0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
106
Okunma
…çünkü aydınlık da bazen bir yanılgının beyazıdır.
Ben o beyazın içinde daha çok eksiliyordum.
Karanlık bana adımı sormuyordu en azından,
beni olduğum yerden başka bir yere çevirmiyordu.
Bir insanın en büyük huzuru
kimsenin ona hikâye yüklememesidir belki.
Sonra bir sabah
bahar mıydı, değil miydi,
ben zaten mevsimlere inanmam artık
içimde unutulmuş bir kıpırtı hissettim.
Kıpırdanmak dediğim de
bir tohumun karanlıkta yer değiştirmesi kadar küçük,
bir saç telinin yastığa bıraktığı iz kadar belirsiz.
Yine de ürktüm.
Belki de hiç filizlenmemiş olan bir şey
neden kıpırdar durduk yere?
Çiçeklerin adını unuttuğum gün
kendimi tamamıyla eksik hissetmiştim;
şimdi ise eksikliğin de bir ses olduğunu fark ediyorum.
İnsanın içinde kendiyle çarpışan bir rüzgâr var
mecalsiz, yönsüz, ama orada.
Senin gülüşün uzaktan hâlâ duyuluyor belki
ama bana ulaşana kadar
kırılıyor,
soluyor,
kendine benzemez bir hale geliyor.
Ben baharın geldiğini
üzerime çöken ağırlıktan anlıyorum artık.
Bahar umut değildir bende,
biraz daha eksilme mevsimidir.
Yaprak gibi inceliyorum:
Rüzgâr beni taşımıyor,
sadece üzerimden geçiyor.
Kimse dokunmak istemiyor gölgeme
çünkü gölge ağırdır,
insanı büyütürken karartır.
Geceleri içimde bir çocuk ağlıyor hâlâ.
“Gitme” diyor,
ama kime dediğini bilmiyorum.
Belki sana,
belki bana,
belki hiç olmayan birine.
Adını sorsam söyleyemeyecek kadar yorgun o da.
Ben ona sarılmaya çalışırken
kollarım boşluğa düşüyor,
boşluk beni geri itiyor,
sanki kendime bile yaklaşmama izin yokmuş gibi.
Aynaların beni unuttuğu gün
ben de yüzümden vazgeçtim.
Bir insan yüzünü unutunca
geriye hangi benliği kalır?
Ses mi?
Göğe attığı kırık dua mı?
Karanlıkta el yordamıyla bulduğu
o küçük, utangaç umut mu?
Bilmiyorum.
Belki de ben hep yanlış yere büyüdüm.
Belki gövdem değil,
korkularım filizlendi.
Toprak beni reddetti ama ben
reddedilişi nimet sayacak kadar uysaldım.
Şimdi içimde bir utanç geziniyor
adı yok,
yüzü yok,
ama adımı biliyor.
Senin ışığın hâlâ kapının dışında duruyor.
Ben bakınca içeri doluyor;
ben gözlerimi kaçırınca
daha çok büyüyor.
Gölgeni nereme koyacağımı bilemediğim için
susuyorum.
Susmak bazen
hem kalmak,
hem gitmektir.
Ben ikisini birden yapıyorum
ve hiçbirine tam sığamıyorum.
Karanlık koridora geri dönüyorum:
Uyku ile uyanıklığın o uzun, içi boş yerinde
adımlarım yok,
yankım var sadece.
Adını söylemiyorum artık,
çünkü söylersem eksik kalan yerim kanar biliyorum.
Ben kanamaktan yoruldum,
sen bakmamaktan.
Ve gün bitiyor.
Işık çekiliyor.
Ben yeniden kendi içime düşüyorum.
Düşmek,
en dürüst yürüyüşüm benim.
Ama itiraf edeyim:
İçimde hâlâ bir yer ağrıyor.
Ve o ağrı
senin kadar uzak,
senin kadar kör,
senin kadar geçmeyen bir iz.
Bir gün belki
bu iz de silinir.
Ama silinirse ben kim olurum
onun da cevabı yok.
Benim kalemim çoktan kırıldı.
