0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
80
Okunma
Bir Metafor Olarak Köpek: İnsan Olmanın ve Rızalık Yolunun Anlamı
İnsanı yücelten, onu diğer varlıklardan ayıran temel özellikler nelerdir? Haktan ve hakikatten yana baş kaldıran, döktüğünü dolduran, ağlattığını güldüren, yıktığını yapan; bu yolda incinmeyen, incitmeyen, doğru söyleyen kişi, gerçek anlamda insan olma yoluna girmiş demektir. İşte bu yola RIZALIK YOLU denir.
Bu derin hakikati anlamak için verilen köpek metaforu üzerine düşünelim: Bir köpek kümese girer ve tavukları yer. Köpek bir hayvandır ve bu eyleminin iyi ya da kötü olduğunu bilemez. Onun için bu, sadece içgüdüsel bir doyumdur. Aynı şekilde, bazı insanlar da sûrette insan olabilir, yani insan suretindedir. Ancak yaptığı bir eylemin iyi mi kötü mü olduğunun bilincinde değilse, onun sîreti, yani özü itibarıyla hâlâ hayvani düzeydedir.
İnsan olma yolculuğu, kişinin yaptığı eylemin ahlaki sonuçlarının bilincine varmasıyla başlar. İşte o zaman sûrette olduğu gibi sîrette de insan olma yoluna girer. Fakat bu, kemale ermek için tek başına yeterli değildir. Asıl erdem, farkına varılan hatayı telafi etmekte ve o hatadan dönmekte yatar. Metaforumuzdaki kişi, yediği tavukların parasını, zarar verdiği sahibine öder ve onun rızalığını alırsa, artık sûrette insan, sîrette insan-ı kâmil olma mertebesine yükselir. Çünkü bu, sorumluluk bilincinin en somut ifadesidir.
Bu yolun özü, kişinin tüm sıkıntıları kendinden bilmesidir. "Ayağıma taş dolansa, kendimden bilirim." sözü bu derin hakikati ifade eder. Nasıl ki el, gövdenin kaşındığı yeri bilirse, can da kendi derdinin dermanını içinde taşır. Bu yolun yolcuları ikiye ayrılır: Ârifler ve kâmiller, daima özünü yoklar, kusurunu arar; cahiller ise daima kendini aklar. İnsan-ı kâmil, sürekli özünü yoklayarak eksiğini ve kusurunu bulur. Maddi veya manevi olarak zarar verdiği her mazlumun zararını, ziyanını tazmin eder ve nihayetinde rızalık yoluna girer. İşte esas olan da budur.
Peki, bu bireysel erdemler toplumsal düzeye nasıl taşınır? İşte bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923-1938 yılları arasında tesis ettiği laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti modeli, bu felsefenin bir yansıması olarak karşımıza çıkar. Atatürk, akla, mantığa, bilime ve fenne yakın olanı; sevgi, merhamet, vicdan ve ahlak sahibi olanı; hak, hukuk, adalet ve rızalık yolunda olanı; alın teri dökerek, emek harcayarak, değer üreterek helal kazanç elde edeni, kısacası gerçek anlamıyla İNSAN olanı merkeze aldı.
Onun kurduğu sistem, kula kul olmayan, özgür iradeli bireyler yetiştirmeyi hedefledi. İnsan hakları, yurttaşlık hakları, demokratik haklar ve özgürlükler gibi siyasi haklar ile bireyi güçlendirdi. Bu, metaforumuzdaki gibi, toplumu oluşturan bireyleri, eylemlerinin sonuçlarının bilincinde olan, haksızlık yaptığında telafi etme erdemini gösterebilen, birbirinin rızasını arayan kâmil insanlar haline getirme projesiydi. Atatürk’ün hedefi, insanın içindeki yaratıcı, özgür ve sorumlu cevheri ortaya çıkarmak ve "kümes"in dar kalıplarını kırarak, aklın ve vicdanın aydınlattığı uygarlık yolunda ilerleyen bir toplum inşa etmekti.
