Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
cakirismail
cakirismail

Japonya’dan Amazon’a Göç 5-Okyanusun Kucağı

Yorum

Japonya’dan Amazon’a Göç 5-Okyanusun Kucağı

0

Yorum

1

Beğeni

0,0

Puan

80

Okunma

Japonya’dan Amazon’a Göç 5-Okyanusun Kucağı

Japonya’dan Amazon’a Göç 5-Okyanusun Kucağı

Bölüm 13: Okyanusun Kucağı

Gemi, Pasifik’in karanlık sularında, bir yaprak gibi süzülüyordu. Sedir çerçeveler, reçineyle güçlendirilmiş tahta kaplamalar, dalgalara direniyordu. Tahtalar dalgalarla gıcırdıyor, ay ışığında parlıyordu, sanki Jomon ruhları gemiyi izliyordu. Kürekler, güvertede diziliydi, ama akıntılar çok güçlüydü; nehirden okyanusa sürüklenen köylüler, denizin yoluna teslim olmuştu. Reçine kokusu, tuzlu havayla karışıyor, geminin her çatırtısı köylülerin yüreğini sıkıyordu.

Gemi, suların üzerinde ağır ağır ilerliyordu. Nehrin ters akışı, saatler boyunca süren bir mücadele gibi yürekleri sıkmıştı. Artık akıntı yavaşlamıştı, sular çekilmişti belki biraz… ama yüreklerdeki dalgalar hâlâ kabarıyordu.

İçerisi sessizdi. Kimse yüksek sesle konuşmuyordu. Herkes fısıltılarla konuşuyor, birbirlerine sorular sormaya çekiniyordu. Yaşlı bir kadın kucağında torununu sallarken dualar mırıldanıyordu, kelimeleri dudaklarından dökülmüyor, gözyaşlarından okunuyordu. Bir baba, titreyen elleriyle oğlunun başını okşuyor, sanki özür diliyordu: "Evimizi orada bıraktık."


Kadınlar başlarını birbirlerinin omzuna yaslamıştı, ağlamıyorlardı artık. Gözyaşı biterdi bazen; ama korku, bitti sanıldığında yeniden kabarırdı.

Bir çocuk sordu:

“Anne... babam nerede? O düğünde yoktu, gemiye de binmedi mi?”

Kimse cevap veremedi. O an, sadece tahtaların gıcırdaması konuştu.

Kael, geminin başında durmuş, ufka bakıyordu. Taro’nun spiral tılsımı boynunda, annesinin saz parçası cebindeydi. Köylüler, hasır yataklara sığınmış, korku ve açlıkla mücadele ediyordu. Çocuklar titriyor, yaşlılar mırıldanıyordu. Sero, bir küreğe yaslanmış, sesini yükseltti: “Kael, bu senin suçun! Bizi denize mahkûm ettin!”

Kael, dönüp Sero’ya baktı, sesi sakin ama sertti. “Sero, köyü tsunami yuttu. Bu gemi, tek şansımız.” Elini tılsıma götürdü, mırıldandı: “Taro, bize yol göster.” Runa, Sero’ya kaşlarını çatarak yaklaştı. “Sus, Sero. Kael, Taro’nun çırağı. O bizi kurtaracak.”

Lila, güvertede bir ateş yeri hazırladı, yosun ve balık kemikleriyle küçük bir alev yaktı. Köylülere seslendi: “Gelin, ısınırız.” Çocuklar, ateşin çevresine toplandı. Lila, sakin bir sesle şarkı söylemeye başladı, sözleri Aila’nın masalını andırıyordu: “Denizin derininde, gümüş bir balık yaşarmış… Spiral taşına dokunmuş, ruhlar onu kucaklamış…” Şarkı, köylülerin korkusunu yumuşattı, gözler nemlendi. Kael, Lila’ya baktı, kalbi ısınıverdi. “Annem… bu masalı anlatırdı,” diye fısıldadı, kimse duymasın diye.

