1
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
303
Okunma

Yıllar geçtikçe toplumların hafızası değil, vicdanı aşınıyor. Zaman, kimi toplumların aklını keskinleştirirken kimilerini uyuşturuyor. Bugün yaşadığımız coğrafyada sadece siyasi bir çürümeden değil; daha derine inen, insanı temelinden sarsan bir hakikat erozyonundan söz ediyoruz. Ve bu erozyon, yalnızca yönetenlerin değil, yönetilenlerin rızasıyla gerçekleşiyor. Çünkü yalanın, tutarsızlığın, ilkesizliğin, kendisiyle çelişen cümlelerin, hatta aynı konuşma içinde birbirini boşa düşüren sözlerin artık ayıplanmadığı, bilakis normal görüldüğü bir yaşamın tam ortasındayız.
Bugün politikacıların yıllar içinde söylediklerini yalanlaması kimseyi şaşırtmıyor. Hatta aynı konuşmanın beşinci dakikasında birinci dakikada söylediklerini geçersiz kılmaları bile artık gündem olmuyor. Çünkü topluma yerleştirilen ve toplumun gönüllü olarak sahiplendiği bir rehavet var:
“Olsun, günü kurtardı ya!”
Bu cümle belki söze dökülmüyor ama davranışlara, oy tercihine, politik körlüğe sinmiş durumda. Sanki politikacının görevi hakikati savunmak değil, günü idare etmekmiş gibi… Sanki sözün değeri, içeriğinin doğruluğunda değil, anlık duyguları tatmin gücündeymiş gibi…
Bu yüzden politikacılar artık hiç çekinmiyor.
Yalan söylemek “normal”, tutarsız konuşmak “doğal”, dün savunduğunu bugün inkâr etmek “siyasetin gereği” olarak görülüyor. Bir millet ne zaman hakikati normal olmaktan çıkarıp yalanı norm haline getirirse, o zaman yıkım sessizce yaklaşır. Çünkü toplumu yıkan depremler değil, vicdanı aşındıran mikro çatlaklardır.
Ve ne acıdır ki halk, politikacının çelişkilerini neredeyse sevgiyle karşılıyor.
Halk öyle bir krediyi veriyor ki siyasetçiye:
Yalan söyleyebilir.
Dün söylediğini bugün inkâr edebilir.
Hatta aynı cümle içinde hem “var” hem “yok” diyebilir.
Halk onun adına her şeyi mazur görebilir.
Çünkü taraftarlık, hakikatin üzerine bir sis perdesi gibi çökmüş durumda.
Ama aynı halk, kendi hemşehrisi, komşusu, hatta kendi çocuğu bile bir sözünde çelişse, onu yerden yere vurur.
Bir vatandaş küçük bir hatalı ifade söylese, hemen “davul bağlayıp beline çalarlar,” taşlarlar, küçük düşürürler.
Politikacının yalanı tolere edilir, vatandaşın dili cezalandırılır.
Bu çarpıklığın kendisi bile sistemin nasıl derin bir yozlaşma içinde olduğunu gösterir.
Bu sadece siyasetçinin ahlaksızlığı değil; aynı zamanda toplumun bunu doğal görmesidir. Çünkü toplumun kabul ettiği her şey, bir gün onun kaderi olur. İnsanlar yöneticilerinin aynasıdır derler; oysa yöneticiler daha çok halkının ruh hâlinin bir izdüşümüdür. Halk, yalanı alkışlarsa siyasetin dili kıvrılır. Halk, gerçeği talep etmezse siyaset gerçeği gömer. Ve halk, hakikatin peşinden gitmeyi bırakırsa siyaset yalanla beslenir.
En karanlık yanı ise şudur:
Bu ortamda yaşayan toplumlar, kendi sonunu hazırladığını fark etmiyor.
Yalanın normalleştiği yerde güven biter.
Güvenin bittiği yerde dayanışma biter.
Dayanışmanın bittiği yerde toplum kendi kendini yer.
Ve sonunda, dışarıdan hiçbir güç gerekmeden, millet kendi elleriyle kendi çöküşünü hazırlar.
Bir toplumun çöküşü bir anda olmaz. Kimse bir sabah kalkıp “Bugün toplum çöktü,” demez.
Çöküş sessizdir.
Çöküş, duvar diplerinde biriken ince tozlar gibidir; duvar çökerken değil, çatlarken anlaşılır.
Toplum da böyle çöker: önce hafızası silinir, sonra ahlakı aşınır, sonra kalite ölür, sonra hakikat ölür… En son geriye sadece kabuk kalır.
Evet, böyle bir ortam her türlü helâki hak eden bir ortamdır; çünkü kendine saygısı kalmamış toplumlar kendi değerlerini ayaklar altına alır. Yalanın erdem sayıldığı bir yerde felaket kaçınılmazdır. Ve bu felaket dışarıdan gelmeyecektir; içten içe büyüyen bir çürüme olarak gelecektir.
İnsan kendini güvende sanabilir.
Hatta bazıları şöyle diyebilir: “Biz bu düzenle idare ederiz.”
Ama bilmezler ki en büyük tehlike zaten uyuşmuş güven duygusudur.
Toplum kendi içindeki çarpıklığı kanıksadığında, o toplumun başına neyin ne zaman patlayacağını kimse bilemez.
