0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
88
Okunma

Bölüm 16: Gölgenin Ardında Dişler
Yeni kıyı, hayatla dolup taşıyordu. Saz kulübeler, derenin kenarında yükseliyor, çamur ve yosun kokusu havayı sarmalıyordu. Sedir çerçeveli gemi, sahilde bir anıt gibi duruyor, tahtalardaki kıvrımlı desenler ataların izlerini fısıldıyordu. Köylüler, bizon yavrusu avının etini kızartmış, açlıklarını bastırmıştı, ama karınları doysa da vahşi doğanın gölgesi üzerlerindeydi. Kael, Taro’nun ahşap tılsımını boynunda taşıyor, annesinin saz parçasını cebinde saklıyordu. Lila, dere kenarında sazdan bir balık ağı örüyor, köylülere gülümsüyordu.
Av etinin kavrulmuş kokusu henüz havada asılıyken, gece çökmeden ormanın derinliğinden gelen ilk uluma duyuldu. Derin, uzun ve kemikleri titreten bir sesti. Sanki ağaçlar bile bir anlığına eğilip sessiz kalmıştı. Kael, bir parça eti keserken başını kaldırdı, kaşlarını çattı. “Bu… kurt değil. Bu… daha büyük bir şey.”
Sero, hemen ekledi, sesi titrek: “Bu şeyin ağzında ben bir mezar görüyorum!” Çocuklardan Ranu, korkuyla sordu: “Bizonun ruhu mu geldi?!”
Cevap o anda karanlıktan geldi.
Ağaçların gölgesi arasında beş çift parlayan göz belirdi. Adeta geceyle aynı renkte kürkleri vardı. Kaslı gövdeleri ve sabit adımlarıyla yaklaştıklarında, köylülerin gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi. Bu sıradan bir kurt sürüsü değildi. Bu ulukurtlardı. Tarih boyunca mamut avlamaya alışkın, sabırlı, zeki ve devasa hayvanlar. Ama şimdi gözleri çok daha küçük bir şeyi izliyordu: insanlar.
Kael, yavaşça ayağa kalktı, ağaç kabuğundan bağlı mızrağı kavradı. “Geri çekilin… yavaşça. Panik yok,” dedi, sesi sakin ama çelik gibi. Ama panik her zaman küçük bir çocuktur. Ve o çocuk, kalabalığın en genç üyesi Ranu’nun içindeydi.
Ranu, ulukurtlardan birinin kaslı gövdesi gölgelerden tamamen çıktığında önce gözlerini kocaman açtı… sonra dizlerinin bağı çözüldü… ve ardından sessizlik içinde bir şırıl sesi duyuldu.
Sero, gülmemeye çalışarak fısıldadı: “Altına mı yaptı?!” Runa, “Şşş!” diye hışımla susturdu, ama bir başka köylü mırıldandı: “Benim de içimden geldi ama tuttum.” Köylüler, korkuyla mizah arasında sıkışmış, kıkırdamalarını bastırdı.
Ulukurtlar bir adım daha attı. Gerginlik doruktaydı. Mızraklar kaldırıldı, ama kimse ilk hareketi yapmak istemiyordu. Kael, Taro’nun tılsımına dokundu, annesinin sesini duydu: “Yaşa, oğlum.” Lila, Kael’in yanında durdu, elinde bir saz mızrak, fısıldadı: “Kael, onları korkutmayalım. Bizi tartıyorlar.”
Tam o anda, sürünün en büyük dişisi başını havaya kaldırdı, derin bir koku aldı — sonra başını çevirdi ve arkasını dönüp uzaklaştı. Diğerleri de onu izledi. Sanki sadece baktılar… ve karar verdiler: “Bunlar mamut kadar karlı değil. Uğraşmaya değmez.”
Kael, derin bir nefes verdi, mızrağı indirdi. Ranu, hâlâ dizlerinin üzerine çökmüş, titriyordu. Sero, kıkırdayarak mırıldandı: “Gitmeselerdi ben de gidiyordum… öbür tarafa.” Köylüler, gergin kahkahalarla rahatladı.