Genç adam, geminin güvertesinde durmuş, yıldızlara bakıyordu. Rüyasındaki kadar netti her şey. Toprak sarsılmıştı. Su çekilmişti. Köy yok olmuştu. Ve şimdi… rüyada olmayan tek şey vardı: insan hayatı.
Onlar kurtulmuştu.

Karısı yanına geldi. Omzuna yaslandı.

“Bitti mi sence?” diye sordu fısıltıyla.

Genç adam başını iki yana salladı. “Hayır. Bu sadece başlangıç.”

O anda gökyüzü yine karardı, fırtına yaklaşıyordu. Dalgalar, gemiyi bir oyuncak gibi savurdu. Bir çatırtı duyuldu; tahta kaplamada bir yırtık belirdi, su içeri sızmaya başladı. Köylüler, çığlık attı. Kael, bağırdı: “Tahta getirin! Reçine!” Runa ve birkaç balıkçı, saz demetleri taşıdı. Kael, yırtığı tahtayla kapattı, reçineyle sıvadı, elleri titriyordu. Lila, yanında durmuş, omzuna dokundu. “Dayanacak, Kael. Gemi, senin eserin.”

Fırtına, gece boyunca sürdü. Köylüler, birbirine sarıldı, dualar mırıldandı. Nia, taşını göğsüne bastırdı, fısıldadı: “Ruhlar, öfkenizi dindirin.” Sabah, gökyüzü açıldığında, gemi hâlâ ayaktaydı, ama köylüler bitkindi. Kael, güverteye çömeldi, Taro’nun tılsımına baktı. O gece bir rüya görmüştü: Dalgalar gemiyi yutuyor, ama bir kıyı, uzaklarda beliriyordu, taşlarla kaplı. Uyanırken, kalbi umutla çarptı.

Lila, Kael’in yanına oturdu, elinde bir balık kemiği. “Kael, bu gemi… bizi nereye götürüyor?” dedi, sesi merakla doluydu. Kael, ufka baktı, mırıldandı: “Bilmiyorum, Lila. Ama annem, Kuzey Yıldızı’nın ruhları eve getirdiğini söylerdi.” Lila, gülümsedi, elini Kael’in eline koydu. “O zaman, yıldızlara güvenelim.”

Gemi, Pasifik akıntılarında süzülmeye devam etti, köylüler bir umut kırıntısına tutundu.

Gecenin ortasında, bebek ağlamaları arasında, eski bir şarkı duyuldu. Bir kadın söylüyordu. Belki annesinin annesinden kalma, belki de doğa ana’nın susturamadığı bir ezgi. İnsan sesi, yıldızların altındaki tek umuttu.

Gemi, yavaş yavaş süzülürken herkes kendi hayatından bir şeyleri arıyordu. Kimisi yanan ocak başını, kimisi gölgeli incir ağacını… Kimisi birini geride bırakmıştı. Kimisi ise yalnızca geçmişini.

Ama bir şey kesinleşiyordu artık:
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Ve bu gemide, sadece insanlar değil… yeni bir hayat da doğuyordu.
[Kamera: Geminin spiral desenli tahtalarından, Lila’nın şarkı söylediği ateş yerine geçiş yapar. Fırtınanın dalgaları, gemiyi savururken tahta kaplama yırtığı belirir. Kael’in tamirat sahnesi, reçine kokusuyla yoğunlaşır. Son kare, Kael ve Lila’nın el ele ufka bakışıyla, Kuzey Yıldızı’nın parıltısıyla kapanır.]


