1
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
83
Okunma

GÖNLÜMDE BİR SEN VARSIN
Torosların eteklerinde, rüzgârın çam kokusunu dağlara serdiği, keçi seslerinin yankılandığı bir yaylada yaşardı Gül Fatma ile ailesi. On altı yaşından beri sabahın alaca karanlığında kalkar, keçilerini alır ve dağ yollarına düşerdi. Saçları hep başörtüsünün altında kalırdı ama gülüşü, özgür kuşlar gibi gökyüzüne açık dururdu.
Gül Fatma’nın ne aynası vardı ne de süsü. Ama yüzüne bakan her yürük yani göçer, onun gözlerindeki ışığı görürdü. Berrak ve durgun bir gölün dibindeki pırıltılar içinde saklı güzelliğine hayran kalırdı. Yeşil - mavi giysileriyle, doğayla bir bütün olmuş gibiydi. Elleri nasırlıydı ama yüreği pamuk gibi yumuşacıktı.
En sevdiği keçisinin adı Zülüflü, o nerede durursa, Zülüflü ya yanında ya da biraz gerisinde, göz ucuyla onu kollayıp dolaşırdı. Gül Fatma, sabahları ona türküler söyler, Zülüflü de ara sıra bir si bemol sızlatan “meee”siyle her şeyi anlamış gibi başını sallayıp adeta karşılık verirdi.
Gül Fatma, hayvancılıkla uğraşan Kara Doğan’ın en büyük evladıydı. Anası Gülendam, dört kız doğurmuş, en sonunda Yaşar’ı doğurunca “erkek evlat kokusu da gördüm ya Rabbim” demişti.
Ama evin asıl yükünü çeken, Gül Fatma ve yardımcısı ise diğer kız kardeşleriydi. Hem ana gibi kardeşlerine bakar, hem baba gibi dağa taşa çıkarak keçi güderdi.
Gün görmüş, yıl görmüş çobanlar, ateş başında aralarında fısıldaşırken:
“Bu kız bir erkek gibi; hem dirayetli hem yürekli!”
derlerdi ardından. Gülfatma, seher vaktinde kalkar, tandırda ekmeğini pişirir, bir yandan da çayı demleyip, keçi çanlarının sesi duyulmadan çoktan yola koyulurdu. Elinde değneği, sırtında heybesi, ayaklarında yolların tozu, gönlünde dağların rüzgârı vardı.
Gün görmüş, yıl görmüş çobanlar “Bu kız, bir erkek gibi. Hem dirayetli hem yürekli!” derdi ardından. Gülfatma sabahın seherinde kalkar, tandırda ekmeğin pişirirdi, bir yandan da çayı demleyip keçi çanlarının sesi duyulmadan çoktan yola koyulurdu. Elinde değneği, sırtında heybesi, ayaklarında yolların tozu, gönlünde dağların rüzgârı vardı.
Bir yaz günü yaylaya yeni bir delikanlı geldi: Hasan. Babasıyla birlikte koyunlara çobanlık etmeye başlamıştı. Hasan’ın sesi tok, bakışı düzgündü. Ama Gülfatma’yla karşılaştığında dili çözülmezdi. Gülfatma gülümsedikçe, Hasan’ın yüreği titrerdi…
Kara Doğan her ne kadar sert mizaçlı biri olsa da kızının bu candan fedakârlığına sevinir, ona derinden bir saygı duyardı. Dost meclislerinde, çayını yudumlarken,
“Gül Fatma, benim hem elim oldu hem yüreğime kuvvet,” diye övünürdü.
Ama kader, her yörük kızı gibi, Gül Fatma’nın da gönül kapısını bir gün habersizce çalacaktı…
O gün, yaylanın öbür yamacından bir duman tütmeye başladı. Yeni bir oba kuruluyordu. Çamların arasından yeni çadır direkleri yükseliyor, koyun meleyişleri, keçi çanları ile karışıp rüzgârla yaylaya dağılıyordu. İşte o oba ile birlikte geldi Hasan…
Hasan, köyün imamı Harun Hoca’nın yeğeniydi. Babası yıllar evvel vefat etmiş, küçük yaşta evin direği kalmıştı. Bu sene anasını da alıp yaylaya çıkmış, dayısına yakın olmak istemişti. Sesi tok, bakışı dosdoğru, kendi hâlinde, sessiz, mahcup bir delikanlıydı.