Nia, Ranu’nun yanına çömeldi, onu sarıp fısıldadı: “Senin cesaretin işemeyle değil, kaçmayışınla ölçülür, evlat.” Lila, ateş başına geçti, bir masal anlatmaya başladı, sesi Aila’nın ninnilerini andırıyordu: “Bir vakitler, ormanda ulukurtlar dans edermiş. Gölgelerde saklanır, ama kalbi temiz olanı kucaklarmış…” Masal, köylülerin korkusunu yumuşattı, ateşin çıtırtısı kalplere umut taşıdı.
O gece kimse fazla konuşmadı. Ateş başında otururken herkes bir an için ulukurdun gözlerindeki zekâyı, soğukkanlılığı ve seçiciliği düşündü. Kael, Lila’ya yaslandı, mırıldandı: “İyi ki biz onlar için fazla küçük, fazla zayıf ve fazla kemikliyiz.” Lila, gülerek başını salladı: “Ama yeterince inatçıyız, denizin oğlu.”
[Kamera: Av etinin kavrulduğu ateşten, ormanın gölgelerindeki parlayan gözlere geçiş yapar. Ranu’nun korku dolu çöküşü, köylülerin mizahi fısıltılarıyla hafifler. Ulukurtların çekilişi, sessiz bir gerilimle yoğunlaşır. Son kare, Lila’nın masal anlattığı ateş başı, Kael’in gülümseyişiyle kapanır.]
Bölüm 17: Toprağın Hikâyecileri
Kıyı, hayatla dolup taşmıştı. Derenin gümüş çağlayanı, saz kulübeleri ve ahşap barınakları kucaklıyor, yosun ve çamur kokusu havayı sarmalıyordu. Sedir çerçeveli gemi, sahilde bir anıt gibi duruyordu, ama gövdesi güneşin altında kurudukça ahşabın reçineli kokusu etrafa yayılıyordu. Tahtalardaki kıvrımlı desenler, ataların izlerini fısıldıyor, Jomon ruhlarını hatırlatıyordu. Kael, Taro’nun ahşap tılsımını boynunda taşıyor, annesinin saz parçasını cebinde saklıyordu. Köylüler, ulukurtların gölgesinden kurtulmuş, bizon avıyla karınlarını doyurmuştu, ama şimdi gözlerinde yeni bir kıvılcım yanıyordu: bir yuva kurma umudu.
Kael, geminin gövdesine dokundu, köylülere baktı. Çoğu yorgun, bazıları hastaydı, ama hepsinin yüzünde hayatta kalmanın kararlılığı vardı. “Bu gemi, bizi buraya getirdi,” dedi, sesi ağır ama umutlu. “Artık denize açılmayacağız. Kaybolma değil, kök salma zamanı.”
Geminin sökülmesine karar verildiğinde sessizlik çöktü. Sero, kaşlarını çatarak mırıldandı: “Ya yine denize dönmemiz gerekirse?” Bir kadın, titrek bir sesle ekledi: “Bu gemi, bizim evimizdi.” Kael, elini bir tahtaya vurdu, gürledi: “Bu topraklar, yeni kaderimiz. Geminin tahtaları, bize ev olacak!”
İlk çivi çıkarıldığında bir çocuk ağlamaya başladı, sanki gemi de üzülmüştü. Ama çekiç sesleri, tahtaların gıcırtısı ve köylülerin uğraşı arasında bir heyecan doğdu. Geminin gövdesinden sökülen geniş tahtalarla ilk barınak inşa edildi. Kael ve Lila, yeni doğan bebekleriyle o barınağa yerleşti. Lila, bebeği kucağında sallarken gülümsedi: “Denizin oğlu, bu bizim yuvamız,” dedi, sesi yumuşak. Kael, Taro’nun tılsımına dokundu, mırıldandı: “Anne bizi görüyorsun.”
