Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Sa
Sahipli

SAHİPLİ;

Yorum

SAHİPLİ;

0

Yorum

3

Beğeni

0,0

Puan

64

Okunma

SAHİPLİ;

Kendini naklediyordu başka bir bedene.
Usul usul.
Bilinçsizce kendi aktarımını yapıyordu.
Bir kulaktan duyulan anons gibi keskin ve tırmalayan bir ses tonu.
Tekti. Sevişirken,gülerken,ağlarken.
Sadece oydu.Kimse buna engel olamazdı.Olmaya çalışanda hiç olmadı.Duvardaki sararmış lekeler günbegün artıyordu.Sigara önce nefes borusuna,ardından ciğerlerine ardından lale beyazı duvar boyasına sirayet ediyordu.
Yol daha uzundu.Midesi kalkmıştı insanların her halinden,kusmak için uzun uzun düşünmesine gerek yoktu.
Hiç geçmeyen hıçkırığı anons sesiyle aynıydı.Beyne bir darbe gibi tekrarlıyordu.
Rüzgar çanları...Gürleyen havayla birlikte bir o yana bir bu yana tıngırdıyordu.
Ne güzel bir havaydı.Ağaçtan yere düşmüş tek bir elma kuşların yemek yemesine katkı sağlayacaktı.Vefası olmayan kuşlar o elmayı yedikten sonra uçup gökyüzüne havalanacak,bir başka elmayı yemek için turlayacaklardı.
Rüyasından uyandı.Bir zaman önce sakladığı iki dal sigarası ve iki kadehlik şarabını eski püskü olan aynanın altından aldı.Zor zamanlar için saklanmış ama aklının kıyısına kazıdığı "olaki biri gelirse diye..." Düşündüğü umutsuz misafirperverliği bir anda sönmüştü.Perdeyi araladı,kar gittikçe hızlanıyor,işte bu onun en sevdiği havaydı. Soğuğu iliklerine kadar hissetse,tirtir titrese bile üşümek onun en mutlu anıydı. Geçmişi neye dayanır bilinmez.Göğsünden gelen kanlı süt damlaları sütyeninde leke olmuş artık hergün kullandığı ilaçları bir kenara atmıştı...
Belki de ulaşamamıştı ilacına.Fırtınalardan sonra mor salkımlar kökünden kırıldığında anladı.Aksi ruhu durulmuş, güvendiği ruhunun bedeninden gittikçe uzaklaşmıştı.Akşam oluyor,sabah oluyor ve rüzgarlar adeta bir el gibi saçlarını oyalıyordu.Güneşin açmasına ramak kalsa bile güneş açmıyordu.Yeminler etti aksi ruhuna,rüzgar çanları tek umuduydu.Sebepsiz severdi o sesi,kulak delen bir müzik gibi saatlerce eliyle vurur dinlerdi.Parmaklarını sıkan yüzüklerden kurtulmak istemiyor,sigarasından bir nefes daha alıyordu.O kadar çok içiyordu ki,kozalak şurubuna her sabah koşarak hışımla gidiyor,ciğerlerine babannesinden kalma fısfısı sıkıyordu.Tarihe karışmak için yazıyor, yazdıklarını sarı sandıkta biriktiriyordu.Adının bir önemi yoktu.Ölü insanların ismini taşımış ve bundan hoşnut kalmamıştı.Kaderi kördü.Günbegün onu öldürmekte olan acımasız bir insanı tren garında  beklerken hiç  gelmeyeceğini anladığında anladı. Hayatının her döneminde ölümle burun burunaydı.Ölümün bir kokusu vardı,sevişirken o kokuyu ciğerlerine çekiyor,ve o kokuya sıkıca sarılıyordu.Biraz hüzün,biraz huzur...Giden bir insan daima ölmeye mahkümdu. Ondan uzakta olan her insanın ruhuna bir çiçek diker, ardından vefatını kutlardı.Ve gidecek bir insana aşıktı. Zaman gitgide daralıyor,guguklu saat her saat başı ötüyor,takvimler geçiyordu. Yalnızlığına gittikçe yaklaşıyordu.Kendini bitirmekte olan bir insan her müsait zaman diliminde uzaklardan bahsederdi. Hasret kaldığı uzaklardan...Hayatın matematiği belki de buydu. Yarım kalmış bir yaşamın ardından her ayrılık yeni hayatlara gebeydi.Ve en güzel hikayeler her zaman ortada kalırdı. Öylece ortada,sessizlik içinde..."Zaman veya vakit, ölçülmüş veya ölçülebilen bir dönem, uzaysal boyutu olmayan bir süreklilik..."
Bir miktar mor salkım ve onun bir üst ötesi sararan lale beyazı duvar,katranlaşmak üzere olan  akciğer.Elinin uzandığı her yere hayat olmaya çalışan lakin hayatın tadını bulamayan,buldum zannederken yitirme korkusu yaşayan bir insandı.Bir kedi veya bir bitki...Doğmakta olan bir bebeğin doğum saati...Kırılan bir suluk ve çocuğun gözyaşları...Bazen vücuda enjekte edilmek üzere olan bir ilaç,bir şifa olurdu.Kendine hiçbir zaman soluk olamadı. Göğsündeki kanlı süt damlaları olmayan ve hiçbir zaman olmayacak olan çocuğunun izleriydi.Dumanlar gökyüzüne karışıyor,gitgide artan hava kirliliğine katkıda bulunuyordu.Ama elinde de değildi. Vefasız bir insan burun deliklerinden kanlar gelinceye kadar ağlamanın ve o kanlarla birlikte yoğun mide bulantısıyla kusmanın verdiği hazzı bilemez,acımasız sözleriyle tekrar ederdi. Bu bir döngüydü.Atılan bir çöp,kaybolan bir eşya,dalgın uykusundan uyanmak istemezcesine horuldayan bir ihtiyar...
