1
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
98
Okunma
Ölüm…
İnsanın zihninde hem en eski misafir hem de en yabancı ses. Varlığımızın gölgesine çok önceden çökmüş, ama kapımızı çaldığında yine de tanımadığımız o tuhaf figür. Onu biliriz; adını, izini, gölgesini… Ama tam anlamıyla tanımayız. Çünkü ölümü tanımak, aslında kendi varlığımızın sonuna dokunmak demektir — ve insan bunu yapmaktan hep ürker.
Belki de ölümün en keskin tarafı, kaçınılmaz oluşu değildir; kaçınılmazlığının bu kadar sessiz olmasıdır. Bir odanın içindeki en ağır eşya gibi durur; kimse ona dokunmak istemez ama herkes onun ağırlığını hisseder. Biz konuşmasak da o konuşur, biz susarken bile o varlığını duyurur. Gecenin bir yarısı düşüncelerimiz dağıldığında bize doğru eğilir, kulağımıza “henüz değil” diye fısıldar; ama hiçbir zaman “hiç olmayacak” demez.
Her insanın hayatında bir an vardır: Ölümü bir habermiş gibi öğrenmez de, âdeta bedeninde bir yer açılır, soğuk bir gerçek içeri sızar. Ölüm o andan sonra soyut bir kelime olmaktan çıkar; bir yüzü, bir kokusu, bir boşluğu olur. İnsan ilk kaybıyla birlikte ölümü anlamaya başlar — ama hiçbir zaman tamamlayamaz.
Yaşamak, eksilmeyi kabul etmektir
Biz yaşarken sürekli bir şeyler eklediğimizi düşünürüz: anılar, dostluklar, sevinçler, yolculuklar… Oysa hayat aynı zamanda eksilme sanatıdır. Her yıl, her ay, her gün… biz fark etmesek bile bir şeyler bizden düşer. İnsan ölmeyi bir güne değil, bütün ömrüne yayılmış uzun bir süreç olarak yaşar. Bir bakarsın, çocukluğundaki kahkahaların sesi kısılmış; bir bakarsın, gençliğin ateşi sönmüş; bir bakarsın, aynadaki yüzün seni yarım yamalak tanıyor.
Ölüm çoğu zaman gelip kapıyı çalmaz bile; içeride yavaş yavaş ilerler. Biz buna yaşlanma deriz, yorgunluk deriz, hayat deriz. Ama her adım, her değişim, her vedalaşma bizi biraz daha o kesin sona yaklaştırır.
İnsan ölümü düşünerek değil, eksilmeyi fark ederek olgunlaşır.
Gidenler nereye gider? Kalanlar nereye sığar?
Ölüm, giden için kısa bir yolculuk belki. Ama kalanlar için uzun bir çöl yürüyüşüdür. Hayatta en ağır boşluk, bir insanın bıraktığı boşluktur. Çünkü o boşluk, masa gibi, ev gibi, şehir gibi bir yere ait değildir; tam kalbin ortasına yerleşir. Ölüm sonrası acı, bedenin değil ruhun aldığı darbedir.
Kalan için zaman ikiye bölünür: O varken ve o gittikten sonra.
Giden için zaman sonlanır; kalan için zaman yara alır.
Özlem dediğimiz şey, aslında ölümün en insani yüzüdür. Çünkü özlem, “bir insan vardı” demenin en kırılgan hâlidir. Ve insan birini kaybedince anlar ki ölüm, sadece ölenden çalmaz; kalandan da bir parça götürür.
Ölümün çıplak gerçeği
Ölümü anlamlandırmak için dini metinlere, felsefi kitaplara, bilimsel açıklamalara yaslanırız. Hepsi birer pencere açar; ama hiçbir pencere tüm manzarayı göstermez. Çünkü ölümün asıl gerçeği, yaşarken içimizde kurduğumuz anlamdadır.
Belki ölüm bir geçiştir.
Belki bir hiçlik.
Belki bir başlangıç.
Ama ne olduğundan çok, bizi nasıl değiştirdiği önemlidir.
İnsan ölümün kaçınılmazlığını fark edince, hayatın geçiciliğini daha berrak görür. Bir bakarsın, öfkelendiğin şeylerin aslında ne kadar önemsiz olduğunu fark etmişsin. Bir gün, bir insanın tebessümünün, bir dost sohbetinin, bir bardak çayın aslında bütün kavgaları susturacak kadar değerli olduğunu anlarsın.
Ölüm bize yaşamayı öğretir…
Çünkü geçiciliği bilmek, insanı daha derin bir yaşayışa çağırır.
Ölüme rağmen yaşamak
Kimi zaman ölümü kabullenmek, yaşamın anlamını büyütür. Çünkü biliriz ki sonsuz değiliz; bu yüzden her şey daha kıymetlidir. Bir günü, bir dokunuşu, bir şarkıyı, bir kelimeyi bu kadar değerli yapan şey, bir gün hepsinin bitecek olmasıdır.
Ölüm, yaşamı kusursuz kılan eksiktir.
Varlığımıza anlam veren sınırdır.
Ve belki de en büyük huzur, ölümün bir düşman değil; bizi hayata çağıran bir hatırlatıcı olduğunu fark etmektir.
Son söz mü? Hayır…
Ölüm üzerine yazılan hiçbir metin tamamlanmış değildir.
Çünkü ölümün kendisi tamamlanmış bir bilgi değildir.
Biz yaşadıkça, eksildikçe, kaybettikçe ve yeniden ayağa kalktıkça ölüm başka bir dilde konuşur bizimle. Belki bir gün, kapıyı çaldığında onun dilini bambaşka bir yerden duyacağız.
Ama bugünden biliyoruz ki:
Yaşam dediğimiz şey, her an ölüme rağmen atılan bir adımdır.
Ve belki de insan, ölümü kabul ettiği gün gerçek anlamda yaşamaya başlar.