0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
75
Okunma
Sana ne;
Türkis’in antik mavisi,
Arsen’in safran yeşili,
Kanın kırmızısı,
Kuşkonmaz’ın akı,
Zurna’nın karası,
Kör’ün kap-karası.
Badanacımısın sen be?
Çevir Fıçı’nı Kaz Dağları’na,
( Fe dedim, Ka değil ha!)
bak engine renk-a-renk.
İda’yı sevip Şair olacağına
Kuyumcu olaydın ya,
pezevenk !
İDA’NIN ONURUNA (5) şiiri. KUŞKONMAZ ve ZURNA’NIN KARASI şiir serisidir.
Phillipp, 3 kişilik siyah deri kaplı rahat bir sofa üzerinde sırtüstü yattığını hissedince;
“ Kıyıya, Beşik Körfezi’ne gitmemiz gerek...”
Sayıklaması ile çevresine bakındı. Helen’in;
“ Olur Phillipp, gideriz.”
Ses tonundaki endişeden, durumun farklı olduğunu anlayan Phillipp yerinden doğrulamak istedi;
“ Kıprdamayın lütfen!”
Diyen bir kişi; Elindeki camlı iğne tübünü havaya doğru tutmış, ince iğnenin ucunda sallanan küçük şişeden ilaç çekmekteydi. Bu bey, şişeyi iğnenin ucundan çekip-çıkardıktan sonra Helen’e uzattı;
“ Bunu çantamın yanına koyun lütfen.”
“ Olur Doktor Bey.”
Phillipp, “Demekti hastahanedeyim!” diye düşünürken Helenin üzgün sesi ile yeniden kendine geldi;
“ Phillipp, bak Doktor Bey koluna rahatlaman için bir iğne vuracak, Lütfen kıpırdamadan dururmusun.”
“ Kolunu tutun lütfen!”
Onun kımıldayacak gücü yoktu ki, dirensin;
“ Olur.”
Helen Phillipp’in kolunu sıkıca tutarken Doktor yukarı doğru kaldırdığı iğne ucundan havaya bir tutam ilaç fışkırttı ve iğneyi masa üstündeki havlu üstüne koydu. Çantasından aldığı ince lastik boruyu onun pazusunun altından bu dolayarak, sıkıştırdı ve küçük bir pamuğa sürdüğü sıvı ile iğneyi vuracağı yeri sildi;
“Yumruk yapın lütfen!”
Phillip yumruğunu sıktı. Doktor iğneyi koyduğu yerden alarak, şişmiş damarına soktu ve biraz kan çektikten sonra;
” Yumruğunuzu açın lütfen! Tamam teşekkür ederim.”
Diyerek içindeki ilacı onun şişmiş damarına boşalttı. Bundan sonra duyduklarını Phillipp düşteymiş gibi hatırlayacaktı;
“ Tansiyonu yüksek. Bu iğne onu rahatlatır. 10-15 dakika burada yatsın!”
Biraz önce iğne vuracağı yeri sildiği pamuğu, kanayan deliğe bastırarak Hellen’e;
“ Tutun lütfen!”
Ricasıyla çantasına gidip yapışkan bir band ile geri dönerken;
“ Yorucu bir yolculuğa çıkmamanızı öneririm.”
Diyerek pamuğun üstüne bandı koyarak, yapıştırdı.İğnenin tesiriyle yarı baygın bir şekilde; “Demekki, Beşik Körfezi’ne gidip, Aşil’in mezarını ziyaret edemiyeceğiz.” diye düşünmeye çalışan Phillipp, çoktan derin bir uykuya dalmıştı bile.
Doktor çantasından aldığı reçeteye, birşeyler yazdı ve;
“ Buyrun! Bu ilacı yolun karşısındaki eczaneden alın. Yolda size yardımcı olacaktır. ”
Diyerek Helen’e uzattı;
“ Teşekkür ederiz. Borcumuz?”
“ 50 Lira. Ben yinede size uzun yolculuğa çıkmanızı salık vermem!”