Elbette ki sevgi bir şekilde canlıya nüksederdi.
Derin uykusundan uyanmak istemeyen ihtiyar her saniye ölüme kanat çırparken elbette ki sevgi hayattan kopan bir ihtiyardan sonra da varolacak ve evrende yeniden canlanacaktı.Sevgi hayata tutunmak için en güvenilir bahaneydi.Kaybolan bir eşya bazen bir başka şekle bürünür,ölen bir köpek bir kuş olarak yeniden karşına çıkardı. Anafikirde hep aynı sevgi,hep aynı varoluşun teması olan sevgi kaynaklı beslenme vardı.Yalnızca bedenler değişiyordu.Yaşamda çırpınış emeği olarak sevginin şekli aynıydı .Bir canlı ebediyen yanında kalıp seninle olamaz,lakin ebediyen hissiyatını ömrüne uğrayan sevgi saflığıyla sürdürebilirdi. Aslında o canlının sevgisinin özünde doğumsal içgüdüler vardı.Bedenlerse sadece yaşam kalıntılarıydı.Yaşamın her anında sağlıklı olamazdı canlı.Düşüşler olacak,sürünecek, adım atacak,belki yine sürünecek veya zıplayarak yükselecekti. Belki bedensel sağlığını kaybederek acı çekecek, belki de ruhu can çekişirken sadece eski püskü evinin parmaklıkları olan balkon demirlerinden gökyüzünü izlemeye çalışacaktı. Peki ya gökyüzü hiç tutsak olur muydu? Tutsak olan yalnızca insanlardı,camın arkasından hasret kaldığı gökyüzü yalnızca camın dışındayken gülümserdi. Yalnızca gökyüzüne dışarıya adım attığında sarılabilirdi. Bunun farkında olmaksa sürünmekten emeklemeye geçmekti. Bunu belki birçok kez adını duyduğu kasvetli şehirden mektuplaştığı bir insan gösterecek ve onu sadece bir kez görüp kendi payını çıkarttıktan sonra koşar adımlarla kaçacaktı.Kendi payını alırken birçok kez yaralanmış,kanayan diz kapaklarındaki yara izlerinin lekesi kalmıştı. Lakin iyileşmek için illaki bir başka insana ihtiyaç duyulurdu. Çünkü insanların çoğu kendinin farkında olmadan yaşar ve kendi dehasını işlevsizleştirerek başkalarının gücünden esinlenirdi. İnsan...İnsan neydi? Arapçada "unutan varlık" anlamına gelen biriydi. Nankör ve iki ayaklıydı. Bazıları haddinden fazla nankör olup kendine bile saygı duymazken sarıdan kahverengiye dönmekte olan dişleri her şeyi müjdelerdi. Kısalan saçlardan uzayan sakallar...Ayrılık belirtisiydi. Bir kadın saçlarını küt kesmiş ve adam öylece her şeyi salmıştı.
Saçını keserdi kadın,saçını sakalını uzatırdı adam.Ayrılığın bir sembolüydü belkide bu.
Sadece ayrılanların bildiği gizli bir dildi.Uzayan saçlardan kısalan saçlara..."Saçım uzayınca unutacağım"dedi kadın;"saçımı sakalımı yeniden kestiğimde toparlanacağım"dedi adam.İki ayrı bedende tek bir kalp olduktan sonra ne kadar ayrı düşlere teslim olabilirlerdi?
Ne kadar aynı gökyüzünün altında farklı yıldızlara bakabilirlerdi ki?Açık denizleri aştı,kıyıya geldi kadın.Nemli vücudunu yalayan rüzgara teslim oldu.Bir rüzgar gülü aldı;birbirine çarpan kavak ağaçlarının çıkardığı sese ruhunu bıraktı.Ruhu dalgalanıp esintiye karışıyor,esintiyse rüzgar gülünü harekete geçiriyordu.Çark dönüyor,aynı günler birbirini kovalıyordu.Saçının uzamasına gerek yoktu adamı unutmak için. Adam nankörlüğüyle kadının yalnızca saçlarına değil sızlayan etine de makas darbeleri atmıştı. Birbirine ait olmayanlar birbirini çabuk unuturdu. Alışkanlıklar aranır fakat boşluk özgürlüğe kavuşunca dolardı.Zaman geçiyor, hergün yeni insanlarla tanışıyor ve hiçbirine güvenmiyordu kadın.Aynanın karşısına başı dik çıkıyor en sevdiği yüksek dağlara tırmanırken dağ keçilerini anımsıyordu. Tutuşan sadece mektuplar değil,dünyanın kötü düzenine ayak uydurup büyük bir zihinken küçücük kalan insanlığıyla, körpecik gençler üzerinde hazırladığı sözcüklerden oluşan deney kalıplarını,onların üzerinde kullanıp, onları yetişkin düzene getiren bir o kadar da hayatın acımasızlığının içine atan biriydi. Gittikçe kül olmuş,külleri bir ardıç ağacının gölgesindeki toprağa gömülmüş ve onun adına da ölüm çiçeği dikilmişti.Yalnızca kadın ona ait olan o çiçeği sulamak istemediği için yaprakları kurumuş,gittikçe eriyerek ağacın gölgesindeki mezara sinişmişti. Onun için yaptığı son iyilikti bu. Sanki onunla hiç tanışmamışçasına hayatından silip atmak,anısını dahi yaşamamak...