Bunu sana söylemedim, söyleyemedim,
çünkü kırıldığını itiraf etmek
bir daha hiç yazamayacakmışım gibi
boğazımı sıkan bir gerçekti.
Oysa sen hep yazmamı istedin
yazayım ki içimdeki karanlık biraz hafiflesin,
kelimeler akınca ben de akayım,
içimde ne varsa dökülsün,
belki ben de biraz toparlanayım.
Bilmiyordun:
Ben toparlandıkça değil,
düştükçe daha çok ben oluyordum.
Kalemim kırıldı o gün.
Belli bir gün yok gerçi,
kırılmalar hep sessiz olur,
hep yarım bir nefesin ucunda.
Bir bakarsın artık hiçbir cümlenin ucu
senin sesine çıkmıyor.
Bir bakarsın kelimeler
senin gölgenin altında çırpınacak yer bulamıyor.
Ben o gün işte
cümlelerimin kendine küstüğünü fark ettiğim gün
bir ses duydum içimde:
“Bitti.”
Ama hiçbir şey bitmez,
sadece şekil değiştirir.
Kırılan kalemin içinden
başka türlü bir karanlık sızar.
Ben o sızıyla yazıyorum artık:
Eli yok, mürekkebi yok,
adına yazı bile denmez belki.
Ama içimde biri hâlâ
karanlığı kağıda sürmeye çalışıyor.
Zamanın omzuma bıraktığı ağırlık
artık bir yük değil,
bir adım geri atmama engel olan
kararlı bir el gibi.
Kırık kalemle yazılan her şey
daha doğru geliyor bana:
Çünkü düzgün bir çizgiye borçlu değil hiçbir kelime;
çarpılıyor,
kayıyor,
eksiliyor
tıpkı benim gibi.
Bir gün masanın köşesinde
kalemimin ikiye ayrılmış hâline baktım uzun uzun.
Sen olsan “Tamir olur” derdin belki;
sen hep tamire inanırdın,
ben hep küle.
Ben bir şey kırıldığında
onun kaderinin artık o kırıkla çizildiğini bilirdim.
Toparlanmaz,
toparlansa da eski halini unutturamaz.
Ben de unutturamadım kendime,
kimseye unutturmaya çalışmadım.
Sonra bir gece
bambaşka bir acı sardı içimi:
Belki de yazmayı değil,
kendimi kaybetmiştim.
Kelimenin kendisine değil,
bana aitti kırık.
Kalemsiz kalmak bir eksiklik değilmiş meğer;
eksik olan bendim,
hep bendim,
kalemin suçu yoktu.
Ama yine de yazamıyordum.
Cümleler içimde birikiyor,
yürüyor,
yıkılıyor,
bir daha kuruluyordu.
Ben içimdeki bu karmaşayı
tek bir kelimeyle karşılayamıyordum artık.
Benim kalemim çoktan kırıldı.
Yazmayı unuttuğumdan değil,
kendime dokunmak yaraladığından.
Her harf bir anıya,
her kelime bir çürüyüşe benziyordu.
Ve ben artık
kendi çürüyüşümü kağıtla paylaşmaktan utanıyordum.
Ama yine de
bak şimdi
işte burada
kırık bir kelimenin gölgesinde
sana yazıyorum.
Belki yazı değil bu,
belki bir ağıt,
belki bir sızı.
Belki de kırık bir kalemin
son kez çıkardığı ince bir ses.
Sen hiç duymayacaksın belki,
ama ben biliyorum:
Kırılan her şey
bir iz bırakır.
Ve ben o izle yaşamayı
nihayet kabul ediyorum.
Kalemim kırıldı, evet.
Ama içimde bir şey hâlâ
bırakmıyor yazmayı.
Belki o yüzden bunca zaman
susarak konuştum,
karanlığa anlattım seni,
gölgeme güvendim.
Ve işte şimdi
kırık kalemin son ucuyla
bir kez daha itiraf ediyorum:
Ben hâlâ bitmedim,
yalnızca eksildim.
Kırık kalemimle bile
kendime doğru yazıyorum hâlâ,
çünkü bazen
çizginin yamuk olması
doğruya en çok benzeyen şeydir.