Diyen doktor çantasını alıp Helen’in uzattığı parayı aldı ve kapıya kadar ona eşlik eden Helen’e;
“ İyi yolculuklar dilerim”
Diyerek el sıkışıp, ayrıldı.
Dışarıda müşterilere bilet satan görevlinin yanına kadar gelen Helen;
„ Biz büroda15 Dakika daha kalabilirmiyiz? Eşim iğne oldu da, biraz dinlenmeye ihtiyacı var. “
„ Tabi Bacım. Evinizde gibi rahat edin.“
Ayrılmak üzere olan Hellen’in arkasından;;
„ Başka bir şeye gereksinmeniz olursa da, çekinmeyin. Masa üzerindeki telofondaki 3 numaralı tuşa basarak her an bana ulaşabilirsiniz.“
Bu nazik sunuma gülümseyerek teşekkür eden Hellen odaya geri döndü. Sofada;
„ Kıyıya... “
Diye sayıklayan Phillipp’in yanına geldi ve onu rahatsız etmemeye özen göstererek başını tutarak yukarı kaldırıp, boşalan yere usulca girerek sofaya oturdu;
“Beşik Körfezi’ne inmemiz gerek!“
„ Olur Philipp, olur! Hele sen bir kendine gel de, gideriz.“
Yanağı Helen’in bacağına yaslı olan Phillipp, iğnenin tesiri ile nerdeyse kendinden geçmek üzereydi. Son söz olarak yeniden;
„Kıyıya...“
Dedikten sonra, doktorun vurduğu iğnenin tesiri ile derin bir uykuya daldı.”
Helen sevgi dolu gözlerle ona bakarak, terlemiş yüzünü küçük bir havluyla kurularken de; Yunanistan’daki kazıda ısrarla bir “Akçe” bulduğunu savunan ve Türkiye’deki son 2 günlük bu gezide ise anlaşılması olanaksız olaylar yaşadığını söyleyen bu kişinin; 40 yıllık kocası olduğunu ve bu süre içinde ona hiç yalan söylemedğini vede hiçbir şekilde hiçbir şeyide gizlemediğini hatırladı. Ama şimdi ise o; Nine’nin Kontes Sandra olabileceği ve Müslim Efe’nin’de kimliği meçhul birileri tarafından öldürüleceği saçmalığını nedense ondan gizlemekteydi. Ama niçin? Çünki tüm yaşanan tuhaf olayların, kendisinin “Mantık” denen gerçek ölçüsüne sığmadığı için. Bu güne kadar aralarında böyle bir gizliliğin olmadığını ve tüm problemleri açıkça tarışıp birlikte çözümledikleri aklına gelince de, kendini suçlu hissetti. „Demek ki o bana, benden daha dürüst davranıyor.” diye düşündü ve; „Ben bu dürüstlüğü gösteremiyecek kadar niçin kendinimi gerçekçi saymaktayım!” diye de ekledi.
