0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
105
Okunma
Ölüm: Perdenin Ardındaki Sessiz ve Aziz Davet
Yazar: Murat Kerem
Göğün Altında Yürüyen Yolcu
İnsan, dünyaya gözünü açtığı anda farkında olmadan bir yolculuğa çıkar. Ne eline bir bilet verilir, ne de “şu kadar vaktin var” diye bir mühlet bildirilir. Sadece yürür.
Her alınan nefes, bu yolun biraz daha ilerleyişidir. Her gece, bir önceki günün ardına düşen bir gölge gibi akıp gider. Ve herkesin önüne mutlaka gelecek o kapıya yavaş yavaş yaklaşır: ölüm.
Ölüm, insanda hem ürperti hem de merak uyandıran bir kelimedir. Fakat Kur’ân, bu kelimeye bambaşka bir mana verir:
“Her nefis ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân 3/185)
“Tatmak” kelimesi bile ölümü yokluk olmaktan çıkarır. Tat alan kaybolmaz; sadece başka bir hâle geçer. Kışın kar olan suyun, baharda akarsuya, sonra buhara dönüşmesi gibi… İnsan da yokluğa değil, şekil değiştiren bir varoluşa yürür.
Gecenin İçindeki Küçük Ölüm
Kur’ân, hayat ile ölüm arasındaki ince perdeyi her gece hatırlatır:
“Allah, ölenlerin ruhlarını ölüm anında; ölmeyenlerin ruhlarını uykularında alır.” (Zümer 39/42)
Bu ayet, uykuyu adeta ölümün küçük kardeşi gibi gösterir. Her gece ruh, bedenden bir miktar ayrılır, başka bir sahnede dolaşır; sabah olunca tekrar bedenine döner.
Büyük ölüm ise dönüş olmayan o derin uykudur. Ama o uyku da yokluk değil, çok daha gerçek bir güne uyanmanın ilk adımıdır.
Her gece yaşadığımız bu küçük ayrılık, aslında ruhumuza sessizce şunu fısıldar:
“Sen beden değilsin; beden sadece emanettir, asıl olan ruhtur.”
Ölüm, işte bu gecelik ayrılığın kalıcı hâlidir.
Toprağın Altında Değil, Perdenin Ardında Açılan Bahçe
Efendimiz, kabri tarif ederken toprağın karanlığını değil, ardındaki genişliği anlatır:
“Kabir, cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî)
Bu söz, kabri insanı yutan bir boşluk olmaktan çıkarır. Orası, insanın dünyada kazandığı renklere göre şekillenen bir bahçedir.
Kimi için serin bir koruluk, kimi için dar bir tüneldir. Ama mutlaka bir karşılanma mekânıdır; bir kapı, bir hazırlık odası, bir perde arkasıdır.
Efendimizin şu sözü, bu yolculuğun anahtarıdır:
“Dünyada bir yolcu gibi ol.”
Yolcu; eşyası az, kalışı kısa, hedefi belli olan kişidir. Dünya, onun kalıcı evi değil; kalbini ebedî mekâna hazırladığı bir handır.
Bu yüzden ölüm, bir çıkış değil, gurbetten sılaya dönüşün kendisidir.
Hakikat Ehlinin Aynasında Ölüm
Asırlardır hakikatle hemhâl olan gönül ehli, ölümü karanlık bir son değil, kapı değişimi olarak tarif etmiştir.
Gazâlî’ye göre ölüm, ruhun bedenden ayrılıp daha geniş bir âleme doğmasıdır. Beden eskir ve bırakılır; ruh ise yoluna devam eder.
İbn Kayyim, ölümü yokluk değil, form değişikliği olarak niteler. Modern bilim de hiçbir şeyin yok olmadığını, sadece hâl değiştirdiğini söyler. İnsanın ruhu da kabını değiştirir, hakikatini kaybetmez.
Bediüzzaman’a göre ise ölüm, uzun bir nöbeti tamamlayan askerin eline verilen terhis tezkeresidir. Yorgun kul, bir gün şu daveti işitir:
“Vazifen bitti; gel.”
Hepsi aynı hakikati söyler:
Ölüm yok oluş değil, kapı değişimidir.
Ölüm Karşısında En Güzel Duruş
Efendimiz, oğlu İbrahim’i kaybettiğinde gözyaşı döktü. Sahabiler bu manzaraya hayret ettiler: “Ya Resûlallah, sen de mi ağlıyorsun?”
