0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
84
Okunma
Telefonu elime aldığımda, gece çoktan bitmişti aslında; sadece ortalıkta dolaşan bir artığı vardı. Ev, uyumayan bir beden gibi soğuk. Duvarlar, “buradasın” diye değil, “kaçacak yerin yok” diye duruyor. Mutfağın lambası açık kalmış; sarı bir ışık değil, susmayan bir hastalık gibi salona sızıyor. Perdeler ağır. Hava ağır. Ben daha ağır.
Ekranı açtım.
İnsan bazı kapıları açınca dışarıyı görmez, içini görür.
Benim içim, bir sohbetin tepesine çakılmış küçücük bir cümlede duruyordu:
son görüldü bugün 03:17
03:17.
Gecenin en kötü saati.
Ne “gece” diyebildiğin kadar karanlık, ne “sabah” diyebildiğin kadar yeni.
İnsanın içindeki bütün umutların, tam uykuya dalacakken boğazına oturduğu saat.
Benim yıllardır taşımaktan kamburlaştığım şey, işte bu saatlere sığıyor.
Kimsenin görmediği, kimsenin sormadığı, kimsenin kaydetmediği saatlere.
Parmağım ekranın üzerinde bekliyor.
Dokunmak istemiyorum.
Dokunacağımı biliyorum.
İnsan kendine acı vereceğini bile bile aynı yere gider;
çünkü acı, bazen tek bildiğin ev olur.
Ev dediğim şey, kaçmadığın yer değil, kaçamadığın yer.
“Bakma,” diyorum içimdeki o yorgun sese.
“Artık bakma. Bu sadece bir saat. Sadece bir cümle.”
Ama içimdeki ses benim emirlerimi dinlemiyor.
Zaten ben de kendimi dinlemiyorum.
İçimde bir sürü ben var:
biri korkak, biri mahvolmuş, biri hâlâ anlamaya çalışıyor, biri sadece susmak istiyor.
Hepsi aynı anda konuşunca insanın kafası bir enkaz gibi oluyor;
içinde sağ kalanların bağırdığı bir enkaz.
“Neden o saatte çevrimiçi olmuş?”
“Kimle konuşmuş olabilir?”
“Benim cümleme neden uğramamış?”
Benim cümleme uğramamak…
Bak, bunu düşünürken bile yüzümde bir sıkışma oluyor.
Sanki ben bir yerim.
Sanki benim içinde yaşanacak bir şeyim var.
Oysa benim cümlem dediğim şey, birkaç kelimeden ibaret.
Bir mesaj balonu.
İçi hava.
Benim hayatım da bazen öyle:
konuşuyor gibi görünüyorum ama içimdeki havayı bile kimse solumuyor.
Ekrana baktıkça büyüyen şey kıskançlık değil.
Kıskançlık hâlâ canlı bir şeydir.
Bende büyüyen, daha çürük bir şey:
silinme korkusu.
Birinin hayatında iz bırakmama korkusu.
Sanki o saat benim varlığıma karar veriyor.
Sanki gece 03:17’de çevrimiçi olmak,
benim bu dünyadaki yerimi iptal eden resmi bir mühür.
Neden böyleyim?
Çünkü ben hep böyleydim.
Küçücükken bile birinin sesini yükseltmesini isterdim,
“buradasın” desin,
“gördüm seni” desin.
Ses gelmeyince, içime çekilirdim.
İçime çekile çekile derinleştim sanmıştım;
meğerse sadece kaybolmuşum.
Masadaki boş kahve bardağına bakıyorum.
Üzerinde soluk bir motivasyon cümlesi:
“Bugün harika olacak.”
Harika…
Bütün harikalıklar bir bardağın üstüne yazılacak kadar ucuzladı.
Benim günlerim bardak kadar bile umutlu değil.
Bize öğretilen cümleler var ya…
Hep kolay, hep parlak, hep iki satır.
“Takma.”
“Yoluna bak.”
“Bırak gitsin.”
On saniyelik videolarla iyileşmemiz bekleniyor.
Dizilerde insanlar acıyı iki bölümde bitirip yeni sezona geçiyor.
Şarkılar “güçlü ol” demeyi marifet sanıyor.