Bir zaman susuldu. Aylarca,yıllarca. Kelimeler tükenmişti,ta ki o yağmur yeniden başlayana kadar.Ayak bileklerininin arkasını sallandıkça kesen sallanan sandalyesinde herzamanki gibi yağmuru izliyordu.Suskunluğu sol kulağına "hey!" diye fısıldayan halüsinasyonla sonlandı. Susamış bir toprağın yağmuru içine çekmesi kadar şehvetli ve sadık, göğün gözyaşlarını silme cesaretinde bulunacak kadar cüretkâr, gürüldeyen hava kadar sessizdi.Hep kaçtığı konuşulmasına tahammülü olmayan yarınlar kadar belirsiz bir hayattı onunki. Hep yarım bıraktı geleceğin görüşmelerini,cesareti o çok sevdiği yağmur ve toprak ilişkisi kadar yoktu. Bir insan gölgesini yalnızlığının güneşine sermiş onu güneşin altında kaşlarını çatmak zorunda kalmaktan kurtarmıştı. Gitmemeliydi,gidemezdi. Birdaha o güneşe çıkamaz,çıkarsa yeniden yağmurun gölgesine hasret kalırdı. Belki de bu bir insana hasret kalmaktan daha akıllıcaydı. Ama o,her ikisini de istemiyordu. Susturup ağzına tıkandığı gidiş cümlelerini duymak onun vesvesesini arttırıyor, sonrasını düşünmek istemeyen kaçışıyla kendi silimini yapıyor ve korkuyordu. Silinecekti...Adamın,yağmurda sığındığı bir ev olmaktı onu acıtan. Gölgesini güneşe serdiğini düşünmek onun toz pembe masalıydı. Gerçeği biliyor,sadece gülüşüyle "gitme" dercesine yalvarıyordu. O kadar çok neşe dolu yaklaşımı "zaman" adını verdiği adam gidince soluyor,gözyaşlarına dönüyordu. "Göğü kızdırma" demişti "zaman" gök gürlediğinde,göğü kendisinin ağlattığından ve çarpan şimşeğin ışıklı yansımasının okunu kadının kalbine sapladığından habersizce. Her gelişinde  adamın eline bir parça su değiriyor o suyu kendisine armağan edip yanmış soluk borusundan geçiriyordu. Ferahlaması adamın gidişine kadar sürüyor, her gidişinde bir sonraki gelişinin suyunu hazırlıyordu. Bu böyle devam ediyor, kağıttan yapılan küçük gemiler leğenin içinde yüzüyor,edebi gemiler oluyor ve ebediyete kadar mürekkep suya akıyordu.Bir deniz bulamadı edebi yazılarının mürekkebinin aktığı suyu bırakacağı...Yazdığı, çöpten daha değersiz gördüğü yazılarını kanalizasyon yoluna gidecek olan tuvalete döküyor ve sifonu çekiyordu.
Kadın anlaşamadı kimseyle.Etrafındaki bütün dostları silip atmış, yalnızlığının sahiline kulaç atmıştı. Bütün herkesin yitip gitmesini,acı çekerek ölmesini bekliyordu. Öksürdükçe gırtlağından burnuna gelen kokunun artmaması için sayısını bilemeden üst üste dişlerini fırçalıyor,ağzına karanfil yerleştiriyordu. Sevdi adamı,biraz sevdi. Tıpkı onun "kimseyi çok sevme,çok sevdiğin herkes, her şey yiter"dediği gibi... Biraz sevdi adamı,biraz sevdim onu. Gideceği ihtimali bilerek,her an avcumdan göğe yükselip gidecek gibi, birazcık... Bazen hiç olmamış ve olmayacak olan çocuğum gibi,bazense bir şaklabanmış gibi.Bacaklarımdan parkeye akan yarım litrelik kan,tüm ılıklığıyla zihnimin en beyaz köşesinde kalmış, her fırsatta canlanıyordu. Anlayamadı kimse, anlattığı bomboş, hiç bu sevgiyi yaşamamış insanların o iğrenç ses tonunu duymamak için sustu, sonsuza kadar...Dandik bir roman değildi  haykırış yazılarım,sadece yazmak rahatlatıyor,saçmalayarak çorap söküğü olan yazıma devam ediyor,birgün geri döneceği umuduyla yaşamaya ant içmiştim. "Bekle" demedi,deseydi son nefesime kadar bekler,kan kusarken onun yanımda olacağı inancıyla yaşardım. O inancı o "bekle" demeden de beklerken, belki son nefesimde o gelmemiş ve hiç gelmeyecek olsa bile beynimde yarattığım bir halüsinasyonla helalleşip bu dünyadan pılımı pırtımı toplayıp giderdim. Gerçek bir dünya var mıydı,veya o dünyada kavuşmak kelimesinin karşılığı olur muydu? Karışık bir inançtı benimki,ne öyle ne böyle değildi her şey tam olarak. Sürekli sorgu içinde bir ışık beklerken gökten,yeryüzünde bir uzaylı görme umuduydu.Olayları dramlaştırmak en büyük zevkimdi.Gerildiğimde parmaklarımı yerinden sökercesine ovalayarak kütletmem o ruh halinin en kaçar yoluydu.Bu sefer parmaklarımı yerinden koparıp atmak istediğim bir gerçek.Vakit doluyor,umutsuz umudun içinde kaybolurken zamanı pençeliyordum.Mide bulantılarım artıyor,kusmak için adeta mideme kadar uzattığım parmaklarım midemin asitinden eriyordu. "Şuanda yanımda kal" dedi "zaman." Doğru,şuanda yanında kalacak ve gidiş maceralarının tınısını kulaklarımdan süzüp geçirirken içinden en masum olanı seçip kendime bir parça daha yeni umut çıkaracaktım.Nedensizce başlayan ve anlamlandıramadığım bir bağlılıktı bu. Zamanını doldurup gideceğini bildiğim halde bağlanıp,şimdiyse ruhumun can çekişinin mazoşist zevkini yaşıyordum.Bir sigara daha yalnız kalacak ruhum için yakıyor,ciğerlerime dolan ateşin geçişinin tadına varıyordum.