Bölüm 14: Kıyının Zaferi

Pasifik’in sonsuz mavisi, gemiyi bir gölge gibi yutmuştu. Sedir çerçeveler, reçineyle sıvanmış tahta kaplamalarla örülü, dalgalara inat ayakta duruyordu. Tahtalardaki kıvrımlı desenler, ataların izlerini taşıyor, ay ışığında parlıyordu. Kürekler, güvertede hareketsiz, akıntıların iradesine boyun eğmişti; navigasyon bir hayaldi, gemi denizin yolunda sürükleniyordu. Reçine kokusu, tuzlu havayla karışıyor, her çatırtı köylülerin yüreğini sıkıyordu. Açlık dudakları kavurmuş, susuzluk gözleri çökertmişti. Çocuklar, hasır yataklarda titriyor, yaşlılar fısıltılarla dua ediyordu.

Kael, geminin başında, ufku tarıyordu. Taro’nun ahşap tılsımı boynunda, annesinin saz parçası cebindeydi. Sero, bir küreğe yaslanmış, öfkeyle homurdandı: “Kael, bu gemi bizi öldürecek! Denizle oynadın, hepimizi yaktın!” Köylüler, mırıldanarak Sero’ya katıldı, korku dalga dalga yayılıyordu.

Kael, Sero’ya döndü, sesi sakin ama çelik gibi: “Sero, köyü tsunami yuttu. Bu gemi, tek umudumuz. Taro’ya, anneme inanıyorsan, dayan!” Runa, bir çocuğu kucaklayarak araya girdi: “Sero, sus! Kael, Taro’nun çırağı. Bizi bırakmaz.”

Gemi günlerce okyanusun üstünde bir yaprak gibi savruldu. Rüzgâr zaman zaman durdu, ardından hiddetle geri döndü. Güneş, puslu bir hayalet gibi her sabah gökyüzünde yükselip susuzluğu kemikleştiren ışıltısıyla kayboluyordu.

Köylüler önce umutlarını, sonra neşelerini kaybettiler. Konuşmalar fısıltıya, sonra sadece bakışlara dönüştü. Çocuklar ağlamayı bıraktı. Bu, yorgunluğun ve kabullenişin sesiydi.

Bir sabah genç adam, güvertenin kenarına dizilen büyük bir yaprağın kıvrımlarında yağmur suyunun biriktiğini fark etti. Hemen eline bir kâse aldı, diğerlerine seslendi. Kadınlar geniş yapraklar açtı. Geminin çatısına gerilen hayvan derileri, tahta oluklar ve avuç içleri... hepsi birden suyu toplamaya çalıştı.

Yağmur suyu… hayattı. Ama reçineyle kaplı tahta oluklardan süzülen su buruk bir koku taşıyordu: çam reçinesi. İçtiklerinde dillerini yakan, boğazda yanma bırakan bir tat. Ama o bile sevinç gözyaşlarına neden oldu.

Lila, güvertede, saz bir ağ onarıyordu. Kael’e yaklaştı, elinde bir balık kemiği. “Kael, balık tutmalıyız,” dedi, sesi kararlı. “Kürekleri alalım, denize açılalım.” Kael, Lila’nın gözlerindeki ateşe tutundu, başını salladı. “Hadi, denizin kızı.” İkisi, küçük bir saz sal hazırladı, küreklerle denize açıldı. Lila, kürek çekerken bir masal anlattı, sesi Aila’nın ninnisini çağırıyordu: “Denizin dibinde, pulları kıvrımlı bir balık yaşarmış. Kıyıya bir taş bırakmış, ruhlar için işaret…” Kael, mırıldandı: “Annem… bu masalı anlatırdı. Bizi korur.”

Ufkunda seraplar dans ediyordu. Palmiye gölgeleri, yeşil şeritler belirip kayboluyordu. Köylüler, “Kıyı!” diye çığlık attı, ama saatler geçti, seraplar silindi. Gece, bir ada silueti parladı, ay ışığında gerçek gibiydi. Kael, “Kürekleri alın!” diye bağırdı, ama akıntı gemiyi adadan uzaklaştırdı. Köylüler, umutları kırık, hasırlara çöktü. Lila, Kael’in omzuna dokundu: “Akıntıya bırakalım, Kael. Deniz, yolunu çizecek.”