İlk kez, bir sabah güneş dağın sırtını usul usul ısıtırken gördü Gül Fatma’yı. O keçi sürüsünün önünde dimdik duruyordu. Başörtüsünün ucundan birkaç ince saç teli çıkmış, rüzgârda hafifçe dalgalanıyordu. Elindeki değneği yeri gelir bir komutan asasına, yeri gelir bir sazın gövdesine benzercesine ustalıkla kullanıyordu.
Hasan’ın içi o anda kavruldu.
“Bu dağların kızıymış ama gönlümün efendisi oldu,” diye geçirdi içinden.
O günden sonra, Hasan’ın yolu ne zaman o yamaca düşse, gözleri ister istemez Gül Fatma’yı arar oldu. Gül Fatma, onun bakışlarını fark ediyor ama belli etmemeye çalışıyordu. Yine de Hasan, sürüsüyle kendi yanından geçtiğinde, farkında olmadan türküsünün nakaratını biraz daha yüksek sesle söylüyor, Zülüflü de inadına ortalığı çınlatan bir meleyişle eşlik ediyordu.
Bir gün, dağın ardında hava ansızın bozdu. Toros Dağlarının alışılmış kaprislerinden biriydi bu; az önce güneş pırıl pırıl parıldarken, kısa zamanda gökyüzünü kara bulutlar kapladı. Rüzgâr sertleşti, ardından dolu taneleri tepeleri dövmeye başladı. Keçiler ürküp sağa sola dağıldı. Gül Fatma onların peşine düşmüş, Zülüflü’yü gözden kaçırmıştı.
Yıldırım, uzak tepelerin arkasını bir anlığına gündüze çevirirken, incecik bir meleyiş duyuldu. Zülüflü, kayalık bir uçuruma yakın bir yerde sıkışmış, olduğu yerden çıkamıyor, debelendikçe daha çok kayalara sürtüne sürtüne çıkış yolu arıyordu. Gül Fatma’nın içi burkuldu, canı ağzına geldi.
“Dur Zülüflüm, geliyorum!” diye bağırdı. Ama kayalar ıslak, ayaklar ve yer kaygandı.
Tam o sırada, arka taraftan bir ses yükseldi:
“Gül Fatma! Sakın ileri atlama!”
O bağıran Hasan’dı. Dolu yağışının arasında, başına geçirdiği keçeden külahıyla, sırtında aba, elinde ipiyle koşarak geliyordu. Göz göze geldiler. Dağın başında, gök gürlerken, iki genç yüreğin sesi, gök gürültüsüne karıştı.
Hasan, ipi hızla bir kayaya doladı, sonra diğer ucunu beline bağladı.
“Ben inerim, sen ipi sıkı tut,” dedi, hiç tereddüt etmeden.
Gül Fatma itiraz edecek oldu:
“Olmaz, düşersin Hasan, ben alırım Zülüflü’yü…”
Hasan, gözlerinde bir kararlılıkla gülümsedi:
“Senin gözünün nuru o. Merak etme, hem senin, hem onun canı bana emanettir şimdi.”
Yağmur, sanki her sözcüğü mühürlemek ister gibi şiddetini artırdı. Hasan yavaş yavaş kayalara tutuna tutuna indi. Zülüflü korkuyla meleyip duruyordu. Delikanlı, keçinin boynuzlarını usulca kavradı, sakinleştirmek için hafif bir sesle konuştu. Sonra ipi hem kendine hem de Zülüflü’ye dolayarak işaret verdi:
“Çek şimdi, yavaş yavaş!”
Gül Fatma, bütün gücüyle çekmeye başladı. Parmaklarının arasından ip geçtiğinde derisi soyuldu, ama o acıyı hissetmedi bile. Çünkü gözleri yalnızca, bir keçi ve bir delikanlının, uçurumdan sağ salim çıkışlarını bekliyordu.
Sonunda Hasan, Zülüflü’yle birlikte yukarı vardığında, ikisi de soluk soluğa kalmıştı. Bir an, ne diyeceklerini bilemediler. Dolu yağışı şiddetini azaltınca sesi kesilmiş, yerini ince bir yağmura ve ıslak toprak kokusuna bırakmıştı.
Gül Fatma, titreyen ellerini Zülüflü’nün başına koydu.
“Benim akılsızım…” diye fısıldadı, sonra başını kaldırıp Hasan’a baktı.
“Can borcum var sana Hasan,” dedi, sesi biraz çatallanarak.
Hasan gülümsedi, ama gözlerinde ciddiyet vardı:
“Borç morç yok. Zülüflü’nü seviyorsun; insan sevdiğini kurtarmak ister. Ben de…”
Devamını getiremedi. Cümle boğazında düğümlendi. Gözleri bir an için, Gül Fatma’nın gözlerinde kayboldu. O bakışta hem ilk sevdanın çekingenliği, hem de Torosların kadim ciddiyeti vardı.
O günden sonra yaylada diller bir çözülür bir susardı. “Hasan’la Gül Fatma birbirine sevdalı” diyen de olurdu, “Yok canım, olur mu öyle şey, Kara Doğan kızını kolay vermez,” diyen de… Rüzgâr, çadırlardan çadırlara sadece kilim kokusunu değil, Gül Fatma’nın, Erikli Çeşmesi başında Hasan’a “Gönlümde bir sen varsın” sözlerini de taşırdı.
Anası Gülendam, bir akşamüstü, tandıra son ekmeği yaparken, kızına hafifçe yan gözle baktı:
“Kız Gül Fatma, şu yeni gelen delikanlıya gözün ısındı galiba?”
Gül Fatma, bir an elindeki hamuru bıraktı, yüzü kızardı, ama çabuk toparlandı:
“Ne diyorsun ana, dağın taşıyla, insanın yaşı belli olmazmış. Daha çok gencim ben.”
Gülendam hafifçe gülümsedi:
“Gençsin ya… Gönül de genç, göz de genç. Ama bil ki kızım, sevda işi ciddidir. Hem sen dağın başında keçi güderken, hem evin yükünü taşırken, seni anlayacak bir yürek gerek.”
O sırada dışarıdan Kara Doğan’ın boğuk sesi duyuldu:
“Gül Fatma! Çay koy kızım! Komşu İsmail ile misafiri gelecekler bize.”
Misafir, Harun Hoca’nın ta kendisiydi. Yanında da Hasan… Hasan eve girince, evin içi bir anlığına daraldı Gül Fatma’ya; sanki çadırın tavanı alçalmış, sobanın dumanı yukarı değil de göğsüne dolmuştu. Çayı getirmek için içeri girdiğinde, Hasan ile göz göze gelmemek için tepsisini fazla dikkatli taşımaya başladı.
Harun Hoca, Kara Doğan’a dönüp söze girdi:
“Doğan Ağa, bu yaz yayla bereketli geçti çok şükür. Ama bilirsin, ev bark işi de bereket ister. Yeğen Hasan büyüdü, delikanlı oldu. Onun da bir yuva kurma vakti geldi.”
Kara Doğan’ın kaşları hafifçe çatıldı:
“İyi de hocam, biz fakir yörüğüz. Malımız davarımız, namusumuz da kızımızdır. Böyle işler aceleye gelmez.”
Hasan’ın yüzü kıpkırmızı oldu. Harun Hoca gülümsedi:
“Doğan Ağa, malın mülkün hesabı yapılır da, gönlün hesabı defterle kitapla tutulmaz. Ben görüyorum, senin Gül Fatma, dağ başında erkek gibi çalışır ama gönlü ince bir kız. Hasan da efendi, helal süt emmiş bir oğlandır. Ben aracı olayım, sen düşün.”
Bir süre sessizlik çöktü. Sobanın içinde yanan çalıların çıtırtısı duyuluyordu. Gül Fatma, çay doldurduğu ince belli bardakların titrediğini fark etti, ama kimseye belli etmeden tepsiyi sofraya bıraktı. Çıkmak üzereyken, babasının sesi onu yerinde çiviledi:
“Gül Fatma kızım, gel sen de otur şuraya.”
Kara Doğan, kızına ilk kez böyle bir meselede doğrudan söz vermeye niyetlenmişti. Yüzüne baktı, sonra derin bir nefes aldı:
“Bak kızım, Harun Hoca senin hakkında övgüyle konuşur. Hasan da yiğit bir delikanlıdır. Ama bu iş gönül işidir. Madem evin yükünü sırtladın, madem dağın kahrını çektin, söz hakkın var. Sorayım sana: Gönlün var mı bu Hasan’a?”