Belki hiç okumayacağın,okumak isteyip  okumaya üşeneceğin tozlu rafların altında kalan bir şiir kitabı benim ruhum.Yansıttığım kadarını bilebilir,kaybolan geçmişimi sana fısıldamazdım bile.Adımları takip edersen anahtara ulaşabilirsin.Bir yanardağın eteklerinden akan alevler seni yaksın istemedim. Anahtarın yerini sana açıkça göstersemde gidecektin. Sonuç olarak sır kalmayı seçtim. Yasak meyveyi yiyen Adem bu yasak ilişkinin tek örneğiydi sana göre. Büyük günahtı sevişmek,cennetten kovulup cehennemin ateşinde yanacaktık.Gözlerimi her kapatışımda kalbimden sızan ve beni gittikçe öldüren o volkan sana göre kaderdi. Tıpkı doksan altı sene boyunca yaşamış olan bir adamdan gökyüzünün bile bıkması gibi. Nerden bakarsan bak herkes yoruldu yaşlı adamdan. Her sabah yanına gelip sırnaşan sokak kedileri sırasıyla ölmüş,doksan altı seneyi geride bırakan ihtiyar geçmişinde saplanıp kaldığı o türküyü hâlâ daha söylemeye çalışıyordu.Gitgide kabuğu kalınlaşan su kaplumbağası artık karaya çıkmış ihtiyarın yaşlılıktan incelen ve çatallaşan o iğrenç ses tonuyla ortaya çıkarttığı gürültü kirliliği eşliğinde ölmeyi bekliyordu.İhtiyarın dilinde tek bir türkü...Senelerce aynı türkü,trajedik bir geçmişi olmalı. Çünkü tamda bugün ihtiyar derin uykusunda uyurken oğlu onu terketti. Esnerken çenesi gıcırdayan ihtiyar karşısındaki boş koltuğa elinde olsa sırtında yük yapan kamburunu çıkarıp koyacaktı.
Küçüklüğünde okuduğu okulda en arka sırada yalnız başına oturulmaya mecbur bırakılmış ve dışlanmış bir insanın derhal büyümek istemesi ve o sıkıcı okul sıralarından kurtulmak istemesiydi hayat. Kaplumbağanın dileği ölmek, ihtiyarın dileğiyse kamburunu çıkarıp atmak, doksan altı yaşını yüze tamamlamak için yola daha genç çıkmaktı.
Yalnız yaşamaktan korkan bir insandın sen,korkma küçüğüm bu korku iliklerine kadar işlemişken karşılaşacağın her insana yalvarırcasına sarılacak ve yalnız kalmamak için çırpınırken sevmediğin bir insanın kahrını çekecek yine yalnız kalmayacaksın. İnsansızlık en büyük korkunken dünyanın öbür ucunda bulduğun bir kadına sarılacak,geçmişindeki kadınları ona anlatarak yaşayacak ve tıpkı diğer kadının alev alan saçlarının bir daha çıkmayacağını bildiği çaresizlik içinde o kadını da bırakacaksın.Haklıydın,hiçbir zaman senin hayatındaki "eş" kadın olmadım,çevrenden saklandım,hiç üzülmedim farzet bu duruma. Zaten üzüldüğümü de hiç belli etmedim. İçine susmak öğretildi bana,veya dayatıldı.
Saklanacak neyim vardı oysa. Senden bir parça olan insanlara merhaba ile yeterdim.  "Benden sana zarar gelmez" demekti merhaba.
Salkımın mor çiçeğinin açacağı günü bekliyordu kadın ağlamak için. İçine attıklarının haykırışı o mor salkım olacaktı.
Mazi bir tek elde kalan çam kozalağında hayat bulurken mor açacak salkımlar ağlamak için senden kalan diğer bahaneydi. Bir çocuk henüz yaprakları oluşan mor salkımın etrafında dolanıyor. Çocuktuk mor salkımlı sokaktan geçtiğimizde. Bir çocuk,mor salkımın dalına uzanmaya çalışıyor.Korkuyorum...Ağlamamak ve seni kahrolası beynimde yine canlandırmamak için Tanrıya bir yakarış bu.Kopar o yeşeren dalı çocuk. Mor salkım daha fazla uzanamasın balkonuma.Kimsesi olmayan ihtiyara herkes deli diyor kendi kendine konuşarak sokaklarda yürüdüğü için.Bu o ihtiyar için çokta önemli değil,benim ağlamamın "zaman" için önemli olmadığı gibi.Çöp kovasının dibinde ufalanmış içtiğin çayın tortuları. Atmıyorum kara sinekler toplanıp çoğalana kadar.Senin izlerini başıma taç edip parmaklıkları olan eski balkonuma taht yapacağım. "Bir kuşun kafesinin içine bir kuş daha koyarsan elbet anlaşırlar,önemli olan o iki kuş dışardayken birbirini bulacaklar mı veya tercih edecekler mi?" demişti kırk yılın başı oksijensiz evime uğrayan dostum."Beni şuana kadar en çok seven tek kadın sensin" dedi ay ışığı vurunca içine kapanık bir ses tonuyla,