Sabaha karşı, geminin arka tarafında çocuklardan biri bir şey fark etti. Güverteye dizilmiş eski sepetlerin arasından geçen küçük bir yaratık. Gri, tüylü, ıslak.

“Fare!”

Ses yayıldı. İnsanlar irkildi. Genç adam hemen alt güverteye indi. Orada, fare kemirmeye çalıştığı kalasın ucunda taze bir delik açmıştı.

“Gemi su alıyor!” diye bağırdı.

Panik başladı. Kova kova su boşaltılmaya başlandı. Kadınlar tahtaların arasına reçine bastı. Marangozluk bilgisi işe yaramıştı. Ustasının öğrettiği gibi tahtayı kurutup delikleri tıkadı. Gemi bir süre daha dayanacaktı.

Ama artık herkes korkuyordu. Su her yerdeydi ama içmek için yoktu. Genç adam, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte bir umutla oltasını suya sarkıttı. Oltanın ucuna küflenmiş et parçası bağlamıştı. Saatler geçti. Güneş yükseldi, insanlar çevresinde toplandı. Umutla, korkuyla…

Ve sonunda…

Bir balık.

Küçük, gümüş gibi parlayan bir okyanus balığı. Çocuklar çığlık attı. Kadınlar ağladı. Ateş yakılamıyordu ama kurutulmuş yosunla çok düşük bir alev üretildi. Balık kızartılamasa da tütsülendi, tuzla ovuldu ve paylaşıldı.

Bir lokma bir mucizeydi artık.

Serap mı Gerçek mi?

Günler geçmişti. Belki haftalar… Belki aylar… Gemi, bilinmezliğin ortasında bir yaprak gibi sürükleniyordu. Okyanus, gündüzleri yakıcı bir aynaya, geceleri zifiri bir boşluğa dönüşüyordu. Her gün aynı dalgalar, aynı gökyüzü, aynı yorgun bedenler...

Artık konuşmalar azalmıştı. Umut, herkesin içinden yavaşça sızıp gitmişti. Kimse ne söyleyeceğini, ne düşüneceğini bilmiyordu.

Bir sabah, doğu ufkunda bir şey belirdi. Belki bir kara parçası, belki büyük bir kaya... Güneşin ışıklarıyla çizgileri belirginleşiyor gibiydi.

“Kara!” diye bağırdı biri.

Aniden herkes hareketlendi. Geminin güvertesi bir karınca kolonisi gibi canlandı. Yaşlısı genci, kadını çocuğu gözlerini ovuşturuyor, gökyüzüyle deniz arasında yükselen o silueti gösteriyordu. Gözyaşları içinde dua edenler, yere kapanıp toprağa basar gibi tahtaya sarılanlar...

Ama birkaç saat içinde, o “kara”, gökyüzünün tonuyla eridi, denizin üstünde dağıldı. Bir seraptı.

Sessizlik çöktü. Daha önceki her hayal kırıklığı, bu defaki kadar acıtmamıştı. Kimi başını öne eğip oturdu, kimi sessizce ağladı. Çocuklardan biri, “Anne... bu sefer gerçekti değil mi?” diye sordu. Annesi yalnızca onu kucaklayıp başını okşadı. Gözleri boşlukta asılı kaldı.

Sonraki günlerde birkaç küçük ada göründü. Kum tepeleri, birkaç ağaç, kıyıya konmuş kuşlar... Heyecan yine yükseldi. Birkaç kürekle yaklaşmaya çalıştılar ama akıntı izin vermedi. Gemi, adaları geçip gitti. Kuşlardan biri gemiye kondu. İnsanlar kuşa neredeyse taparcasına baktı.

“Yakında kara var,” dedi biri. Ama bu kez sesi cılızdı. Kendi bile inanmıyordu.