Efendimiz şöyle buyurdu:
“Kalp hüzünlenir, göz yaşarır; fakat dilimizden Allah’ın razı olmayacağı bir söz çıkmaz.”
(Buhârî, Cenâiz 43; Müslim, Fedâil 76)
Bu cümle, ölüm karşısında insanlığın en dengeli duruşunu anlatır. Kalp hüzünlenir ama isyan etmez. Göz yaşarır ama vazifesini bilir. Dil, kaderi sorgulamaz; emanetini Sahibine teslim eder.
Böylece ölüm, ilahî takdire itiraz edilen bir uçurum olmaktan çıkar; Allah’ın hükmüne karşı zarif bir teslimiyet hâline gelir.
Sahabenin Ölümle Yüzleşmesi
Sa’d b. Muâz vefat ettiğinde, Efendimiz şöyle buyurdu:
“Sa’d b. Muâz’ın cenazesine Rahmân’ın Arşı titredi.”
(Buhârî, Menâkıb 20; Müslim, Fedâil 128)
Bu titreme, onun yokluğuna değil, Rabbine kavuşmasına verilen bir değerin işareti gibidir.
Bazı sahabiler, cenazenin ağırlığından yakındılar. Efendimiz ise onlara şöyle buyurdu:
“Siz onu ağır hissediyorsunuz; fakat onu melekler taşıyor.”
Sahabenin nazarında ölüm; korku değil haya, endişe değil teslimiyet, panik değil kavuşmanın sessiz sevincidir.
Korkunun Asıl Adı: Bilinmezlik
İnsan çoğu zaman ölümden değil, bilinmezlikten korkar. Bir çocuk karanlık bir odaya girmekten çekinir; çünkü içeride ne olduğunu bilmez. Işık yanınca korku kaybolur.
Kur’ân, ölümün karanlık odasına ışık tutar:
“Onlara korku yoktur; onlar mahzun olmayacaklardır.” (Yûnus 10/62)
Hakikati bilen için ölüm, karanlık bir dehliz değil, ferahlığa açılan bir kapıdır. Ölüm, yüzü dostun cemaline dönük olanlar için ayrılık değil, dosttan gelen bir çağrıdır.
Ruh: Ebediyet Kanatlı Misafir
Kur’ân, insanın yaratılışındaki sırra şöyle dokunur:
“Ona ruhumdan üfledim.” (Hicr 15/29)
Ruh Allah’tandır; Allah’tan gelen yok olmaz, eksilmez, çürümez. Toprağa düşen bedendir; ruh ise göğe doğru yürür.
Bir su damlasını düşünelim. Toprağa karışır, sonra buhar olup göğe yükselir. Kaybolmaz; sadece hâl değiştirir.
İnsanın ruhu da böyledir:
dünyadan kabre, kabirden dirilişe; her seferinde daha gerçek bir hayata…
Ölüm, bu büyük yolculuğun sadece bir durağıdır.
Ölümün Gizli Hikmeti: Adaletin Kapısı
Kur’ân, ölümün yaratılış gayesini şöyle açıklar:
“Hanginizin daha güzel amel yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı.” (Mülk 67/2)
Hayat ve ölüm, bir terazinin iki kefesi gibidir. Eğer ölüm olmasaydı, adaletin manası kalmazdı. Zulmedenle mazlum arasındaki fark görünmezdi. Kimse yaptığının karşılığını tamamen alamazdı.
Ölüm, ilahî adaletin ve ebedî mahkemenin kapısını açan bir düğüm noktasıdır.
Bir bakıma, insanın eline verilen son davetiyedir.
Kapının Önünde Bekleyen Yolcu
Ve bir gün insan o kapıya gelir. Kapı konuşmaz; sebep sormaz, açıklama yapmaz. Fakat ardındaki derin sessizlik bile ruhuna şunu fısıldar:
“Asıl yurduna hoş geldin.”
Dünya boyunca gurbet çeken ruh, ölümle memleketine döner. Artık anlar ki:
Ölüm karanlık bir uçurum değil; asıl eve açılan kapıdır.
Misafir elbisesi çıkar, gölgelere veda edilir ve insan ışığa doğru yürür.
Ölüm, bir ayrılık değil; insanın hakikî varoluşuna kavuşmasıdır.