0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
66
Okunma
Zaman dediğin sadece akıp gitmez; bazı günleri içimizde bırakır. Ne kadar koşarsak koşalım, geri dönüp baktığımız o sakin günleri unutturamaz. İşte o günlerin kokusu hâlâ burnumdadır: Toprak yollar, kapı önlerinde oyalanan çocuklar, yüksek duvarlı değil; yüksek gönüllü komşular…
Mahalle…
Bir semt değil, iç içe geçmiş bir sığınaktı eskiden. Kapının önünden geçen herkes tanıdıktı; herkes bir diğerinin anahtarını gönlünde taşırdı. Kimi zaman bir kapıdan çıkan yemek kokusu bütün sokağı doyurur, kimi zaman bir annenin “Akşam oldu, eve dönün” sesi bütün çocukların kulağında yankılanırdı. Kimse yalnız değildi. Yalnızlık ayıp, ilgisizlik kusurdu.
Kapı pervazlarına çizilirdi yoğurt ve süt bedeli… Ne kapıyı çalan hile yapardı, ne kapıyı açan eksik öderdi. Yoğurtçuların, sütçülerin, seyyar satıcıların yüzünde güvenin aydınlığı vardı. “Sütü bozuk” sözü bir hakaretten öte, bir insanın onuruna sürülecek en ağır lekelerden sayılırdı. Veresiye defterleri ise bir borç listesi değil; mahallenin birbirine attığı imza gibiydi. Her sayfasında güvenin tarihi, dayanışmanın izi vardı. Bugünün market raflarındaki yabancılıkla kıyaslayınca insan şunu daha iyi anlıyor: Eskiden alışveriş bile bir selamlaşma, bir hatır sorma, bir gönül bağlama hâliydi. Çünkü o günlerde ticaret bile ahlâkla yoğrulur, alışverişin bereketi insanın yüzüne vururdu.
Akraba ilişkileri de bambaşkaydı. Bayram sabahları eller öpülürken, paradan önce dualar girdi avuçlarımıza. O duaların bereketi hâlâ üzerimizdedir belki de… Çünkü o günlerde edep, tahtaya yazılan bir ders değil; evde, mahallede, sofrada yaşanan bir hâldi. Büyüklerin bakışı bile terbiye ederdi insanı.
Selam, sıradan bir merhaba değildir.
“Selamünaleyküm” dedi mi biri, sanki evrenin kapısı aralanırdı. O selam, kırgınlığı eritir; soğukluğu yumuşatır; kalpten kalbe ince bir yol açardı. İnsanlar helalleşmeyi bilirdi mesela… “Hakkını helal et” cümlesi, kalbin üzerindeki yükü hafifleten bir duaydı.
Müşavere vardı eskiden. İnsanlar birbirine akıl danışır, “Ben ne dersem doğrudur” diyen değil; “Birlikte düşünelim” diyen çoğalırdı. Fikirler çarpışmaz, bereketlenirdi. Her mesele, bir aile meclisinin sıcaklığında çözülürdü.
Yardımlaşma ise kimse görmeden yapılırdı.
Evin kapısına sessizce bırakılan bir tencere çorba, komşunun eksik erzağı, bir yetimin başını okşayan el… Kimse gösterişi bilmez, yapıp unuturdu. Çünkü iyilik, yapıldıkça hatırlanmayan; yaşandıkça çoğalan bir nimetti.
Hoşgörü, sokağın nefesiydi.
Birinin yanlışı önce anlaşılır, sonra düzeltilirdi. Kınamak ayıp; affetmek asıl olandı. Kimsenin kimseyi bastırmadığı, herkesin herkesle yan yana durabildiği bir huzur halkasıydı o günler.
Bazen düşünüyorum…
Özlediğimiz aslında dün değil.
Özlediğimiz, insanın insana iyi geldiği zamanlar.
Bugün koşuşturmanın, gürültünün ve yalnızlığın arasında o güzellikler sanki bir masal gibi duruyor. Ama ben biliyorum ki kaybolmadı. Bir yerlerde hâlâ nefes alıyor. Çünkü geçmiş dediğimiz şey, arkamızda değil; içimizde duruyor.
Belki de bize düşen, o değerleri bugünün sırtına yeniden yüklemektir. Bir selamla başlar, bir tebessümle büyür, bir iyilikle yeşerir… Ve belki bir gün, yeniden eskisi gibi kokar; eller, yürekler, haneler, mahalleler.
Koksun inşallah. Âmin.
Ramak Kaldı / Samim İğde