Geceleri, bazıları hala kuzey yıldızına bakıyordu. O sabit ışık, gökyüzünde donmuş bir umut gibi orada duruyordu. Ana karakter, nişanlısının yanına sokuldu. Kız, yıldızı gösterdi:

“Bizi izliyor.”

“Evet,” dedi adam. “Oraya gideceğiz.”


Ama sesinde inanç yoktu. O da biliyordu: nereye gittiklerini bilmiyorlardı.

Bir öğle vakti, ufukta bir gölge belirdi. Ansızın bir çocuk çığlık attı. “KARA!” Bu kez başka bir yöndeydi. Başta kimse ciddiye almadı. Ama o ısrar etti. “Vallahi gördüm!” diye bağırdı. Gözler yöneldi. Gerçekten, bir siluet vardı. Ancak geçmişte yaşananlar herkesin ağzını mühürlemişti.

“Yine seraptır,” dedi biri. “Bakma çocuğa.”

Ama gemi ilerledikçe siluet büyümeye başladı. Kuşlar uçuyordu. Toprak kokusu hissedilmeye başlandı.

Sonunda yaşlılardan biri diz çöktü ve gözyaşlarıyla yere kapandı:


“Bu kez... bu kez gerçek…”

Bu kez gerçekti. Kael, güverteye fırladı, bağırdı: “Kıyı! Gerçek bir kıyı!” Köylüler, bitkin ama umutlu, doğruldu. Sular sığlaştı, taşlar ve kayalar suyun altında belirdi. Gemi, sığ sularda sallandı, yosun ve çamur kokusu havayı doldurdu. Kael, “İplerle karaya tutunalım!” diye bağırdı. Köylüler, saz ipler fırlattı, kayalara dolamaya çalıştı, ama akıntı ipleri ellerinden çekti, birer birer kopardı.

Kael, derin bir nefes aldı, sesi gürledi: “İpler yetmiyor, yüzmek zorundayız!” Gençler, cesaret topladı, suya atladı. Suyun soğukluğu kemikleri dondurdu, akıntı bedenleri savurdu. Ansızın, suyun yüzeyinde uzun, sivri bir sırt yüzgeci belirdi. “Köpekbalığı!” diye çığlıklar yükseldi. Panik, gemide dalga dalga yayıldı. Çocuklar ağladı, bazıları donup kaldı.

Kael, bir saz mızrağı sıkıca kavradı, Taro’nun tılsımına dokundu. Gözleri, suyun altındaki gölgeyi izledi, kalbi annesinin sesiyle çarptı: “Yaşa, oğlum.” Derin bir nefes aldı, suya atladı. Soğuk, bedenini sararken, köpekbalığını takip etti. Yaratık, bir gölge gibi kıvrıldı, Kael’e yaklaştı. Kael, mızrağı havaya kaldırdı, tüm gücüyle indirdi. Mızrak, köpekbalığının derisini yardı, yaratık acı ve şaşkınlıkla kıvrandı, kuyruğu suyu köpürttü. Kan, suya yayıldı, köpekbalığı derinlere çekildi.

Kael, suyun yüzeyine çıktı, nefes nefese bağırdı: “Yüzün! Kıyıya!” Köylüler, cesaret buldu, suya atladı. Lila, çocukları yönlendirdi, Runa yaşlıları destekledi. Nia, gemide kaldı, elinde kıvrımlı bir taş, mırıldandı: “Ruhlar, bizi korusun.” Köylüler, dalgalarla boğuşarak kıyıya ulaştı, çamura ve yosuna tutundu.

Karaya çıktıklarında, nefes nefese, hayatta olmanın sevincine sarıldılar. Kael, Lila’yı kucakladı, sesi çatallı: “Birlikte güçlüyüz, Lila. Bu topraklarda yaşayacağız!” Köylüler, etrafı taradı. Yumuşak çimenler, geniş otlaklar uzanıyordu. Yerde devasa izler belirdi: mamutların kocaman ayak izleri, uzakta bizon sürülerinin siluetleri, ulukurtların gizli gölgeleri. Yılanların tıslaması, kuşların ötüşü, doğanın kükremesi köylülerde hayranlık ve ürperti uyandırdı.