Biliyordum,her bunu deyişinde "bende seni seviyorum" demek istediğini,bu sefer kendimi kandırmıyordum. Veya yine kandırıyordum. Tespiti henüz çok uzaklarda,bir ihtimal üzerine beynimde canlanan,ses tonundan hissine kapıldığım bir imtihan.Demese de olurdu tabii.Damarlarına vuran kanın akışından anlıyordum bir sonraki cümlesini.
İçimdeki  yoğun sevgisi zaman zaman nefretle karışıyor,o harmandan oluşan kıvılcımın üzerine işaret parmağımla basarak daha büyük felaket olmasını engelliyordum.
İçine kapanık sesinin tınısı tümüyle bastırdığım nefretime su döküyor,sevgi kırıntılarına dönüşüyordu. İki büyük savaşçıydı içimdeki kimsesiz çocuk.Biri kin,diğeriyse sevgi... Bir yarış içinde kulaç atarken kimsesiz savaşçılar,kazananı belirleyen adamdı.
Adam,kadın kadar çok seven başka bir kadınla hiç rastlaşmamıştı.Kadınınsa halüsinasyonları dışında hayatına hiç kimse misafir olmamıştı.
Gerçekten oluşan bir canlıydı adam...
Kurumuş topuklarından ayak parmaklarına, doğum lekesine, göbek deliğine, kolundaki damarlarına,sırtındaki her bir sivilceye,et benine...Baştan aşağı gerçekti.
Bunun bir halüsinasyon olmasına imkan yoktu.
Yaslandığımda  huzur veren göğüs kafesinde yıllarımı geçirip canımı teslim edebilirdim.İçine kapanık titrek göğüs hırıltısından saatlerce ninniler dinledim.
Bir nene ninnisindeki derinliğin huzuruydu bu.
"Çamlıbel’den çıktım yayan
Dayan ey dizlerim dayan
Kardaş atlı bacı yayan..."Kardaş mıydı o da bana,yoksa geçmiş bitmiş bir aşk filmi miydi? Güldüm, çok güldüm... Ama kimsenin yanında  içten gülmedim. Konuştum elbet,ama kimsenin yanında şımaramadım. Genelde sustum,ama onun yanındayken hiç durmadan bıdırdardım. Sessizliğimden şikayetçiler şimdi. "Hiç konuşmaz mısın sen" diyorlar,konuşurdum elbet... Ama bir zamanlar... Belki onsuzluğu hiç tatmamış bir çocukken... Ayrı karakterlere sahip olan ben,ne zaman yalnızlıkla kafamı dinlesem beynimin içinde hep aynı ses tonu yankılanıyordu..."Yine mi çıktın o dağa,hasta olacaksın,içme dedim bu kadar,kar yağıyor,ormana gidip sıcak çikolata içelim,ben sana demiştim,üzgünüm ama maalesef..."
Yükselen ses tonları,bağırışlar... Kırılan tabak ve bardaklar... Camlar az önce her tarafa saçıldı, adım atacak yer yok.
-Temizlese ya biri şunları,
-Öldürür mü dersin ?
-Ruhunu öldürdüğü kadar değil,
-Temizlemen için basman gerekiyor,
-Ölmeyi mi bekleyeceksin?
- Çekil,ben hallederim,
Ardından süpürge haznesine vakumlanan cam parçaları süpürge hortumuna çarpıp hazneye birikiyor,yerde tek tük kalan iri camlar az önce "Saud’un" ayağına saplandı.
Her adımda kan;ayak izinin desenleri parkeye sabitleniyordu.
İşte o gün Tanrıya ant içtim.
Seni bana anlatan,aktaran ve sürekli karşıma her seferinde çıkaran evreni görmezden,duymazdan,bilmezden gelmeye devam edeceğim.
Aksi ruhum durulsun ki;seni bana yıllardır işaret eden evrene karşı arama perdeler öreceğim.
Tanrıya ant içerken beynimin bastırılmış tarafından kısık bir ses tonu devreye girdi,
"Bütün perdeler şeffaftır ve kanla kazınan parkelerde ayakların gölgesi elbet perdenin arkasından görülecektir.
Elbet,elbet kazınacak "Saud’un" izleri beynin en tutsak bölümüne.
Tutsak kalmayacağım Saud’a, hatta onu bir böcek gibi ezip odamın tavanındaki yapışkan sinek mezarlığına asıp arada sırada kadehimi tavana kaldıracağım.
markası belli olmayan pet şişeye doldurulmuş şarabımı derin bir nefes alarak yudumlayacağım.
-Sonra ne olacak?
-Sayın beynim.Sen susacaksın ve ben yaşayacağım. Öyle bir yaşayacağım ki göklere yükselecek ve bilinmezliğe doğru izimi kaybettireceğim."Bazı pişmanlıkların affı olmaz" dedi kadının kumral kıvırcık saçları."Zaafta yok olur sabır tükenince" diye devam etti kadının göğüs kafesi. Uyku ilacını almayı unuttuğunu fark etti kadın. Hiçbir uzvunu dinlemek istemiyor, her zamanki gibi rüyasını bile hatırlamayacak kadar derin uyumak istiyordu.Uyumaktan başka bir çıkış yok bu yoldan... Gün gün azalan uyku ilacı bitmeye yaklaştığında, uyku ilacının dozunu azaltıyor, yeni ilaç almaya gitmek için dışarı bile çıkmak istemiyordu. Mecburdu... Uyumak onu hissizleştiriyor, kanayan göz kapakları ve ağrıyan başı biraz olsun dinliyordu. Düşük doz uyku ilacını midesine yolladığı günün sabahı gördüğü rüyasını hatırlayıp dönen başı ve kararan gözleriyle aniden yataktan fırladı. Bütün siyah beyaz fotoğrafları bir çömleğin içine toplayıp yaktı. Külleriniyse klozete uçurup üzerine bir kova su döktü.