Ben güçlü falan değilim.
Benim içimdeki kırıklar, epizotlara sığmıyor.
Ben bir sezona değil,
bir ömre yayılmış bir yorgunum.
“Belki sadece bildirim düştü,” diyorum.
“Belki uykusu kaçtı. Belki yanlışlıkla açtı telefonu.”
Kendimi kandırmaya çalışıyorum.
Ama kandırmak bile bir tür umut gerektirir.
Bende umut yok.
Sadece ihtimaller var.
İhtimaller de insanı kurtarmıyor, sadece uzatıyor.
Aşağıdan bir araba geçiyor.
Farları perdeden içeri düşüyor.
Duvarda bir anlık beyaz çizgi.
O çizgide yüzüm beliriyor camda.
Çok kısa sürüyor.
Sonra yine yok.
İşte o yok oluşu seviyorum bazen.
Çünkü görünür olmak, hesap vermek demek.
Ben hesap verecek kadar yaşamıyorum.
Ben sadece duruyorum.
Durmanın içindeki çürüme gibi.
İçimdeki sesler tekrar başlıyor:
“Sen zaten sevilmiyorsun.”
“Sen istenmiyorsun.”
“Sen hep gecikmiş bir insan oldun.”
“Hep dışarıda kaldın.”
Sesler birbirinin üstüne biniyor.
Ben hepsini haklı buluyorum.
Çünkü insan kendini savunamayınca,
içindeki bütün suçlamalar mahkeme kararı gibi kesinleşiyor.
Geçen ay “son görülme”yi kapattım.
Kendimi saklarsam acı beni bulamaz sandım.
Acı zaten benim içimde oturuyor;
ben nereye saklanacağım?
Görünmezlik sadece şu demekmiş:
kimse nasıl kaybolduğunu fark etmiyor.
Kaybolmak bile sessiz oluyor.
Bir korku daha var, daha ağır:
Ya bir gün o saat hiç güncellenmezse?
Ya bir gün “son görüldü bugün 03:17”
“son görüldü geçen hafta 03:17”e dönerse?
Bir insanın ölümü, bir köşedeki fonttan anlaşılır mı?
Bu çağda ölüm bile utangaç:
yüksek sesle gelmiyor,
bildirim bile atmıyor,
sadece sessizce ekranda kalıyor.
Telefonu bırakıyorum.
Masanın üstünde kapalı bir tabut gibi.
İçinde insan yok.
İçinde ihtimal var.
Ve ben, bir ihtimalin yasını tutacak kadar yalnızım.
Sırtımı koltuğa yaslıyorum.
Oda daha da kararıyor.
Benim içim de.
İçimdeki çocuk yine çıkıyor ortaya;
kırık tokalarını avucunda saklayan,
kimse görmesin diye ağlamayı öğrenmiş o kız.
Bana bakıyor.
“Niye gelmedi?” diyor.
“Niye beni görmedi?”
Çocuğa hayat anlatılmaz.
Hayat zaten çocukların elinden alınır.
Ben onun yerine cevap vermeye çalışsam,
dünya biraz daha kirlenir.
Yanına oturuyorum.
Beraber karanlığa bakıyoruz.
Karanlık bir şey demiyor,
çünkü karanlık zaten her şey.
“Bak,” diyorum ona,
“bu bir mezar taşı değil belki.
Sadece bir saat.”
Ama bunu söylerken bile
içimde bir yer,
mezar taşının soğuğunu çoktan öğrenmiş.
Çocuk gözlerini kaldırıyor.
Sanki bütün geceler onun gözlerinden yapılmış.
“Peki neden,” diyor,
“hiç geçmiyor?”
Cevap vermiyorum.
Çünkü bazı şeyler geçmez.
Bazı şeyler insanın içinde yerleşir,
ev kurar,
isim değiştirir,
bir daha da çıkmaz.
Gece ilerliyor.
Ben ilerlemiyorum.
Ben hâlâ 03:17’de oturuyorum.
Bir saatin içine sıkışmış bir gölge gibi.
Bir yerde, birinin hayatında
hiç olmamış gibi.
Ve artık şunu da biliyorum:
Bazen “son görüldü”
bir başkasının değil,
kendi ömrünün duyurusudur.