1
Yorum
7
Beğeni
5,0
Puan
100
Okunma

Tutsak ellerimi uzatsam…
Belki çözülür dizlerimin bağı; yalnız bedenimin değil, zihnimin en kör düğümü de gevşer o an.
İnsan bazen bedeni yüzünden yığılmazmış yere, ruhunun ağırlığıyla da diz çöker, kendi içine doğru sarsılarak düşermiş.
Ve kalkmak için bir omza yaslanmaktan çok, kendi içine attığı o titrek, ürkek adıma ihtiyaç duyarmış, kendi karanlığının içinden doğacak o ince ışığa...
Hiçbir şey yapmamanın bile büyüyen bir çığlık olduğunu sonradan anlıyor insan.
Sessizliğin bile tükettiği, hareketsizliğin bile içte bir yorgunluk gibi biriktiği zamanlara varıyor.
Durdukça ağırlaşıyor, sustukça çöküyor, sanki nefes almak bile içten içe bir yük gibi çörekleniyor sineye.
Korkular taşıyorum içimde... sanki ukbaya devrolunmuş, eski zamanlardan kalmış, kökleri karanlık katmanlara inen gölgeler misâli.
Her biri geçmişten sarkan bir fısıltı gibi, unutuldu sanılan yerlerden çıkıp yeniden yokluyor ruhumu.
Dokundukça çoğalıyor, sustukça derinleşiyor, ben kaçtıkça adımlarımın ardına gizlenip izliyorlar beni.
Belki de çözülmesi gereken ellerim değil... yüreğime sürdüğüm o ağır mesafe, kalbime ördüğüm o sessiz surlar…
Bazen insanı kendi yalnızlığı tutsak ediyormuş, kendi suskunluğu bağlarmış en sıkı düğümleri.
Ve belki de kurtuluş, dışarıya değil, içeriye atılacak o cesur, o usul adımdaymış.
Yüzüm ayın renginde fakat ayın huzurundan gelen bir parlaklık yok.
Kentin kaldırımlarına sinmiş soğuk ışığın bıraktığı o yabancı solgunluk var.
İnsanın yüzü yalnızca bir görüntü mü? Yorgunluğu, eksilmiş sevinçleri, saklı acıları ve derine itilmiş çığlıklarıdır.
Bazen ellerimi tutsam, uzansam kendime,
belki göğsüme indiririm yıllardır içimde duran ve adını koymakta zorlandığım o dağı.
Dağ dediğim; belki çocukluğumun kaçak bir korkusu, belki büyürken üzerime çöken bir sessizlik, belki de insanlardan sakladığım en iç, içimin içindeki sızı.
Susuyorum çoğu zaman... çünkü artık ağzımdan çıkan her söz şiire dönüşüyor.
Şiir ki, insanın susarak bile konuşma biçimi değil miydi zaten.
Hepimiz aynıyız... acı aynı kökten gelir, kimin yüzüne düşse aynı ağırlıkla iner.
"Acın acıma denk, öfken öfkeme yakın." diyorum kim sorsa.
Bu denkliği bozan tek şey, herkesin kendi yarasını benzersiz sanan içsel gururu.
Oysa insanlığın büyük dağarcığında her yara, başka bir yaranın sessiz kardeşi.
Bazen kan sızıyor içimdeki çatlaklardan; bazen de duvarlar terliyor, ev bile nefes almakta zorlanıyor sanki.
Bu çağ hızlı, keskin, sert... insanı büyütmekten çok içindeki en kırılgan noktayı dürtüyor.
Kalemime değen her şey kirleniyor sanki, çünkü kir, bu dönemin ortak dili hâline geldi.
Yine de kirlenmek bazen insanın hayatta kaldığının işareti, en temiz olan, en çabuk tükenen oluyor.
Böyle sürüyor yaşamım.
Hem nefret büyüten hem de insanı insan kalmaya zorlayan bu çağın tam orta yerinde.
Her adımda biraz daha kırılıp biraz daha güçlenen bir varlığın ince dengesindeyim.
Ve biliyorum…
Biri tutsa ellerimi, utansam biraz, pembeleşse yanaklarım, o utanç bile iyileştiren bir sızıya dönüşür.
İnsan en çok sevildiğinde değil, görülmekten çekindiğinde değişir.
Bir el tutuşun, şefkati unutan bu zamanlara karşı bir direniş, kırılganlığımın en narin, en naif sığınağı olurdu.
Hâlâ yanlış adım atmanın ağırlığını taşıyorum içimde. Her nefes bile ölçülü olmak zorundaymış gibi.
Fakat korku, insanın iç kalbinde sakladığı ışığın izidir diyorum sonra... korkan, hâlâ umut taşıyan kişidir diye avunuyorum.
Ve ben…
Dizlerimin bağı gevşemiş olsa da, yolun karanlığı yüzüme sinsice yaklaşsa da içimdeki o ince, neredeyse duyulmaz fısıltıya tutunuyorum
“Devam et iki gözüm...
Attığın her adım dağı biraz daha ufaltır.
Attığın her adım seni biraz daha insana dönüştürür.”
Belki özgürlüğü dışarıda aramamalısın diyorum kendime yine... ve belki kendi içimde sönmeyen o küçük, ama o inatçı ışığın sesidir.
Ve ben, en çok o ışığın peşinde büyüyorum.
Eylül Meral YAĞMUR
5.0
100% (2)