar, birikmişler, bitmişler dolusu gri bir küskünlük. Senin için olan şeyin aslında olmayışıdır. O olmuyorsa hiçbir önemi yoktur diğer olan her şeyin. Senden bağımsız sürüp gittiğini bilirsin artık hayatın, kabullenirsin.
Kaybolmuş tüm tatların içinde, en çok gözyaşının tadını ararsın, sonsuz boşluğa fırlatıldığın o anda sadece bir şimşeğin gürültüsünü duyarsın, bulutlar dağılır, kendi buğunun içinde donar, kalırsın. Sen gitmezsin belki ama dünyan değişir, kendiliğinden olur her şey, zaten başka türlüsüne de mecalin kalmamıştır.
03.12.2025 13:00
Nevin Akbulut
5.0
100% (1)