– Sonunda kurtuldum sizden...
Fotoğrafı yakan elleri konuşmaya başladı.
– Bende hâlâ izleri var. Bak bir yağmur daha. Al ceketini, çık gel. Bir asır geçti son yağmurda ıslanışımız.Bir örümcek ağına tutulmuş yağmur parçaları, ağ bozulmak üzere. Her şey yok olmak üzere, biz gibi... Bitmek üzere kadehimdeki son yudum şarap, Susmak üzere yüksekten gitgide alçalan melodi.
Müzik iyice ağırlaştı, pusarıklamaya başladı gökyüzü.Yağmur bulutları çocukluğumuzdaki ay dedeyi kapatmış ve ölmek üzere şemsiyesi kırılan kadın. Tükendi gökteki yıldızlar, yere yığıldı hanımeli. Rüzgar şemsiye yönünde esiyor, daha çok kırmak için… Daha çok kırılamam Saud, ama yağmurun şiddetini gösteren sokak lambalarına ant olsun ki seni bir kere daha görmeden ölmeyeceğim. Bakarsın bir sonraki yağmurda veya karbeyaz sokaklarda… Ant içmiştim Tanrıya, ve seni yeniden gördüm Saud. Ölümün baş harfine yaklaşmışken yeniden sarıldı bana ince uzun parmakların. Yeniden hayatımdasın. Bu sefer şahittir ki kaktüsler, şahittir ki kahverengi sandalyeler seni bu evde yeniden gördüm. Zaafından vazgeçemez insan, yorulsa da camlar ayağını parçalasa da zaafından vazgeçemez. Sarı sandıktaki mektuplardır geçmişteki hislerim. Ellerimle zımparaladım sandığı, boyadım sarıya, bir gülü kuruttum çıkmaz sokaklardan oluşan hastane koğuşunda.
Yazdım, hep yazdım. Gül kokusunu sandığa bırakıncaya kadar…
Hep yazacağım, son nefesime kadar haykıracak mürekkebim. Ve sen Saud, benim son nefesimde sarı sandığa sarılıp ağlayacaksın. Belki o zaman doksan altı yaşına gelip kamburu çıkmış, o incelmiş kulak tırmalayan sesinle bir türkü tutturacaksın.
Kim bilir, belki de “nazenim” deyip susacaksın ya da çevrendekiler seni susturacak. O kadar incelmiş olacak ki sesin ihtiyarlıktan, konuşmayı sana haram kılacaklar.
Kaplumbağalar bile yoruldu doksan altı yaşındaki ihtiyardan; sallanan sandalyesindeki kadın Saud’un yerine koyamadı kimseyi.
Tek bir buse kazındı aklına ve tek bir buse kazandı gerçek sevgiyi. Çınlayan kendi sesinin yankılanmalarıydı.
Şeytanın vücut bulmuş haliydi kadın, Saud’a zulmetmiş, ama hâlâ daha bırakmamıştı yakasını. Ölümün baş harfindeki hazzı yaşarken kurtarılmıştı acımasızca.
Belki onu bir daha göremeyecekti, veda busesi vermeden göçme arzusunun hatası yeniden kadını ayağa kaldırdı.
Üşüyorum, bu sefer hepsinden farklı. Bir sedyede öylesine terkedilmiş üşüyorum. Etrafımda beni kurtarmak isteyenlere rağmen terkedilmişçesine sızlıyor kalbim.
‘Sen çok güzelsin, hayat çok daha güzel…’ diye fısıldayan kısık sesli sarışın bir hemşire…
Gerçekten de güzel mi hayat? Belki de… Sarı saçlı, zarif ve kibar hemşire, sana söz ki Saud’a veda busesi vermeden ölmeyeceğim.
Bu sedyenin üzerindeki yatan kalıplaşmış vücuduma örtü örten ihtiyar adam, sana söz ki üşüyen ellerimi onun elleriyle ısıtmadan ölmeyeceğim.
Farelerin klozetten çıktığı bir evde tütsüler yakılmıştı.
Tütsüler sigara dumanını bastırmıyor, ortalık daha da iğrenç bir duman yığınına dönüşüyordu.
Alkış sesleri gittikçe hızlanıyor, yalnızlığa yakılmış türküyü dilden dile kaçarcasına aynı anda okuyorlardı.Kedere razı gelmeyen, kadere boyun eğmeyen bir adamdı karşısındaki.
Yeniden başlama umudunu bir kenarda söndürmüş, kadının yıllarca içtiği sigarasından bir nefes dahi almadan iradesini koruyordu.
Sadece kadının sigarayla zehirlenişini izliyor ve buna engel olamıyordu.
Ne kadar farklı ritimlerde atsa da kalpleri, göz göze geldikleri anda aynı melodiyle canlanıyordu.
‘Emin misin?’ dedi yamuk burunlu oyuncak ayı.
‘Beni hâlâ daha atmayacağına emin misin…’
Emindi sarı sandık, ‘Tükenmedi o kalem.’
‘Peki ya engel nedir?’ dedi mor salkım.
‘Hâlâ daha açmamış olmam mı?
Belki de tüm günahı lanet olası o mor salkımın açmamış olmasıydı.
Dualardan yakılan tütsünün külleri üflenmiş, dualar ağıt olmuştu.
Mor salkım açacak, bir cumartesi günü sarı sandığın içinde can bulacaktı.
Sayın sarı saçlı zarif hemşire!
O gün göreceksin ki; kalbinden sarfettiğin bütün cümleler can bulacak, bir zihin kahramanı olarak adının bile bilinmediği bedende ölümsüzce yaşayacaksın.


