0
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
52
Okunma
Gecenin üçü…
Uykunun bile kendi içine çekilip sessizliğin alnına bir mühür bastığı o saat.
İnsan, en çok bu vakitte kendine yaklaşırmış; ben de öyle yapıyorum.
Odanın içinde soluk bir ışık, masanın kenarında yüzü sararmış bir defter.
Her şey duruyor ama içimde bir şey hâlâ yürümekte ısrar ediyor:
Geçmişle geleceğin arasında kalmış, ne ileri ne geri adım atmaya gücü kalmayan bir yolcu gibi.
Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’sini düşünmeden olmuyor böyle saatlerde.
Gidenler mi sessiz, yoksa kalanlar mı?
Belki de en sessizi, kendi kendinden ayrılan insan.
Bir limanda bekler gibi beklediğim günler oldu; dönmeyeceğini bile bile beklediğim insanlar, kelimeler, ihtimaller…
Ümit Yaşar’ın aşkına benzer bir yanık vardı içimde:
“Gitme” diyemeyecek kadar gururlu,
“Kal” demeyecek kadar kırgın,
“Bitti” diyemeyecek kadar tutunmuş bir hâl…
Sonra fark ettim; bu yaşıma kadar içimde hep bir erteleme vardı, hep bir yarım kalış.
Cahit Sıtkı’nın “otuz beş”ine yaklaşır gibi yaklaştım zamana;
Ne tam gençliğin şımarıklığı kaldı bende,
Ne de yaşlılığın teslim olmuş sükûtu.
Arada bir yerdeyim:
Aşklardan vazgeçmiş değilim ama artık aşkın beni taşımasını da beklemiyorum.
Beklemek…
O kelime, gecenin üçüne en çok yakışan kelime.
Bir kapı sesi, bir mesaj, bir mucize, bir tesadüf…
Hepsi aynı yokluğun farklı yüzleri.
Yalnızlık da var elbette.
Ama öyle acıklı bir yalnızlık değil;
Daha çok, “Artık kimseyi yormayayım” diyen bir kabulleniş.
İnsan kalabalıklarda bile kendi omzuna yaslanmayı öğreniyor bir süre sonra.
Çünkü herkes gidiyor;
Kimisi sessiz bir gemiyle,
Kimisi yüksek bir sesle ama aynı kararlılıkla…
Kalan sadece sen oluyorsun, bir de gecenin üçü.
Geçmişe bakıyorum:
Yapmadığım şeyler acıtıyor, yaptıklarım değil.
Geleceğe bakıyorum:
Bir sis, bir belirsizlik, bir yarım umut.
Nedense, çok da umursayamıyorum artık.
Belki bu, büyümenin en sert yanı:
Hayallerin, insanın omuzlarına yük olmak yerine sessizce yanından geçip gitmesi.
Biliyor musun, yine de bir şey içimde hafif hafif kıpırdıyor;
Ölmeyen ama büyümekten yorulmuş bir umut belki.
Gecenin üçünde bile kendine yalan söylemeyen o çıplak dürüstlük:
“Her şey bitti sanma, sadece değişti…”
Ve ben, bu değişen dünyanın tam ortasında,
Bir öykünün içinde kaybolmuş bir cümle,
Bir denemenin içinde unutulmuş bir satır,
Bir şiirin içinde saklanmış bir nefes gibiyim.
Gecenin üçünde yazılan hiçbir şey sabaha aynı kalmazmış derler.
Ama ben yine de yazıyorum;
Belki de sabahı hak etmek için.
Sabaha karşı üçü geçiyor.
Bir ses bile yok odada.
Sanki duvarlar bile nefes almayı bırakmış, her şey içime doğru çöküyor.
Bu saatte insanın aklına gelen hiçbir şey hayra yaramıyor zaten.
Kalbim, yıllardır yağmur yemiş bir kapı gibi gıcırdıyor;
açılmak istemiyor, kapanmak için de güç bulamıyor.
Arada, boşlukta, anlamsız bir sallantıda.
Bir noktadan sonra susmak başlıyor insanda.
Öyle kırgınlıktan falan değil;
bıkkınlıktan.
Artık ne anlatacak bir hikâyem kaldı,
ne de dinlemeye niyetim olan bir insan.
Her şey çoktan bitti, fark etmem sadece uzun sürdü.
İnsan bazen kendi enkazını yıllarca görmezden gelebiliyor.
Bugün fark ettim:
İçimde ölü bir yer var.
Çürümüş değil, kokmuyor…
Sadece soğuk.
Kapısına yıllar önce kilit vurulmuş bir oda gibi.
Kimse girmemiş, kimse çıkmamış.
Ben bile unutmuşum varlığını.
Şimdi gecenin ortasında, işte o odadan soğuk bir rüzgâr sızıyor.
Üşütüyor insanın içini.
Eskiden bazı şeyler için savaşırdım.
Bir gülüş için, bir ihtimal için, bir gün için…
Şimdi hiçbirine değmezmiş gibi geliyor.
Çünkü savaşacak gücün kalmadığında,
kazanmanın da, kaybetmenin de anlamı olmuyor.
Bir yıkıntının başında kimin kazandığını kim konuşur ki?
Artık hiçbir şeyi beklemiyorum.
Beklemek denen o lanet işin ne kadar yorduğunu anladım.
İnsanın omuzlarına görünmez taşlar koyuyor;
her gün biraz daha çöktürerek.
Bitti.
Kimseden kapı sesi duymak istemiyorum.
Kimse dönmesin, kimse gelmesin, kimse açıklama yapmasın.
Zaten gecenin üçünde yazılan hiçbir açıklama insanı kurtarmaz.
Geçmiş içimde bir şişe kırığı gibi duruyor hâlâ.
Bazı anılar unuttum sandıkça geri dönüyor,
sessizce ayağıma takılıyor,
kanatıyor, ama öyle bağıra çağıra değil;
sanki usulca, “Hâlâ buradayım” der gibi.
Geleceğe gelince…
Onu düşünmek bile yorucu artık.
Sanki önüme simsiyah bir kapı koymuşlar ve ben kapının arkasında ne olduğunu bilsem de ilgilenmeyecek kadar bitmişim.
Kapanmışlık dedikleri şey böyle bir şey herhâlde:
Ne bir hüzün,
ne bir öfke,
ne bir umut,
ne de bir rica.
Sadece düz bir çizgi.
Düz, donuk, sessiz.
İnsanın iç sesi bile yavaş konuşuyor;
“Artık buraya kadar.”
Ve ben, gecenin üçünde,
yine kendimle baş başayım.
Söyleyecek sözüm yok.
Dönecek yerim yok.
Tutunacak kimsem yok.
Ama garip olan şu ki:
Hiçbirine ihtiyacım da yok.
Gecenin üçü böyle işte.
Kimseyi bağışlamıyor
ve seni olduğun gibi yüzüne vuruyor.
5.0
100% (2)