Kael, bir taşa dokundu, kıvrımlı desenler parmaklarının altında titreşti, annesinin saz parçasını andırıyordu. “Bu yeni dünya,” dedi, fısıldayarak, “bizi sınayacak. Ama doğayı öğreneceğiz.” Lila, elini Kael’in omzuna koydu, gülümsedi: “Bir masal yazacağız, denizin oğlu.”

[Kamera: Serabın palmiyelerinden, sığ sulardaki taşlara geçiş yapar. İplerin kopuşu, köpekbalığı yüzgecinin belirişiyle gerilim yaratır. Kael’in mızrak sahnesi, suyun köpürmesiyle doruğa ulaşır. Kıyıya çıkış, mamut izlerinin keşfiyle canlanır. Son kare, Kael ve Lila’nın el ele, kıvrımlı taşlara bakışıyla kapanır.]


Bölüm 15: Avın Kutsaması

Yeni kıyı, yosun ve çamur kokusuyla doluydu. Dalgalar, sığ sularda köpürerek taşları okşuyordu. Köylüler, gemiden inmiş, saz ve ahşapla ilk kulübeleri dikmeye başlamıştı. Sedir çerçeveli, reçineyle güçlendirilmiş gemi, sahilde bir anıt gibi duruyor, tahtalardaki kıvrımlı desenler ataların izlerini fısıldıyordu. Kael, Taro’nun ahşap tılsımını boynunda taşıyor, annesinin saz parçasını cebinde saklıyordu. Açlık, köylülerin gözlerini çökertmiş, susuzluk dudaklarını çatlatmıştı. Ama umut, kalplerinde bir kıvılcım gibi yanıyordu.

Sabah, bir çocuk koşarak geldi, nefes nefese bağırdı: “Dere! İleride bir dere buldum!” Kael, Lila’yla göz göze geldi, koşarak çocuğun gösterdiği yöne gitti. Ormanın kıyısında, taşlar arasında gümüş gibi çağlayan bir akarsu buldular. Su, serin ve tatlıydı. Kael, avucuna su aldı, içti, yüzü aydınlandı. “Ruhlar, bize yol gösterdi,” dedi, sesi titrek. Lila, gülümsedi, suya dokundu: “Bu dere, yuvamızın kalbi olacak.” Köylüler, sevinçle suyu kabuklara doldurdu, çocuklar kahkahalarla sıçradı.

Ama açlık, hâlâ bir gölge gibi peşlerindeydi. Kael, köylülere döndü, sesi kararlı: “Su bulduk, şimdi karnımızı doyurmalıyız. Ormana gidiyoruz, bizon yavrusu avlayacağız.” Lila, Kael’in omzuna dokundu, fısıldadı: “Dikkatli ol, denizin oğlu. Doğayı öfkelendirme.” Kael, başını salladı, Taro’nun tılsımına dokundu.

Ormanın sınırında beş kişilik bir av grubu toplandı: Kael, Sero, Runa, genç bir balıkçı ve yaşlı avcı Nia. Yüzlerinde açlık kadar kararlılık da vardı. Kael gruba göz gezdirdi, “Yavruları hedef alın. Hem daha kolay hem de daha az riskli. Ama sürüyü ürkütmeyin, yoksa ayaklarımızın altı bile titrer,” dedi.

Mızraklar kontrol edildi. Oklar düzeltildi. Ağaç kabuklarından yapılan iplerle ok başları sağlamlaştırıldı. Avcılar birbirlerinin gözlerine bakarak başlarını salladılar. Bu, hem cesaret hem de vedalaşma anlamı taşıyordu — çünkü kimse dönüş garantisi veremezdi.