Kısa bir süre. can sıkıcı olan bilimsel irdelemeleri bir yana bırakarak, onu değil de, kendi davranışı üzerinde içinden fikir yürütmeye başladı. Hepsinin bir güveni meselesi olduğunu; “Güvenmek ile Bilmekol gusu gerçeğe aykırı olduğu an, inandırıcı olmaktan çıkacağını“ düşünürken, biraz önce okuduğu ve adı “Göbekli Tepe’ye doğru“ olan bilimsel ve araştırıcı kitap aklına geldi. „Peki neden eski Antik dönemde yaşayan insanlar düşünmeden Tanrı’lara vede Bilici’lerin sözlerine inanmaktaydılar ? Demek ki bilgisizdiler!“ Biraz daha beriye gelerek Orta Çağ’daki Galile adlı Gök Bilimcisi’nin;“ Dünyanın yuvarlaklığını ve güneşin etrafında döndüğünü vede güneşin uzay denen boşluktaki milyonlarca yıldızlardan biri olduğunu söylediği anda, niçin tüm krallar, poltikacılar, din ve bilim adamları buna karşı çıkmıştılar?“ sorusuna da;”Çünki Antik Çağ’larda olduğu gibi, üstünlüklerini yitirecekleriden, ayrıcalıklarını kaybedeceklerinden ve en korkuncu ise; Böyle sabit bir fikirden kurtulacak olan halkın “Düşünmek” gibi doğal bir silaha sarılacaklarından korktukları için!“ cevabını verdi. „Olayı bu güne gelirirsek acaba durum başkamı?” diye içinden fikir yürütürken, okuduğu kitaptaki kanıtlanmış gerçekler yardımına yetişti ve kesin bir; “Hayır!” yanıtlamasıyla irdelemesini sürdürdü; “Peki niçin bugün; Bilim adamları ve poltikacıların bir kısmı, din adamlarının ve çıkarını korumak ve servetlerini dahada artırmak için çabalayan iş adamlarının hepsi, böyle bir korkunun içindeler. Ne Aşil, ne Homer, ne Büyük İskender insanlık tarihine hiçbir şeymi katmadılar? Ne Martin Luther King, Ne Atatürk, ne Nelson Mandela, ne Mahatma Gandi ne de Dalai Lama vede diğerleri uygarlığa hiçbir şeydemi katmadılar?” gibi sorularla İnsanlık Düşünce Evrimi’nin tüm aşamalarını gözden geçirdi. Ne yapması gerektiğini bilemiyordu. İlkin; Kendini mi, evliliğini mi, Truva’yı mı yoksa Doğa’yı mı kurtalmalıydı? Yaşadıkları bu 20.nci Yüzyıl’da Haksızlıklar ve Kırım’lar o kadar çoktular ki; éNiçin insanlar bunlardan ders almıyorlar?” sorusunu çözmeye çalıştı ama şu andaki gücü yalnızca Phillipp’i kurtarmaya yetiyordu.
Bugün bile iktidarı elinde tutanlar cahil halkı kandırıp, din yoluyla sömürmüyorlarmı? Niçin bilim adamları, uygar sanatçılar ve halkçı politikacılar böyle bir haksızlığa göz yummaktalar? Neden bu günki uygar insanların ve okumuş halkın büyük bir kısmı; Uzayın sonsuzluğu ispat edilmişken, Galile gibi din baskısı altında kalarak; “Dünyanın düz bir tepsi gibi olduğu“nu kabullenecek kadar bir yozluğun içindeler? Ayrıca “iİk İnsanlar” olarak kabul edilen Adem ile Havva Peygamber’lerin Cennet’ten kovularak yer küreye inişi;Musevi Dini’nin kutsal kitabı Tevrat’ta 8 bin yıl önce, Hristiyan Dini’nin kutsal kitabı İncil’de 6 bin yıl önce olduğu öne sürülürken, bugün Anadolu’da Göbekli Tepe gibi 12 bin yıl eski gelişmiş bir medeniyetin ortaya çıkmasına ne demeli?“
Türkiye ve dünyadaki bır kısım halkın ve bilim adamlarınının böyle bir din ve servet baskısı altında özgür olmamaları ve tek bir kişiye inanıp, onun peşinden giderek; Atatürk, Gandi gibi yüzlerce düşünürü göz ardı etmelerine ve hatta onların yaptığı “İnsancıl ve Uygar” devrim yada evrimi küçümsemelerine Hellen’in aklı bir türlü ermemekteydi; „Böyle bir şey bilim, uygarlık ve insanlık adına çok utandırıcı bir şey.” diye düşünen Helen’in aklına, kitapta anlatılan ve gerçekten olmuş bir olay geliverdi; Hindistan’ı İngiliz Hakimiyeti’nden “Sivil direnme” yolu ile bağımsızlığa kavuşturan Mahatma Gandi’ye bir gün bir gazeteci; “Bu gücü siz nasıl keşfettiniz?” diye sorduğunda; “Bunu ben değil, Atatürk adlı bir Türk Komutanı keşfetmiştir!” cevabını vermiş ve; “Ben yalnızca bunu ikinci kez uyguladım!” demiştir. Helen tüm bunları düşünürken sonra yeniden kitabını alıp okumaya başladı.