Geminin kemikleri birer birer toprağa karıştı. Tahtalar, kulübelerin çatısı oldu; direkler, keçiler ve yaban tavukları için çitlere dönüştü. Ambarlar mutfağa, yelken kumaşları giysilere çevrildi. Köylüler, tahtaların arasına kil karıştırıp duvar yaptı, çatıları yaban otlarıyla örttü. Runa, bir keçiyi severken kahkaha attı: “Denizde balık, karada keçi! Taro, buna ne derdi?” Çocuklar, yerde yatan keçilere sarıldı, kadınlar yaban meyvelerinden reçel kaynattı.
Köylüler, toprağı işledi. Sero, bir sopayla toprağı kazarken homurdandı: “Av daha kolaydı!” Ama Lila, elinde yaban buğdayı tohumlarıyla yanına geldi, gülümsedi: “Av gelir, gider. Toprak kalır.” Tohumlar ekildi, tarlalar yeşerdi. Bazı köylüler, ormanda şifalı otlar topladı, yaraları iyileştirdi. Diğerleri, geminin tahtalarından sandıklar, masalar yaptı, marangozlukta ustalaştı.
On yıl geçti, sonra beş yıl daha. Kael, artık sakallı, sırtı dimdik bir adamdı. Lila, genç bir anneydi, saçları hâlâ dalgalar gibi akıyordu. Bebekleri büyümüş, tarlalarda koşuyordu. Köy, kulübelerle, tarlalarla, keçi ahırlarıyla dolmuştu. Gençler, kendi ailelerini kurdu, yeni bebekler doğdu. Kael, torununun beşiğine gemiden kalan son tahta parçasını çivilerken gülümsedi: “Bu tahtanın üstünde fırtınaları aştık. Şimdi onun üstünde uyusun.”
Ateş başında, köylüler hikâyeler anlattı. Çocuklar, dedelerinin dev dalgaları nasıl aştığını, Kuzey Yıldızının yol boyunca hep kendilerini izlediğini duydukça gözleri parladı. Lila, bir masal anlattı, sesi Aila’nın ninnilerini andırıyordu: “Bir vakitler, denizin çocukları dalgalarla dans etmiş. Kıyıya varmış, toprağın hikâyecileri olmuş…” Köylüler, masalı içti, ateşin dansı kalplere umut taşıdı.
Köyün ortasına bir totem dikildi: geminin pruvası. Üzerine şu sözleri kazıdılar: “Denizin çocuklarıydık. Toprağın hikâyecileri olduk.” Kael, toteme dokundu, kıvrımlı bir desen parmaklarının altında titreşti. “Bu bizim destanımız,” dedi, Lila’ya sarılarak. Köy, dere sesiyle, çocuk kahkahalarıyla, yeni bir çağın şarkısını söylüyordu.
[Kamera: Geminin tahtalarının söküldüğü gürültülü sahneden, ilk barınağın yükselişine geçiş yapar. Lila’nın bebeği salladığı an, tarlaların yeşermesiyle canlanır. Çocukların keçilere sarıldığı, reçel kaynayan sahneler umut saçar. Son kare, pruva toteminin kıvrımlı desenleri, Kael ve Lila’nın el ele köyü seyriyle kapanır.]
Bölüm 18: Yeni Kökler
Köy, derenin gümüş çağlayanıyla can bulmuştu. Saz kulübeler ve gemiden sökülen tahtalarla örülü barınaklar, çamur ve yosun kokusuyla çevriliydi. Pruva totemi, köyün ortasında yükseliyor, kıvrımlı desenleri ataların izlerini fısıldıyordu. Kael ve Lila, artık genç bir anne-babaydı; çocukları, oğulları Taro (11) ve kızları Aila (9), köyün neşesiydi. Köylüler, toprağı işlemeyi öğrenmiş, maniok köklerini ve yaban meyvelerini yetiştirmeye başlamıştı. Tarım, henüz emekleme çağındaydı, ama her tohum umudu yeşertiyordu. Kael, Taro’nun ahşap tılsımını boynunda taşıyor, annesinin saz parçasını bir sandıkta saklıyordu.