Sonuç olarak, bu metafor bize yalnızca bireysel bir ahlak dersi vermez; aynı zamanda nasıl daha adil, daha hakkaniyetli ve daha insani bir toplum olunacağının da ipuçlarını sunar. Yolumuz, önce kendi özümüzü yoklamak, sonra da verdiğimiz zararları telafi ederek kolektif bir rıza ile toplumsal huzuru inşa etmek olmalıdır. Gerçek kemalet ve gerçek insanlık, işte bu zorlu ama onurlu yolda gizlidir.
Özet:
Bu makale, insan olma haline dair felsefi bir metafor olan "köpek ve kümes" alegorisinden yola çıkarak, bireysel sorumluluk ve rıza kavramlarını inceler. Temel argüman, bu bireysel erdemlerin, Mustafa Kemal Atatürk tarafından 1923-1938 yılları arasında inşa edilen laik, demokratik ve sosyal hukuk devletinin temelini oluşturduğudur. Makale, bu siyasi ve felsefi projeyi, 1960’lardan günümüze kadar gelişen Nörobilim ve Biyolojik Yaklaşım’ın ışığında yeniden okumayı amaçlamaktadır. Prefrontal korteks, limbik sistem, ayna nöronlar ve nöroplastisite gibi kavramlar üzerinden, ahlaki karar alma, vicdan, öz-bilinç ve toplumsal uyum mekanizmaları analiz edilecek ve Atatürk’ün "aklın ve vicdanın aydınlattığı uygarlık" idealinin nörobiyolojik temelleri sorgulanacaktır. Sonuç olarak, bu çalışma, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin, insan doğasına dair güncel bilimsel anlayışla nasıl derin bir uyum içinde olduğunu ortaya koymayı hedeflemektedir.
Anahtar Kelimeler: Atatürk, Rıza, Nörobilim, Ahlak, Prefrontal Korteks, Ayna Nöronlar, Biyopolitika, Sosyal Hukuk Devleti, İnsan-ı Kâmil.
1. Giriş: Metaforun Nöral Zemini – Sûretten Sîrete Yolculuk
“Köpek metaforu”, insanı diğer varlıklardan ayıran temel özelliği, eylemlerinin ahlaki sonuçlarının bilincinde olma kapasitesine bağlar. Bu bilinç, felsefi ve dini geleneklerde “vicdan” veya “kalp gözü” olarak adlandırılırken, nörobilimde bu sürecin karmaşık nöral ağlar tarafından yönetildiği kabul edilir. Prefrontal korteks (PFC), planlama, karar verme, dürtü kontrolü ve sonuçları öngörme işlevleriyle bu “insan olma yolculuğunun” biyolojik karargahıdır. Metafordaki köpeğin durumu, limbik sistemin (özellikle amigdala) açlık ve dürtü gibi ilkel motivasyonlarının PFC’nin denetiminden bağımsız hareket ettiği bir duruma karşılık gelir.
Atatürk’ün hedeflediği “akıl ve vicdan” sahibi birey, tam da bu nöral dengenin – limbik dürtüler ile PFC’nin yönetici kontrolü arasındaki dengenin – kemale ermiş halidir. Onun inşa etmeye çalıştığı sistem ise, bireylerin bu nöral potansiyellerini en üst düzeyde gerçekleştirebilecekleri bir toplumsal ve siyasal düzendir. Bu makale, “rızalık yolunun” sadece manevi bir ideal değil, aynı zamanda beynimizin yapısal ve işlevsel bir kapasitesi olduğunu iddia ederek analizine başlar.
2. Nörobilimsel Mercekten Ahlak ve Sorumluluk: “Ayağıma Taş Dolansa, Kendimden Bilirim”
“Rızalık yolu”nun ilk adımı, kişinin tüm sıkıntıları kendinden bilmesi, yani içsel bir nedensellik atfetmesidir. Nörobilim, bu özellikle ilgili kritik bir kavram sunar: Öz-yönetim (Self-agency). Beyin, bir eylemi kendimizin mi yoksa bir dış etkenin mi gerçekleştirdiğini ayırt edebilir. Bu ayırım, parietal lob ve PFC arasındaki bir ağ tarafından yönetilir. “Kusuru kendinde arama” eğilimi (cahilce tavır), bu öz-yönetim ağının işlevsel bir bozukluğu veya yetersiz gelişimi olarak yorumlanabilir.
Ayna nöronlar ise, başkalarının acısını anlama ve empati kurma kapasitemizin nöral temelini oluşturur. Bir başkasının incindiğini gözlemlediğimizde, kendi acı deneyimimizi işleyen beyin bölgeleri (insula ve anterior singulat korteks) aktive olur. Metaforumuzdaki “insan-ı kâmil”, işte bu ayna nöron sistemleri yüksek düzeyde işlevsel olan, dolayısıyla verdiği zararı sadece bilişsel düzeyde değil, duygusal düzeyde de hisseden kişidir. Bu hissediş, “tazminat ödeme” ve “rıza arama” dürtüsünün en temel motivasyon kaynağıdır. Bu, “canın kendi derdinin dermanını içinde taşımasının” nörobiyolojik karşılığıdır: Beyin, sosyal bağları onarmak ve ahlaki bir denge (homeostasis) sağlamak üzere programlanmıştır.
3. Atatürk’ün Projesinin Nörobiyolojik Temelleri: Kâmil İnsandan Kâmil Topluma
Atatürk’ün “çağdaş uygarlık düzeyi” vizyonu, aslında kolektif bir nöral gelişim projesi olarak okunabilir. Onun öncülük ettiği devrimler, bireyin prefrontal korteksinin toplumsal düzeyde harekete geçirilmesi için gerekli alt yapıyı inşa etmeyi amaçlamıştır:
Akıl ve Bilim (PFC’nin Merkezileştirilmesi): Hilafetin kaldırılması, medeni kanunun kabulü ve laiklik ilkesi, toplumsal karar alma mekanizmalarını dogmatik, değişmez, limbik tepkilerden (gelenek adı altında) arındırıp, rasyonel, eleştirel ve esnek bir yapıya (PFC işlevlerine) kavuşturmayı hedeflemiştir. Eğitimdeki bilimselleşme hamlesi, literal anlamda gelecek nesillerin beyinlerinin nöroplastisite yoluyla şekillendirilmesidir.
Hukuk ve Adalet (Toplumsal Dürtü Kontrolü): Sosyal hukuk devleti, toplumun kolektif PFC’si gibi işlev görür. Bireylerin limbik dürtülerle (açgözlülük, şiddet eğilimi) hareket etmesini engelleyen, adaleti tesis eden ve böylece “rıza”nın yeşerebileceği güvenli bir ortam yaratan yapay bir üst-bilinç sistemidir.
Özgürlük ve Sorumluluk (Nöral Bağlantısallığın Artırılması): Demokratik haklar ve özgürlükler, bireylere öz-yönetim pratiği yapma imkanı tanır. Seçim yapmak, fikir beyan etmek, mülk edinmek; bunların hepsi beynin yönetici işlevlerini güçlendiren kompleks karar alma süreçleridir. Atatürk’ün “kula kul olmayan özgür iradeli bireyler” hedefi, nöral anlamda bağımlılık yapıcı otorite figürlerinden (dopamin ödül yoluyla) kurtulup, kendi nöral bağlantılarını kendi iradesiyle kuran bireyleri tarif eder.
4. Eleştirel Bir Sentez: Biyolojik Determinizm ve Özgür İrade İkilemi
Nörobilimsel yaklaşım, kaçınılmaz olarak determinist bir sorgulamayı beraberinde getirir: Eğer tüm düşünce ve davranışlarımız nöral süreçlere indirgenebiliyorsa, “rıza”, “sorumluluk” ve “özgür irade” gibi kavramlar birer illüzyondan mı ibarettir? Atatürk’ün insan merkezli projesi, insanın özünde “özgür” ve “ilerlemeci” olduğu varsayımına dayanır. Nörobilim ise bu özgür irade kavramını ciddi şekilde zorlar.