Yarı baygın bir şekilde kucağında yatan Philiipp’in gözlerinin önünde biraz önce gördüğü Amerikan yapımı Troja filminden başka bir görüntüsü gelivermişti;
“Kral Agememnun’un büyük komuta gemisi; Burun üstü, kumsala dik çekilmiş bir şekilde, Beşik Körfezi’nde diğer savaş gemilerinin arasında duruyordu. Kaburgaları dış yanlarından uzun, kalın sırıklarla desteklenerek doğrutulmuş bu gövde; İki küçük ve bir büyük yelken bezi tentesiyle gölgelenmişti. Geminin burnu, geniş bir kapı büyüklüğünde “küt” olarak kesilmiş, bu aralıktan uzun ve dik bir rampayla içeri girilmekteydi. Aşil, bu rampa üzerinden; Meşalelerin her iki yandan aydınlattığı dar koridoru geçerek büyük çadırın gölgelediği taht salonu önüne kadar geldi. Muhafızlar onun belindeki kılıcı almak için önünü kestiler ama Aşil’in gözlerindeki kararlığı görünce bu isteklerinden caydılar.
Yavaşça kalın perdeyi aralıyarak salona girdi. Odiseus’da hemen bu perdenin yanında onu beklemekteydi. Her ikisi, Agememnon’un etrafını sarmış ve ona dalkavukluk eden kıralları bir müddet seyrettiler. Bu kırallar yapmacık sözlerle hem onu övüyor ve hemde ona hediyeler sunuyorlardı. Odiseus, Aşil’in sırtını sıvazlayarak;
“ Savaşta gençler ölür, ihtiyarlar konuşur dostum. Bunun adı Siyaset’tir, aldırma sen!”
Dedi ve onu öne doğru itti. Krallar Kıralı Agememnon, Aşil’i görünce, elinin tersi ile diğer kırallara;
“ Çekilin!”
Emrini verdi. Aşil tahta doğru yaklaştıkça, kırallar sağlı-sollu yana çekildiler. O, vakarlı bir şekilde Kıral Agememnon’un önüne gelerek durdu; Ne başını öne eğdi, nede tek dizi üstüne çökerek onu esenlrdi. Karşısında dim-dik duran Aşil’e küçümser bir tavırla bakan, sorduğu vede ondan aldığı ağırbaşlı karşolıklar eşliğinde aralarında şöyle bir tartışma geçti;
“ Apollon Tapınağı’nı yakıp-yıkmakla büyük bir iş yaptığını mı sanıyorsun?”
„Eğer istersen bu Ün’ü sana verebilirim.”
“İstemez! Ben kendi ünümü sensiz başardım!”
“ Bu başarı asla senin değil!”
“ Düne kadar Truva’nın olan bu kıyılar şimdi benim!”
“ Bu başarıyı erlerin kazandı, sen değil!”
“ Erler ölür, kırallar kazanır ve uygarlık erleri değil kıralları hatırlar!”
“ Bence kırallar bu savaşta görülemiyecek kadar uzaktan savaşıyorlardı.”
Kıral Agememnon bu alaylı sözü duymamış gibi devam etti;
“ Yarın Truva Surları’nı yerle bir edeceğim, tüm Yunan adalarına anıtlarımı diktireceğim, adım heryerde anılacak ve kendimi ölümsüz kılacağım.”
“ Dikkat et Kırallar Kıralı! Başarıyı kutlamadan önce, ilkin savaşı kazanmalısın.”
Agememnon bu aşşağılamaya da aldırmadı ve alaycı bir tavırla devam etti;
“ Askerlerin Apollon Tapınağı’nı yağmalamalamışlar, değil mi?”
“ İstediğin altın ise alabilirsin. Senin cessurluğun karşılığı armağanım olsun sana.”
