0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
74
Okunma
Eğer ahir ömründe daha önce yaptığın şeylere “iyiki” diyebiliyorsan ömrünün nihayeti sana göründü demektir. Buradaki anlam her zaman yansımaz akıl aynasına; böylesine bir mana, peçesini çekmez yüzünden her zaman. Örtülerin ardındaki gerçek sana elini uzattıysa o el sımsıkı tutulur hissetmek için ancak o el ile gidilmez. Çünkü bu el uykunun büyük kardeşi olan ölümdür.
Ölmek insana yeniden dirilmeyi hatırlatır. Bir gül ağacının yeniden yeşermesini, denizde cam derili denizanalarının üst sularda görünmeye başlamasını, uzun zamandır bir araya gelmeyen bulutların yeryüzünü merhamet kabiliyetinin eğitimini görmüş gibi tatlı tatlı “hak etmeyen biz kulların” üzerine akışını hatırlatır. Çünkü ölmek ebediyetin başlangıcı bir daha ölmenin sonudur.
Ben; nasipte ölmek ve cezada dirilmek üzerine yazmak istedim bu defa. Hak etmek konusuna değindik, bunun “teşekkür-şükür” ile bir bağlantısı olmalıdır. Bunca nimetler için Allah’a şükretmeyi bilmeyen insan teşekkür etmesini bilir mi? Ya da onca fedakârlık ve hizmetlerden sonra insana teşekkür etmesini bilmeyen kişi Allah’a şükrü olur mu? Bir makine aldığımız zaman onu sağlıklı ve doğru bir şekilde çalıştırabilmek için kullanım kılavuzuna başvururuz. “Teşekkür etmek” fiilinin kullanım kılavuzuna ihtiyacı var mıdır? Bunu yerine getirebilmek için biz insanlara her şart oluşturulmuş ve sadece “niyet etmek” kalmışken hangi aşamasında zorlanırız? Örneğin niyet etmenin başlangıç noktası olan kalbin çalışması sorumluluğu bize mi yüklenmiş ya da bunu dil meydanına taşıyabilmek için damarlar içerisindeki oksijenin dolaşımı ve kelimenin dil üzerinde vücut bulması hadisesi bizden mi isteniyor? Şükretmeyi bu kadar kolaylaştırılan ama bizim kendimize zorlaştırdığımız şey nedir?
Hayat denen ağacın iki meyvesi vardır, der Bediüzzaman(r.a.): Biri teşekkür diğeri ibadettir. Teşekkür başta Allah’a sonra insanadır. Bu meyveleri tatmayan ve bilmeyen kişi hayattan anladığım bir şey vardır, diyebilir mi? Gönül cebimizi karıştırdığımız zaman elimize para, hırs, tahakküm sevdası gibi arzularımızın atıkları içerisinde bir nebze de olsa ibadet ve teşekkür gelmiyorsa değersiz taş yükleri ile yaşamışız, diyebilir miyiz?
Bir örnek vermek isterim; bir mahkûm ve ağırlık sporu ile uğraşan bir sporcu farz edelim. Bu mahkûm taş ocağında sabah-akşam durmadan taş kırarken sporcu ise bir program dâhilinde sürekli ağırlık kaldırıp indirir, dinlenir ve gerektiği saatte beslenir. Mahkûm ile mezkûr sporcu kasları çalıştıran aynı fiziksel aktiviteyi yürütmektedirler ancak bir fark var ki; bu iki kişinin aldığı sonucu değiştirmektedir. O da esir ve özgürlük kavramlarıdır. İşçinin de kendi beslenme ve dinlenme programı olmasına rağmen esir oluşu onu zamanla tüketirken sporcu kendi vücuduna özgür bir tercih ile aynı zorluğu çektirmesi onu geliştirmektedir. Gün içerisinde alınıp “tercihimdir” dediğimiz kararların nefsimizin diktatörlüğü altında alınmış olma ihtimali var mıdır? Çünkü -örnekteki sporcu gibi- yaptıklarımız, düşündüklerimiz, yapmayı düşündüklerimiz gerçekten “özgür irade” çerçevesinde geliştiyse neden zamanla ahlaki, ruhsal ve dolayısı ile sosyal tükenmişlik sonucuna maruz kalıyoruz?
Nefsin boyunduruğu altında kalpte gizlice alınan kararlar nasipte ölmek ve cezada dirilmek ile neticeleniyor olabilir mi? Bu aynı nefis; “teşekkür-şükür” olgularına erişmede bize hedef şaşırtıyor olabilir mi? Hak etmeyene teşekkür hak edene isyanı murat ediyor olabilir mi? En nihayetinde yine bu nefis; özgürle bir köleliğin getirdiği tüm yönleri ile bize çürümeyi makyajlı gösterip kemiklerimize iltihabı enjekte ediyor olabilir mi? Sanırım evet, evet, evet… Çünkü aksi bir durum olsaydı gerçek bir teşekkür bizi güzel şeyleri hak etmeye, güzel şeyleri hak etmek de gelişmeye ve değişmeye götürürdü. Kokmuş bir gölete sahile gitmek hazırlığı yapmak gibi bu güzergâhta ilerlemeyi takdir ve beğenmemiz daha farklı ifade edebilen muhakkak bulunur ancak ben de dinlemek isterim kendisini.
Mehmet DURAK, Diyarbakır