Ciğerleri fokurdayan bir köpek düşünün... Lütfen düşünün... Düşündüyseniz bir başka evreye geçiyorum.
Ciğerleri fokurdayan uzun kulaklı köpek son nefesini akciğer kanseri olarak verdi. Yanında içilen sigaralar onu etkilemiş, on iki sene boyunca deniz kıyısındaki sandalda bir nebze olsun oksijen almayı unutmuştu. Yine de hayatının kahramanı olarak gördüğü tek varlık sahibiydi.
Hayalinde ve düşünde hep sahibini bekledi. Bir kez olsun onun rüyasına girip aklına düşmeyi bekledi. Sahibi aklını ve kalbini satılığa çıkartmış, uzun kırmızı çizgili çoraplarını giymiş, tuvaletin önünde dizleri karnında bir vaziyette saatlerce ağlamıştı.
On yedi yerinden bıçak darbesi yiyen sahibiydi. Asıl ölüm onunkiydi. Bir gece vakti katledilmeye ramak kalmış; on yedi bıçak darbesine rağmen o hastaneden dimdik çıkmıştı. Burnunda oksijen maskesinden kalan bir iz.
Kaşının kenarı dökük, belli ki bir kurşun da oradan yemişti. Kalbini ve aklını satılığa çıkartmanın bedeliydi bu.
Sevgi neydi diye sordu köpek.
Sevgi belki de unutulmaktı. “Sahibinin mutluluğu için unutulmayı göze almaktı” dedi mavi kuş. Gök kadar maviydi kuş. Kendi kendine bıdırdar, bir tüneğin üzerinde uykuya dalardı. Son zamanlarda kuş uykusu kadar kısa ve hafifti kadının uykusu. Narsist ve bulimik bir anneden olma borderline’dı hayatın en acımasız tarafı. Belki genetiğine sevinip bipolar olduğu için de şükreder, Tanrı’nın saçlarını okşamasını beklerdi. Tanrı’yı gördüğünü ve onunla konuştuğunu iddia ederek gülünç duruma düşerdi.Oysa herkes Tanrıyla konuşabilir, onu görebilirdi.Gözlerini kapatıp elini kalbine götürmesi yeterliydi. Bordorline kişiliğine lanetler yağdırıyor, bağımlı olduğu kişilerden adeta nefret ediyordu. Halüsinasyonları ilaçlarla azalmış, ama hâlâ daha güneşli havalarda şimşeklerin ışıklarını görüyordu. Bu halüsinasyondu elbet. Tıpkı adına "zaman" dediği adam gibi. Şimşeklerin ışıldaması ona kışı çağrıştırıyor, kış havasını daha çok seviyordu. Bir umudu vardı. Birgün kendi gibi acınası olmayan adını gökten alma, gök kadar mavi bir kızı olacaktı.Tabii buna sevgili ilaçları izin verirse. Göğsünden gelen kanlı süt damlaları kullandığı antidepresanların hediyesiydi. Belki hiçbir zaman bir çocuk sahibi olamayacak ve hayalindeki kızına her sarılışında gerçek olmadığını bildiği için annesini selamlayacaktı.
Annesi miydi günahkâr, bir günahın içine mi doğmuştu baba ve çocuk? Sigarayı bırakabilirdi kadın huzurlu bir ortamda büyüseydi. Alkolik olmazdı adam, sürekli örselenmeseydi.Büyüyememiş bağımlı kalmıştı annesine. Annesiyse daima kurbandı. Onu dinleyen bir bayram kurbanlığı dinliyormuşcasına ağlamaya başlardı. Bu acınası hali buradan geliyordu yazarın. Saud, kadının nefesini verdiği bir evdi. Bu evde bazen bir kurbağa, bazen bir keçi olurdu. Saud’un sesinden masallar dinleyerek büyüdü kadın. Saud, kadının çocukluğuydu. Güven Saud’tu. Ve sevgi;hakikattı, masumluktu. Gözlerini kapattığında sonsuzadek güvenebilmek, güven duygusunu tüm ruhuyla hissedebilmekti. Kendini kalıba sokmadan yanında özgürce kahkaha atabilmekti.Kadın öyle bir zamandan geçmişti ki, Saud’ta babasından izler buluyordu. Zaten babasını büyüme evresinde parça parça gördüğü yetmiyormuş gibi, birde Saud’la, eviyle ters düşmüştü. Saud kadına bir dosttu. Yalnızca kadın aşk duygusunun ne demek olduğunu hiç hissetmediği için bu duyguları karıştırıyordu. Ve elbet karmaşık duygular ip gibi dizilecek ve Saud’a sarıldığında aslında yalnız kalmış çocukluğuna uzun uzun sarılmak istediğini anlayacaktı.
Sevgi saftı,sakindi, sessizdi,çocuktu, kimsesizdi. Kimseye bir ağırlığı yoktu. Naifti, beyazdı. Bir şarap misali yıllandıkça güzelleşmişti.Kâh sevgiliyle kâh yalnız. Kâh gülerek, kâh ağlayarak. Sevgi hep varolacak, hep yaşayacaktı.Ve birgün ölüm denen yeniden doğuşla öylece ortada kalacak, görevini başka bir bedende sürdürecekti. Gelinliğimin eteklerine ciğerlerimden fışkıran kanlar bulaşmıştı. Sigaranın zararını o gün birkez daha anladım. Her akan kanım beni sanki biraz daha aklıyor, bütün günahlarımı kutsuyordu.Gizli buluşmalar devam ediyor, kulağıma verilen nefesle içimi doldurmaya çalışıyordum. Gün geçtikçe bana dayatılan bir sevgiyle yeşermeye çalışıyordum. Bu sevgiden etkilenmiyor, ait olup olmadığımı soruyordum. Saud’a asla teslim olmayacaktım. Saud, gelinliğime bulaşan kanla sonlandı. Onun hayatımdan çıkma vakti, tıpkı ciğerlerimden ağzıma gelen kan gibiydi. O gün bitti her şey. Bundan sonra yolum belki yoldu, belki durak... Tek bilinen bir doğru vardı. Saud’un masum sevgisi babamın bana olan sevgisi gibiydi. Ve bunu farketmiş olmak bana zulmediyordu. Aksi ruhum Saud’ta derin travmalar bırakmış, onun naifliğinin altında günden güne eziliyordum.
-Bu kadar tapılası bir karakteri varken ruhun neden ona bu kadar karşı kızım?
-Onu kendim gibi karakterlerle başbaşa bırakamayacak kadar kararlıyım. Her ne kadar çoklu karakterlerim olsa da, her bir karakterimi tek tek buna ikna ettim. Ben acıdan oluşan et ve kemiğim.Ruhlarımın her biriyse gömülmeye yüz tutmuş, asıl ruhun sahibini ateşe atacak kadar düşüncesizken anılardaki güzelliğin karmaşasının ana nedenini bulduktan sonra, anılarda yaşamayı ve o anılara büyülenmeyi bırakmak en doğrusu.