“ Ben istediğimi çoktan aldım bile.”
Diyerek, elini yukarı kaldırdı ve yanda duran iki muhafıza;
“ Getirin!”
Emrini verdi. Tahtın arkasındaki perdeyi açıp, ardında kaybolan muhafızlar bir müddet sonra aralarında Apolon Tapınağı’nın Rahibesi Deseis ile içeri girdiler. Oysa bu rahibe az önce onun çadırında idi ve sevişirken ona;“ Benden korkmayacak tek truvalı sensin!” diyerek, kimsenin ona dokunamayacağı üzerine şerefi üzerine yemin ederek söz vermişti. Aşil, hiddetle kılıcın çektip askerlere doğru yürüdü. Onlarda rahibeyi gerilerine gizleyip kılıçlarına sarıldılar. Önünde tuttuğu kılıcının ucu ile onlara yavaşça yaklaşan Aşil;
“ Sizlerle sorunum yok kardeşlerim. Ama bu rahibeyi serbest bırakmazsanız; Evinizi, çocuklarınızı bir daha göremeyeceksiniz, kararı kendiniz verin!”
Diye ileri kararlı bir adım daha atınca, rahibe geriden çıkıp aralarına girdi ve;
“ Durun!
Diyerek kılıçları ile öne atılan erleri durdurdu;
“ Bugün yeterice insan öldü!”
Kıral Agememnon’a;
“ Hiç kimsenin benim yüzümdan ölmesini istemiyorum!”
Dedikten sonra da Aşil’e dönerek;
“ Tek yeteneğin adam öldürmekse, o zaman yolunu yitirdin demektir.”
Salonda bir suskunluk başladı. Bu sessizliği ilk bozan Kral Agememnon’un kahkahası oldu;
” Yüce Savaşçı, yenilmez Kahraman, büyük Aşil’e bakın hele! Bir köle rahibe onu susturdu.”
Diyerek Krallara onu gösterince, onlarda gülmeye başladılar. O elini yukarı kalkdırınca da sustular. Aynı eli ile rahibeyi göstererek, Aşil’e;
“ Bu köle kız bu gece beni ilkin yıkayacak, sonra da, kimbilir...”
Aşil onun sözünü bitirmesine;
“ Aşşağılık, sarhoş, pis Herif!”
Diye keserek;
“ Uçkuruna sahip olamayacak kadar da zavallısın. Hayatını tanrısına adamış bir rahibenin vucudu üstünde büyüklüğünü gösterme!”
Onu kızdırmak için, rahibe ile sevişiyormuş gibi el-kol devinimleri yaparak vede yüzündeki anlam ile pekiştirerek şehvetli bir sesle;
“ Bu rahibe... Bu gece... Benim koynuma girecek Aşil!”
Diye arzusunu dahada abartarttı. Hiddetle kılıcını kınına sokan Aşil;
“ Hayatım sona ermeden önce, senin pis leşine bakıp tüküreceğim!”
Dedi ve salonu terk etti. Kral Agamemnon’un bir baş işareti ile Odeseus’da arkasından çıkıp ona yetişti;
“Aşil?”
“ Beni, bu pis savaşa girmeme zorlama Odiseus!”
“ Ülkenin sana ve erlerine gereksinmesi olduğunu unutma Aşil!”
O Truva’lılara karşı birlikte savaşması için Aşil’i razı etmeye çalışıyordu;
“ Kimin ile ve ne uğruna savaşacağımı bilmek hakkımdır!”
Bir müddet susarak yürüdüler. Aşil durdu ve ona dönerek;
“ Sana biraz önce verdiğim söz de, böylece hükümsüzdür, Odeseus!”
Kendine gelen Phillipp’in
“ Helen...”
Dediğini duyunca, başını okuduğu kitaptan sevinçle başını kaldıran Helen sırıl-sıklam terlemiş olan kocasının yüzüne baktı. Kucağında yatan bu yüzü kolları arasına alarak sıkıca sardı;
“ Çok şükür, iyisin!”