Ormanın içine girdiklerinde her şey değişti. Işık süzülüyordu ağaçların arasından, kuşlar bir anda sessizleşti. Toprak, adımlarına küser gibi inceden titredi. Sanki ormanın kendisi avcılara bakıyordu.

İlk izleri balıkçı fark etti: “Burada çok taze dışkı var. Ve… şuraya bakın, toprak kazınmış.” Kael eğilip toprağı kokladı. “Bizon… ve en fazla bir gün önce buradaymışlar.”

İzleri takip ederken rüzgârın yönünü kontrol ettiler. “Rüzgâr bizden yana. Koku bizi ele vermeyecek,” dedi Nia, gözleri ormanı tarıyordu. Ağaçların arasından geçerken ellerindeki mızraklara daha sıkı sarıldılar.

Aniden balıkçı, bir çalılığın ardından başını uzattı ve fısıldadı: “Gördüm… üç yavru. İki anne de var. Ama bir tanesi sürüden az uzaklaşmış.” Bu bilgi herkesin kalp atışını hızlandırdı. Plan hızlıca yapıldı. Kael ve Sero çevreden dolanacak, Runa dikkat dağıtacak, Nia ve balıkçı saldıracaktı.

Hareket sessiz ve ölümcüldü.

Bir kuşun aniden kanat çırpması, annenin başını kaldırmasına yetti. Ama o anda Runa, taşları çalılıklara fırlattı. Anne bizon kısa bir anlık tereddütle o yöne koştu. O anda Nia ve balıkçı, hedef yavruya mızrakla saldırdı.

Yavru bizon kaçmaya çalıştı, ama çamura saplandı. Mızraklar ağır ama kesin darbelerle vurdu. Hayvan birkaç kez bağırdı, sonra sessizleşti.

Anne geri döndüğünde yavrusunu hareketsiz görünce kişnedi, ama artık çok geçti. Avcılar hemen geri çekildi. Kael’in işaretiyle grubu toparladılar.

Av başarıyla tamamlanmıştı ama hiçbiri sevinmiyordu. Hayvanın sıcak kanı hâlâ toprağa sızarken hepsi sessizce eğildi. Nia, “Ruhu bizden öç almasın,” diyerek dudaklarını hayvanın alnına dokundurdu. Ardından avın kutsandığını göstermek için toprağa birkaç damla kan döktü.

Av köye getirildiğinde insanlar gözyaşlarıyla karşıladı. Lila, yavru bizonun derisine dokundu, mırıldandı: “Bu et, karnımızı doyuracak, ama ruhu masallarımızda yaşayacak.” Köylüler, ateş yaktı, eti kızarttı. Çocuklar, ilk kez gülümsedi, yaşlılar dualarını etle mühürledi. Kael, Lila’nın yanına çömeldi, fısıldadı: “Bu kıyı, bizim yuvamız olacak.”

O gece, Lila bir masal anlattı, sesi Aila’nın ninnilerini andırıyordu: “Bir vakitler, ormanda bir bizon yavrusu koşarmış. Rüzgârla dans eder, yıldızlara selam verirmiş. Bir gün, bir köye umut olmuş…” Köylüler, ateşin çevresinde, masalı içti, umut kalplerinde büyüdü.

[Kamera: Dere suyunun gümüş gibi çağlayışından, ormandaki avcıların sessiz adımlarına geçiş yapar. Bizon yavrusunun çamura saplanışı, mızrak darbeleriyle gerilim doruğa ulaşır. Nia’nın ritüeli, toprağa damlayan kanla yoğunlaşır. Son kare, Lila’nın masal anlattığı ateş başı, köylülerin umutlu yüzleriyle kapanır.]

DEVAM EDECEK...

Paylaş:
1 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
Japonya’dan amazon’a göç 5-okyanusun kucağı Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Japonya’dan amazon’a göç 5-okyanusun kucağı yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Japonya’dan Amazon’a Göç 5-Okyanusun Kucağı yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL