0
Yorum
8
Beğeni
0,0
Puan
96
Okunma

İnsanın ne anlama geldiği, belki de hiçbir dönemde bugünkü kadar tartışmalı olmamıştı. Bir zamanlar bütün bir varoluşu taşıyan bu kelime, günümüzde çoğu zaman sesini kaybetmiş bir yankıya benziyor. Onu düşündüğümde, zihnimde beliren ağırlık yerine hafif bir toz bulutu yükseliyor, sanki anlamın kendisi de yavaş yavaş çözülüyor. Çevremde dolaşan kalabalığa baktıkça bunun yalnızca bir kişisel his olmadığını fark ediyorum. Yüzler var, yüzlere benzer, fakat çoğunun ardında gerçek bir ifade, bir yön ya da bir iz kalmamış. İnsanlık, sisin içinde sallanan zayıf bir ışık gibi, Ne tamamen sönük, ne de yolu aydınlatacak kadar güçlü.
Belki de sorun, kalabalığın kendisinde değil, kalabalığın içinde kaybolan bireylerde. İnsanlar amaçsızca hareket ediyor, fakat aslında çoğu kendi yönünü çoktan yitirmiş durumda. Kökleri olmayan ağaçlara benziyorlar. Ayakta duruyorlar ama hiçbir yere ait değiller. Bu hareketin içinde ben, kendimi kıyıda unutulmuş bir taş gibi hissediyorum. Zaman akıyor, hayat sürüyor, sesler birbirine karışıyor, ama içimdeki sessizlik bütün bu gürültüyü kesen bir perde gibi duruyor.
Bazen gitmeyi düşünüyorum. Uzaklara değil, daha çok kendime giden bir yola. İnsan, bulunduğu yer değiştirilince değişir mi? Yoksa asıl dönüşüm, içeriye doğru atılan adımlarda mı saklıdır? Bir adım ileri atmak çoğu zaman dışarıya doğru görünür, oysa insanın gerçek yolculuğu kendi içine doğrudur. Dışarıdaki karanlık, ancak içerideki ışığın farkına varıldığında anlam kazanır.
Yine de sorular peşimi bırakmıyor, Kendi kalbinin sesini duymayan insanlarla yan yana yaşamak mümkün mü? Birbirini dinlemeyen, birbirinden kaçan, suskunluğu sohbet sayan insanlarla aynı yolu yürümek… Zaman zaman bu sorular umutsuzluk gibi dursa da belki de insan olmanın en kaçınılmaz yönü burada yatıyor. Birbirimizin gölgeleriyle karşılaşmak, onları tanımak ve bazen onları aşıp geçmek.
Sessizliğin bir ayna olduğu fikrine sık sık dönüyorum. İnsan kendi sessizliğine bakmayı öğrenmedikçe, karşısındaki kim olursa olsun bir yabancı olarak kalacaktır. Kalabalığın içinde hissedilen yalnızlık, çoğu zaman başkalarının eksikliğinden değil, içsel yüzleşmenin ertelenmesinden doğar. Yine de yürümek gerekir, çünkü durmak, gölgenin tamamen büyümesine izin vermektir.
Sonuçta insan, gölgelerin arasında yürümeyi öğrenmeden kendi ışığını bulamaz. Ve belki de bütün mesele ışığı aramak değil, karanlığın içinde hangi yöne bakacağını bilmek. Çünkü asıl yol, çoğu zaman adımlarımız da değil, onları atan kalpte saklıdır.
*
Mehmet Demir
141124