Diye kucağında duran havluyla yüzünü ve boynunu kurulayarak, pek çok kez onu öptü. Phillipp;
“ Ben zaten iyi idim Helen!”
Yanıtını verirken, yattığı yerin üç kişilik deri bir sofa ve odanın loş bir büro olduğunu fark edince de;
“Biz ne arıyoruz burada?”
Sorusunu şaşkın bir şekilde sordu.
“ Phillip sen Çay Bahçesi’nde oturduğun yerden kalkıp birkaç adım atınca, kötüleşerek yere yığıldın. Garsonlarla beraber seni buraya taşıdık. Doktor geldi ve iyileşmen için sana bir iğne yaptı;
“ Doktor mu?”
“ Hiçbirşey önemli değil hayatım. Sağlığın şimdi yerinde ya, o önemli.”
“ En son hatırladığım... Çay Bahçesi Televizyonundaki Truva Filmi idi.”
Helen şaşırarak;
“ Truva Filmi mi?”
Sorusu ile onun dağınıklığını birazcık düşündü. Çünki; O sıra televizyonda Türk Müziği eşliğinde bir eğlence programının olduğunu iyi bildiğinden; “ Herhelde iğnenin tesiri...” diye düşünerek üstelemedi ve yeni bir tartışmaya girmemekten de kaçınarak sustu;
“ İstersen Ege Sahili’ne, Beşik Körfezi’ne inelim.”
“ Hayır Helen!”
“ Bunu ısrarla isteyen sendin. Uyurken bile hep bunu sayıkladın.”
“ Hayır, gidemeyiz!”
“ Niçin?”
Cevap olarak ikinci kere ona, ceketinin yan cebinden çıkardığı, arabalı vapur ile Eceabat’tan Çanakkale’ye geçerken çay bardağının altında bulduğu ve üzerinde el yazısı ile ” Truva’ya gitmeyin!” yazan sarı yuvarlak kağıdı ona uzattı ve bakışlarını bilinmeyen bir zamana çevirerek;
“ Belki bir başka sefere?”
Dedi;
“ Olur, sen nasıl istersen.”
İkiside yerlerinden düşünceli bir şekilde kalktılar. Bürodan dışarı çıkıp yolcu salonunda bilet satan görevliye teşekkür ettikten sonra, yerlerini ayırttıkları Ayvalık otobüsüne biletlerini aldılar. Geride duran sırt çantalarını giyip el çantaları alarak dışarı çıktılar ve otobüsün gelmesini beklemeye başladılar. Yarım saate yakın zamanları vardı. Phillipp’in;
“Çay bahçesine girsek...”
Teklifine Helen endişeli bir sesle karşı çıktı;
“ Hemde bir çay ile hapımı içebilirim.”
“Hap mı? İyiki hatırlattın Phillipp. Ben karşıdaki eczaneden doktorun yazdığı reçetedeki ilacı alıp hemen geleceğim.”
Diyerek yolun karşısına eczaneye geçmek için yanından ayrıldı. Phillipp ise çay bahçesine girdi. Onu gören garson genç yanına gelerek tepsisinden bir çay alarak masasına koydu;
“ Bizi epey korkuttun be abi! Neyse, iyisin ya?“
“ Evet. Bir çayda hanımıma lütfen.”
“Gelince getiririm.”
Diyerek yanından ayrıldı. Kısa bir süre sonra Helen’de Çay Bahçesi’ne gelince, ona elindeki kutudan bir hap alarak uzattı.;
“Hemen iç, nerdeyse otobüs gelecek.”
Gerson genç yanlarına gelmişti;
“Sizede bir çay vereyim mi abla?”
“Hayır, teşekkür ederim. Otobüsümüz hemen gelecek de.”
Geri dönüp gitmek üzere olan garsona;
“ Lütfen bakarmısın.”
Diye seslenerek onu yeniden yanlarına çağırdı.
“ Buyur Abi!”
“ Ben baygınlık geçirdiğimde şu televizyonda hangi Program vardı?”