Çünkü büyük yıkımlar genelde küçük yalanlarla başlar.
Küçük yalanlar büyük çarpıklıkları doğurur, büyük çarpıklıklar büyük kırılmaları çağırır.
Ve bir gün gelir ki herkes “Bu nasıl oldu?” diye sorar.
Cevap aslında yıllardır onların gözünün önünde durmaktadır:
Sustuğunuz yerde, duymazdan geldiğiniz çelişkilerde, mazur gördüğünüz yalanlarda…
Bugün bir siyasetçinin söylediği yalanı savunmak, yarın ülkenin felaketine ortak olmaktır.
Bugün taraftarlık uğruna hakikati görmezden gelmek, yarın bizzat o hakikatin altında kalmaktır.
Bugün lidere duyulan kör bağlılık, yarın evlatlarımızın duyacağı acının sebebi olacaktır.
Bir toplumun felaketi bazen bir liderin çöküşüyle değil; halkın gerçeği bırakıp lidere tapmasıyla başlar.
Bu yüzden diyorum ki:
Hakikat bir lütuf değil, görevdir.
Gerçeğin peşinden gitmek bir lüks değil, insan olmanın şartıdır.
Siyasal bağlılık, vicdanın önüne geçtiğinde toplum çürür.
Toplum çürüdüğünde ise o toplumun toprağı bile bereketini kaybeder.
Bu çöküşün en acı yanı, insanların suya atılan kurbağa misali durumu fark etmemesidir.
Su yavaş yavaş ısınır. Kurbağa ısındığını fark etmez.
Ama bir gün su kaynar ve kurbağa artık zıplayamaz.
Toplumlar da böyledir:
Yalan yavaş yavaş çoğalır.
İlk önce tepki verir insanlar.
Sonra aldırmaz.
Sonra kabullenir.
En sonunda savunur.
Ve savunmaya başladığı an toplum artık kendi ölüm fermanını imzalamıştır.
Böylesi bir ortamda yaşayan hiç kimse kendini güvende sanmasın.
Çünkü hakikatin olmadığı yerde adalet de yoktur.
Adaletin olmadığı yerde huzur olmaz.
Huzurun olmadığı yerde yarın diye bir şey yoktur.
Bugün bir siyasetçinin yalanını savunmak, yarın kendi evini ateşe atmaktan farksızdır.
Bugün lideri korumak adına hakikati yok saymak, yarın çocuklarını koruyamayacağın bir geleceği satın almaktır.
Yalanı normalleştiren toplumlar, gerçeği gördüklerinde bozulurlar.
Gerçeği reddeden toplumlar ise bir gün gerçeğin tokadıyla yüzleşir.
Ve o tokat öyle sert gelir ki, geride kimsenin itiraz edecek nefesi bile kalmaz.
Bu yüzden bu metin bir öfke değil; bir uyarıdır.
Bir isyan değil; bir çığlıktır.
Bir tarafın değil, hakikatin yanındadır.
Çünkü hakikatin olmadığı yerde tarafın da anlamı yoktur.
Bu manifestonun özü şudur:
Hakikati çürüten toplumun geleceği çoraklaşır.
Yalanı alkışlayan toplum, kendi felaketini çağırır.
Ve gerçeğin öldüğü topraklarda insan, insanlıktan uzaklaşır.
Bugün bu sözlerin ağırlığını hissedenler bilir ki, toplum kendini ihya etmek istiyorsa önce kendi aynasına bakmalıdır.
Siyaseti değil, vicdanı sorgulamalıdır.
Liderleri değil, hakikati merkeze almalıdır.
Çünkü hakikat, siyasetin değil, insanın alanıdır.
Ve insan hakikatten ne kadar uzaklaşırsa kendinden de o kadar uzaklaşır.
Gün gelir, bu toplum hakikatin değerini yeniden hatırlarsa, kendi karanlığından çıkacak gücü de bulur.
Ama hakikati mezara gömmeye devam ederse, bir gün kendi üzerine kapanan toprağın ağırlığını hissedecektir.
Unutulmamalı ki:
Hakikatten kaçan toplum, kendi felaketine doğru yürüyen bir topluluktan ibarettir.
Kimse “Bize bir şey olmaz” demesin.
Bu cümlenin söylendiği her coğrafya tarih boyunca en ağır yıkımları yaşamıştır.
Ve bugün burada, bu sözlerle aslında şunu ilan etmiş oluyoruz:
Gerçeği savunmak cesaret ister.
Yalanı savunmak korkaklıktır.
Korkak toplumların sonu ise her zaman acıdır.
Bu manifesto bir karanlık tasviri değil; bir uyanış çağrısıdır.
Hakikati diriltmek isteyenlere bir fener, yalanın gölgesinde uyuyanlara bir tokmak niteliğindedir.
Çünkü hakikat uyarır, yalan uyutur.
Ve uyuyan toplumun sonu bellidir:
Çöküş, yıkım ve pişmanlık.
Ama gerçeğin yanında duran için hâlâ bir umut vardır.
Bu satırları okuyanların içinden bir kişi bile hakikate yönelirse, yalanın karanlığına bir gedik açılmış demektir.
Ve unutma:
Bir toplumun kaderi, yöneticilerinin değil; hakikati savunan vicdanlarının sayısıyla değişir...
Erol Kekeç/26.11.2025/Sancaktpe/İST
5.0
100% (1)