O an, çadırın içindeki hava birden ağırlaştı. Gül Fatma’nın kalbi, göğsünde Zülüflü’nün meleyişi gibi çarptı çarptı… Başını kaldırıp, önce babasına, sonra Hasan’a baktı. Hasan’ın gözleri yerdeydi, ama yüzündeki kızıllık, içindekini ele veriyordu.
Gülfatma, derin bir nefes aldı:
“Baba,” dedi, sesi ince ama kararlı,
“Ben bu dağların rüzgârıyla büyüdüm. Yükünü de çektim, ekmeğini de yedim. Hasan’ı gördüm; çalışmasını, anasına saygısını, hayvana merhametini… Gönlüm, ‘evet’ der. Amma velakin, sen razı olmadan, ben razı saymam kendimi.”
Bu sözler, Kara Doğan’ın yüreğine bir hançer gibi saplanmadı, tam tersine, içindeki sert kabuğu çatlatan bir sıcaklık gibi aktı. Gözleri doldu, ama belli etmemek için kaşlarını daha çok çattı.
“Demek gönlün var ha?” dedi. Sonra Harun Hoca’ya döndü:
“Hocam, madem ki kızım da razıdır, ben de bu işten yüz çevirmem. Varsın bizim evin direği, artık bir direk daha kazansın. Hasan, delikanlı ol da yarın sabah erkenden ananı al, gel; söz keseriz. Düğünü de göç yolları kapanmadan, yaylada yaparız inşallah.”
Hasan’ın dudaklarından, neredeyse duyulmayacak kadar ince bir “Elhamdülillah…” döküldü. Gül Fatma’nın kalbi, kendi içine doğru güldü.
Yaylada düğün, basit ama içten oldu. Çam ağaçları, rüzgârın ritmiyle gelin alayına eşlik etti. Zurnacı Ali, dağın yankısıyla yarışır gibi çaldı. Kadınlar rengârenk şalvarlarıyla halay çekti, çocuklar Zülüflü’nün etrafında dönüp durdu. Zülüflü’nün boynuna kırmızı kurdele bağlamışlardı; o da sanki her şeyi anlıyormuş gibi, arada bir nazlı nazlı meleyerek kalabalığa katılıyordu.
Gül Fatma, beyaz duvağının altından, Hasan’a gizlice baktı. Hasan da onu her görüşünde, içinden aynı cümleyi tekrarlıyordu:
“Bu dağların kızı, artık gönlümün değil, ömrümün efendisi…”
Gün boyu süren düğün, akşam vakti yerini ateş başı sohbetine bıraktı. Gökyüzü binlerce yıldızla dolmuş, Toroslar sanki genç çiftin üstüne şefkatle eğilmişti. Hasan, hafifçe Gül Fatma’ya yaklaştı:
“Yarın yine keçileri sen mi güdeceksin, yoksa beraber mi çıkalım dağlara?”
Gül Fatma gülümsedi, gözleri parladı:
“Dağ aynı dağ, yol aynı yol, ama artık yol arkadaşım var. Yalnız yürümek, eski Gül Fatma’nın işiydi. Şimdi birlikte yürürüz Hasan.”
Hasan başını salladı:
“Öyleyse, dağlar da şahit olsun; ne fırtına, ne dolu, ne uçurum… Sen yanımda olduğun sürece, hiçbirinden korkmam.”
Gül Fatma, başını hafifçe eğdi:
“Ben de Zülüflü’den öğrendim; insan, sevdiğinin sesini duydukça korkuyu unuturmuş.”
O gece, yaylada çadırlar birer yıldız gibi parladı. Rüzgâr, dağların üstünden geçerken, sanki iki genç yüreğin sevda türküsünü alıp yıldızlara taşıdı.
Torosların o sessiz, onurlu yaylasında, Gül Fatma ile Hasan’ın hikâyesi; fırtınayı görmüş ama birbirini bırakmamış iki yürek olarak anlatıla anlatıla dilden dile dolaştı.
Zamanla göç yolları değişti, çadırlar söküldü, yeni köyler kuruldu. Ama bir şey değişmedi: Dağ başında keçilerini güden bir kızla, ona yüreğini emanet eden bir delikanlının sevdası, yaylanın rüzgârına sinmiş olarak yaşamaya devam etti.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 2025
(Gönlümde Bir Sen Varsın)
5.0
100% (3)