“ Brett Pit’in Truva Filmi oynuyordu Abi!“
„?“
Helen bu karşılığa şaşırmıştı. Karşı çıkmasına zaman kalmadan, garsonun;
“ Tam Agamemnon’un ordusu veba numarası yapıp, kumsaldaki gemilerden söktükleri tahtalarla kocaman bir Tahta At yapıyorlardı ki, sen yere yıkıldın ve patron da televizyonu kapattı.”
Helen, bu danışıklı-döğüş oyununa karşı çıkacaktı ama;
“ Abi, sence ; Aşil o Tahta At’ın içinde olabilirmiydi?”
Sorusunu duyunca donup kaldı. Phillipp;
“ Hayır.”
Cevapını verince de; Her ikisinin anlaşarak, ona nisbet yaparcasına gözünün önünde, gerçeğe uymayan bir oyun segilediklerini sezdi. Garsonun;
“ Bence saçma! Olan tüm olaylardan sonra niçin Aşil gibi bir kahraman, o Tahta At’ın içinde girsin, değimi abi?”
Sorusunu duyunca, artık onun gerçekçi irdeleme yeteneği; Durumu kontrol edemiyeceği kadar çok gerilerde kalmıştı ve ona oynanan oyunu seyretmekten başka birşey kalmadığını anlamıştı. Susarak kendini konuşmanın akışına bıraktı. Phillipp’in kurnaz bir avcının, avını tuzağa yönlendirmesi gibi sorduğu;
“ Rahibe Deseis’e olan aşkındandır belki?”
“ Böyle yok edici bir aşka kim inanır abi?”
“ Peki senin fikrin ne? ”
“ Ben bigisizim Abi. Orta Okul’a bilem gidemedim. Böyle safsatalara pek aklım ermez ama, Bir aşk uğruna Aşil’i o tahta At’ın içine sokmaları bence çok gülünç. Filim değilmi, adam kandırıyorlar!”
“ Aslında Homer’ın yazdığı destanda böyle bir Rahibe de yok oğlum, bu kişi sonradan uydurulmuş biri.”
“ Onu-bunu anlamam abi ben ama; Kıral agememnon gibi hain bir adamla kanlı-bıçaklı olan Aşil gibi dürüst ve kahraman birini o atın içine sokup, onu yalan ve tuzakla Truva’yı ele geçirmeye zorlamak olanaksız bir şey bence! Dedim ya! Filim bu Abi, adam kandırıyorlar.”
Garson yanlarından ayrılırkende;
“ Çaylar Müesseseden!”
Diyerek onlara iyi yolculuklar diledi.
Kısa bir suskunluktan sonra her ikiside göz-göze geldiler. Helen durumun tehlikeli olmaya başladığını şimdi daha iyi kavramaktaydı. “Acaba kim haklı?” diye bile düşünmedi. Olaylar o kadar hızlı ve anlamsızdı ki, “Gerçek” ne olursa olsun, o hepsi bunun dışında kalıyordu. Konuşmadan çabukça Çay Bahçesi’nden çıkıp, önlerindeki alanda duran Ayvalık otobüsüne bindiler.
ÜÇÜNCÜ ROMAN YEŞİL YOL’UN SONU
(NOT; Roman dizisinin dördüncüsü olan AKAŞ’ı sizlere sunmadan önce; Tüm öyküleri, (şu an 34 adet) başlangıçtan beri, romanın akışına göre numaralayıp sizlere sundum.. Böylece okuyucuya “Yol gösterici bir kolaylık” olacak bu sıralama ve numaralama ile anlatım bir “Elektronik Roman” niteliğine kavuşacağını umarım. Tüm öyküleri; Her ne kadar bağımsız ve kendi içinde bir bütün olsalar da, yinede numara sırası ile okumanızı öneririm. Olayların akışında bir kopukluk olmasını önlemek için; “Bir bitimden-diğerine geçiş” te, bağzı paragrafları yinelemek zorunda kaldığım için sizlerden özür dilerim.