Sabah, sessizce başlardı. İlk ses, güneş doğmadan kadınların ateşi canlandırmak için taşları birbirine vurmasıyla duyulurdu. Dumanlar yükselirken, Lila ve Aila, kulübenin önünde maniok köklerini öğütüyordu. Lila, yuvarlak taşları ezme tahtasına sürterken mırıldandı: “Toprağı dinlersen, sana ne vereceğini fısıldar.” Aila, gülümsedi, küçük elleriyle taşı itti. “Anne, bu un ne olacak?” Lila, kızının saçlarını okşadı: “Ekmek, tatlım. Denizin çocukları, toprağın ekmeğini yiyecek.”
Dışarıda, çocuklar ağaçlara tırmanıyor, gençler bambudan mızrak oyuyordu. Runa, bir grup çocuğa kil kap yapmayı öğretiyor, kahkahası dereye karışıyordu. Sero, tarlada toprağı kazarken homurdandı: “Av daha kolaydı!” Ama yanında maniok diken bir kadın gülümsedi: “Toprak, avdan daha sadık.”
Kael ve Taro, sabah sisinin içinden geçerek ormana yürüdü. Taro’nun boyu hâlâ kısaydı, ama gözleri babasınınkine benziyordu: hep uzaklara bakan. Kael, oğluna döndü, sesi sakin: “Bu sabah yalnızca iz süreceğiz.” Taro, heyecanla sordu: “Neyi avlayacağız, baba?” Kael, gülümsedi: “Kısmetimizi.”
Ormanın derinliklerine ilerlediler. Islak yapraklar çıtırtılarla ezildi. Kael, dizini yere koydu, toprağı yokladı. “Bu taze. Bizondan küçük bir hayvan geçmiş. Belki tapir, belki armadillo.” Taro, babasının elini izledi, kalbi çarptı. Artık o da bir avcıydı.
Öğleye doğru, baba ve oğul bir geyik benzeri hayvanla döndü. Taro, hayvanın derisini taşırken gururla dikildi. Aila, koşarak ağabeyine sarıldı, bağırdı: “Anne! Taro avladı!” Lila, oğlunun alnına dokundu, gülümsedi: “Artık sen de bu evin ekmek getirenisin.” Köylüler, sevinçle etrafı sardı, eti paylaşmak için ateş yaktı.
Yaşlı Nia, tarlada bir yaban meyvesi gösterdi, çocukları etrafına topladı. Toprağı kazıp meyvenin tohumlarını gömdü. “Bu tohumlar, torunlarınız için büyüyecek,” dedi, sesi ağır. Köylüler, maniok köklerini toprağa ekerken Amazon’un eski bilgisini hatırladı: toprağa saygı, sabırla ödül verirdi.
Geceleri, Nia çocukları ateşin başına topladı, yanan odunların ışığında semboller çizdi. Daireler, çizgiler, kıvrımlar… Her biri bir hayvanı, bir yıldızı, bir hikâyeyi temsil ediyordu. Taro, bir çubukla toprağa bir balık çizdi, mırıldandı: “Bu, dedemin gemisini koruyan balık.” Aila, bir çiçek çizdi, gülümsedi: “Bu, annemin tarlası.” Yeni kıta, yeni bir alfabe doğuruyordu.
Kael, Lila’ya yaslandı, çocuklarını izledi. “Denizi geçtik, fırtınaları aştık,” dedi, sesi yumuşak. “Şimdi onların zamanı.” Lila, elini Kael’in eline koydu, mırıldandı: “Onlar, bizim masalımız.” Ateş, köyü sardı, pruva totemi ay ışığında parladı, sanki atalar gülümsüyordu.
[Kamera: Derenin çağlayışından, Lila ve Aila’nın maniok öğüttüğü kulübeye geçiş yapar. Kael ve Taro’nun ormandaki iz takibi, sisin içinde canlanır. Taro’nun av dönüşü, Aila’nın sarılışıyla neşelenir. Nia’nın sembol çizdiği ateş başı, kıvrımlı desenlerin parıltısıyla yoğunlaşır. Son kare, pruva toteminin ay ışığında parlayışı, Kael ve Lila’nın el ele duruşuyla kapanır.]
DEVAM EDECEK...