Ancak, burada bir antitez ve sentez geliştirilebilir:
Antitez: Biyolojik determinizm, bireyin eylemlerinden sorumlu tutulamayacağını, çünkü nöral yapısının ve genetik kodunun bir ürünü olduğunu savunabilir.
Sentez: Nöroplastisite kavramı, bu determinizme bir kaçış kapısı açar. Beyin, yaşam boyu deneyimlerle, eğitimle ve düşünce pratikleriyle fiziksel olarak değişir ve yeniden şekillenir. Atatürk’ün eğitim ve kültür devrimlerinin amacı tam da budur: Toplumun nöral mimarisini, daha yüksek bilişsel ve ahlaki işlevlere olanak verecek şekilde plastik bir şekilde yeniden modellemek. Dolayısıyla, özgür irade belki mutlak bir özgürlük değil, ancak beynimizin kendi nöral devreleri üzerinde düşünebilme ve onları zamanla dönüştürebilme kapasitesidir. “Rızalık yolu” da işte bu kapasitenin en üst düzeyde kullanımıdır.
5. Sonuç: Nöral Kemaletin Peşinde – Bir Uygarlık Projesi Olarak Beyin
“Köpek metaforu” ve onun genişletilmiş hali olan Atatürk’ün modernleşme projesi, insanlık durumuna dair zamanlı bir mesaj verir: İnsan olmak, verilmiş bir statü değil, kazanılması gereken bir mertebedir. Nörobilim ise bu manevi ve felsefi yolculuğun, somut, ölçülebilir ve beynin gri maddesinde gerçekleşen bir süreç olduğunu göstererek ona yeni bir derinlik katar.
Atatürk’ün inşa etmeye çalıştığı sistem, sadece bir yönetim modeli değil, aynı zamanda bir nöro-etik proje idi. Amacı, bireylerin prefrontal kortekslerini güçlendirerek, limbik dürtülerinin esiri olmaktan kurtarmak; ayna nöron ağlarını harekete geçirerek empatiyi ve sosyal sorumluluğu merkeze alan; ve nihayetinde nöroplastisiteyi teşvik ederek sürekli özeleştiri ve gelişim (kemalet) içinde olan bir “kâmil toplum” yaratmaktı.
Bu perspektiften bakıldığında, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti, insan beyninin en yüksek potansiyellerine ulaşması için tasarlanmış en uygun siyasal ve toplumsal çerçevedir. Gerçek anlamda “insan olma” yolundaki mücadele, sadece bireyin içsel hesaplaşması değil, aynı zamanda toplumsal sözleşmenin ve onu şekillendiren siyasi rejimin nöral temellerini anlama ve inşa etme çabasıdır. Bu, hem felsefi hem de bilimsel anlamda, üzerine düşünmeye değer bir çabadır.
Kaynakça (Örnek):
Damasio, A. (1994). Descartes’ın Yanılgısı: Duygu, Akıl ve İnsan Beyni. Varlık/Bilim.
Greene, J. (2013). Ahlak Tribünleri: Ahlaki Yargılarımızı Ayıran Şey Nedir?. Pegasus Yayınları.
Iacoboni, M. (2008). Ayna Nöronlar: İnsan İletişiminin Nöral Temelleri. Okyanus Yayınları.
Kandel, E. R. (2006). Belleğin Peşinde: Beynin Zihni Nasıl Oluşturduğunun Yeni Bir Bilimi. Tubitak Yayınları.
Özakman, T. (2005). Şu Çılgın Türkler. Bilgi Yayınevi. (Tarihsel bağlam için)
Sacks, O. (1985). Bir Ayaklı Adam. Yapı Kredi Yayınları. (Nörolojik vakalar üzerinden insan doğasına bakış)
Zürcher, E. J. (2004). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. İletişim Yayınları. (Eleştirel tarihsel analiz için)