Nar ritüeli ve hıdırellezdeki mucizeyi beklerdi annem her zaman, nar ritüeli annemin narsist ruhunu geçici süreliğine de olsa yumuşatırdı. Kırılan narları yedikten sonra tekrar kusar, tartıya gidip gram hesabı yapar, benim gittikçe irileşen vücuduma kusur bulur karakterlerimden birini akarsuya bırakırdı. Bütün büyüler akarsuda çözülürken, benim kilitli sandığımı hiçbir su açamazdı. Kitli sandığımın anahtarı belki günâhkar bir fanideydi, belki de hiçkimsede yoktu.
Tenim bir gizken, ruhum şifalar dağıtıyor bir kalbi tamir etmeye çalışıyordu.Süresini tamamlayan gidiyor, bir sonraki sıraya geçiyordu. Bir döngü, acımasız bir döngü.Susturulmak zorunda kalmadan susmaya meyilli olmuştum. Çocukken öğrenilmiş bir alışkanlıktan geldiğini düşünüyorum. Her çocuğun özgürlüğünün sınırlarını annesi belirlerken, susması gereken yerleri gözlerinin içine bakarak tehditkâr hedefe alırdı. O gözlerle karşı karşıya gelmemek için içimden bazen konuşur, bazen içime bile anlatacak bir şeylerin olmadığının farkına varırdım.
21 Aralık Kış Döngüsü,
Doğan gün Nar-Dugan.
21 Mart İlkGüz Döngüsü,
YeniGün Nevruz.
21 Haziran Yaz Döngüsü,
KızılGün, KızılGüneş.
21 Eylül SonGüz Döngüsü,
SonGün -SarıYaprak...
Doğanın sesinin ortaya çıktığı muazzam günler. Tanrının sesini nefes aldığın her an duyabilirken, bu günlerde insanın, canlının bilinci sanki daha da açık oluyor. Her insanın güç aldığı bir olgu illaki vardır. Her şey bitti denilen anda sarılınan bir sevgi, hırslandıran tek bir cümle... Benimkiyse Türklüğüm. Şu hain dünyada güzel bildiğim kutsalım Tanrı ve kalbimden damarlarıma akan Türk kanı...

Paylaş:
3 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
Sahipli; Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Sahipli; yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
SAHİPLİ; yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
Paylaş
YAZI KÜNYE
Tarih:
2.12.2025 13:22:36
Beğeni:
3
Okunma:
64
Yorum:
0
BEĞENENLER
SON YAZILARI
POPÜLER YAZILARI
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL