0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
55
Okunma
Kuşların Fısıltısı
O gün çok sıcaktı. Güneş artık tepe noktasını geçip aşağı inmeye başlamıştı. Okul dönüşü evde uzanıp yorgunluğunu atmadan önce balkon kapısını açıp balkondaki yer minderine oturdu. Sırtını demir korkuluklara verdi. Ayaklarını uzattı. Başını hafif arkaya atıp korkuluğa yasladı. Kollarını birbirine doladı. Uzaklara dalıp gitti. Amacı biraz dinlenmekti. Sonra kalkıp evdeki görevlerini yerine getirecek, okula gidip küçük kızını alacak, akşam yemeğinden sonra beraberce ödevleri yapacaktı. Uyuyakalmıştı. Rüyasında yemyeşil bir ovanın içinde yalnız bir tepenin üstünde bir ağacın altında oturduğunu gördü. Sırtını ağaca yaslamıştı. Ayaklarını uzatmış çimenlere kollarını yine aynı şekilde birbirine bağlamıştı. Kırmızı lalelerle bezenmiş yemyeşil ovaya bakıyordu. Uzakta bir yerlerde bazı hayvanların otladığı gözüne çarpıyordu. Ruhunu serinleten bir yel esiyordu. Altında oturduğu ağacın yaprakları hışır hışır seslerle kulağını tırmalıyordu. O yine gözlerini uzağa dikmiş geçmişin hatalarını geleceğin bilinmezliğini düşünüyordu. İçinde bilmediği bir huzur aynı zamanda anlayamadığı bir burukluk vardı. Göğün bütün maviliği gözlerinde toplanmıştı. Tam da bu esna da ağacın dalına iki kuşun konduğunu gördü. Gelip kafasının üzerindeki ona en yakın yere tüneyip durdular. Bir süre kuşlara bakmaya devam etti. Sonra gözlerini onlardan alıp yine uzaklara daldı. Derin düşünceler içine dalmışken kuşların seslerini duydu. Sonra birden irkildi. Kuşlar aynı insanlar gibi konuşuyordu. Aralarındaki muhabbetin hepsini harfi harfine duyuyor ve anlıyordu. Kuşlardan biri diğerine “Biliyor musun? Bir zamanlar burada büyük bir paşa hüküm sürüyordu. Gel zaman git zaman bu paşa’nın bir oğlu oldu. Paşa oğlunu gözünden sakınır hiç üzülmemesi için elinden geleni yapardı. Oğlan büyüyüp evlenme çağına gelene kadar ağzından çıkan her kelime emir bilinmiş. Paşa onu şımartmış da şımartmış. Lakin bütün bunlara rağmen iyi huyu dillere destanmış. Paşa oğlunu evlendirmiş. Ona yedi gün yedi gece süren bir düğün yapmış. Sarayının en güzel dairelerini onun için hazırlatmış. Paşa onu gözünden bile sakınırmış. Paşanın zenginliği de dillere destanmış. Halkına çok davranır, onlara çok hürmet edermiş. Kendini üstün görmez onlardan biri gibi davranırmış. Bütün bu özellikler paşanın yurdunu zenginleştirmiş, hazinelerini artırmış da artırmış. Günlerden bir gün paşanın oğlu eşi çocuğuyla sarayın dışına çıkmış. Babasının yurdunu dolaşmış. Her yeri görmeye çalışmış. İnsanların dertlerine deva olmak için uğraşmış. Dönem vakti geldiğinde yola revan olmuş. Sarayına geldiğinde babasının yerinde olmadığını görmüş. Kime sorsa kaçamak cevaplar veriyormuş. Sonunda babasının vezirini çağırmış. Vezirden olanları anlatmasını istemiş. Vezir şehzadem ‘babanız bir gece vakti uyudu ve bir daha kalkamadı’ demiş. Şehzadenin yüreğine artık bir gam oturmuş. Üzüntü ve kederden kendini yese de babasının yaptığı gibi Halkının yanında olması gerektiğini biliyormuş. Lakin üzüntü ve keder zamanla akıl sağlığını bozmuş. Git zaman gel zaman artık herkesin içinde deli şehzade diye anılır olmuş. Fakat şehzade biliyormuş ki kendisi deli değilmiş. Kim ne derse desin yoluna bildiği gibi aynen devam etmiş. Artık takatının sona erdiği bir akşam vakti. Vezirini çağırmış. Sarayının hazine kapılarını açtırıp bütün hazineleri halkına paylaştırmasını istemiş. Vezirine bir bir anlatmış herşeyi. Sonra heybesinin iki gözünü altınla doldurup eşini ve oğlunu alıp saraydan çıkmış. O gün bu gündür kimse o şehzadeyi bir daha görmemiş. Kimisi uzak bir memleketteki ücra bir köye yerleşip sepet yapıp sattığını söylermiş. Kimisi bir dağ başında bir dervişe dönüştüğünü dile getirirmiş. Kimisi de paşalısının yükünün ağır geldiğini yanına aldığı hazine ile uzak bir memlekette daha sade ve ailesinden başka sorumluluğu olmayan bir hayat kurduğunu söylermiş.”
Sözünün bu kısmında konuşan kuş biraz durdu. Derin bir nefes çekti içine. Arkadaşının gözlerine baktı. Sonra kafasını çevirip karşısındaki dağların yüreğinden geçip dağların ardındaki kuşların seslerini dinledi. Ve tekrar konuşmaya başladı. “ Herkes konuşuyor ama ben biliyorum ona ne olduğunu” dedi. Sevgili dostum o şehzadenin nerde olduğunu da biliyorum ne yaptığını da. Heybesine doldurduğu hazineye ne olduğunu da. Biliyor musun? Heybesinin iki gözünü doldurduğu hazinedeki altınların tek bir tanesine dokunmadı. Hepsini şu üstünde durduğumuz ağacın altına gömüp yoluna devam etti. Şu dalın altında uyuyan dervişi görüyor musun? Tam onun sırtının altında duruyor. Bu ahmak bi de bizim konuştuklarımızı anlayıp öğrenebilseydi çok şanslı olacaktı. Ama biliyorsun ki insanlar bizim konuştuğumuzu düşünmüyorlar. Sadece bazı gereksiz sesler çıkardığımızı zannediyorlar. Halbuki birbirimizle sohbetlerimizi, birbirimize olan aşklarımızı nasıl ifade ettiğimizi, nasıl savaştığımızı, sinirlenince ve kızınca nasıl korkunç kelimeler sarf ettiğimizi bilmiyorlar. Belki de bizim lügatımızda olan kelimeler onların dilinde bile yoktur. Neyse biz şimdilik bunu bırakalım da şehzadeye gelelim. O şehzadeye ne oldu dersin biliyor musun? Şu karşıda ki dağın uzak ardında zengin bir şehir var. O şehre pek uzak olmayan bir köye derviş kılığında yerleşti ailesiyle. Hergün hasırdan sepet yapıp durur. Haftanın bir günü de o sepetleri götürüp Farkin denilen şehrin pazarında satar. Ben sürekli onun evine misafir olurum. Buradaki huzuru ve rahatlığını sarayında hiç onda görmemiştim. Nedendir bilmem ama bu toprak damlı tek göz evde keyfi daha yerinde daha mutlu sanki.
Aralarındaki muhabbet son bulunca ağacın altında uzanan adam kulaklarına inanamamıştı. Kafasının üstündeki dala iki kuş konmuştu. Sohbet etmiş ve sohbetin sonunda da uzandığı yerin altında bir hazinenin olduğunu şöylemişlerdi. Apar topar yerinden kalkmaya çalışırken uzaklardan bir yerden bir şehrin kapıları açılıyor ve uzun borularla savaş sesleri yükseliyordu sanki. Sesin şiddeti gittikçe artıyor ona yaklaşıyordu. Hiç birşeye anlam veremiyordu. Bu kadar gürültü ve ses olmasına rağmen etrafında hiç kimse yoktu. Şaşkın şaşkın etrafına bakarken birden yerinden irkildi. Balkonda minderin üzerinde uyuyakalmıştı. Telefonu çalıyordu. Her seferinde sesin şiddeti artarak çalmaya devam ediyordu. Rüya gördüğünün farkına o an varmıştı. Telefonun düğmesine basıp sesi kapattı. Sonra saatine baktı. “Eyvah” dedi. Okulun çıkış zili de çalmıştı. Alelacele lavaboda yüzüne su attı. Koşar adımlarla terliğini giyip kapıdan kendini dışarı attı. Bir heybe dolu altınını balkonda minderin üstünde bırakıp kızını almaya gitti.