0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
100
Okunma
„Anne-Babası Fransız ve Polonya asıllı olan Piyanist-Komponist Frederıc Chopin’in OPUS 35 C-MOL YAS MARŞI" ndan esinlenerek yazılan aşşağıdaki şiiri ve ATOS öyküsünü daha iyi anlayabilmeniz için İnternet’ten bu Marş’ı bir kere dinlemenizi öneririm. Türkiye’de bile bağzı cenaze törenlerinde İnsanlar, bu Marş eşliğinde sevdiklerini saygı ile taşıyarak, yitirdikleri kişileri adım-adım anarlar. Olacak bir ölümü önlemek için yapılan yürüyüşlerde de; Chopin’in YAS MARŞI sembolik olarak çalınır ve boş tabutlar taşınarak yürünür. Bu; „BİR DAHA BÖYLE TABUTLARIN TAŞINMAMASI İÇİN” insanlığa yapılan bir uyarıdır.“
Bakınca
RAM, RAM, RAM
derisi yüzülü Kaz Dağları’na;
RAAĞ-RA, RAAĞ-RA, RAĞĞĞ RA
yürüyüş temposuyla,
RAM, RAM, RAM
adım-adım,
RAAĞ-RA, RAAĞ-RA, RAĞĞĞ RA
kahrolur-utanırım!
Kazılır,
kazındıkça daha da acır-yanar,
ilkin kızarır üstü "Nar Kabuğu" gibi, sonra solar-sararır,
çürür-kurur, kabuklanır ve kabuğu kopunca kanar,
İrin çıkar içinden, çürük et kokar yara,
RAAĞ-RA, RAAĞ-RA, RAĞĞĞ RA,
kan damlar Memiş’in yüreğine;
"Anam-anam, garibem!" diye-diye.
RAM, RAM, RAM
götürülür hastahaneye.
"Arsen Neşesi" dir bu, Altın karışmıştır kanına,
hemen alınır Özel Bakım altına!
İrin doludur yara,
sümük gibi sap-sarıdır içi, sargı açılınca;
" Açık kalsın Memiş, sarma bir daha!
Güneş, temiz su, sağlıklı hava ve bol gıda
en iyi doktordur, her derde derman!“
İlaçlanıp sarılıp-sarmalandığı zaman,
iyileşir Memiş ve sargısız Taburcu olur,
çalışır yine açık yara ile Altın Ocağı’nda.
derdini bulur!
Yıkar Arsen ile toprağı yaralı elleriyle,
yine Altın sulu Bakır Çayı’nı içer,
soluyarak İda’nın kirli havasını şifa niyetine
büyüklerine durmadan sürekli şükreder.
Hanımı Hanife mi? Sizlere ömür!
Altın içinde yatsın, fıkara;
Dört hastalıklı çocuktan sonra
Arsen’li toprağa gömülür.
Memiş cahildir,
İlkokul bitirmiş;
„Yenen mi, yoksa yenilenmi, o kimdir?”
bilincini yitirmiş.
Kaz Dağlı’dır, n’etsin, kendine güvenmez;
„Hangi cephede kimin için
vede niçin?"
savaştığını bilmez.
Altın Bilezik mesleği ise; İşsiz!
Ama güvenir hala
okumuş Amca ve Dayı’larına;
Bir kere seçmiş, getirmiştir ya başa çaresiz;
" Başa gelen çekilir!" der,
çeker.
Ama sancı çekilmez olunca,
kanar içten-içe yanar yara.
Doktor Amca’lar;
Pense, bıçak, maşa, kıskaç ellerinde kancalar
yarayı delip-deşip keserler.
Ağızları maskeli beyaz önlüklü teyzeler;
Kazıyıp-alırlar çürük olanı,
vererek bünyeye taze ve temiz kanı
kurtarırlar kalanı.
Sancısı var Memiş’in şimdi,
ama canı da tatlı, dayanamaz,
Korkak ve sulu gözlü biri gibi
bağırıp-çağırıp da ağlayamaz;
„Olmaz-Memiş’ciğim, olmaz.
erkeklik var soyunda,
güven sen yine Amca ve Dayın’a;
„Konuşmak Gümüş’se, susmak Altın’dır!"
alın yazın bu, bil ki hakkındır
ve inan;
RAM RAM RAM
Kağ-ra ciğe-ri değ-lik değ-şik oğhl-lağn da!
RAĞ-RA, RAĞ-RA, RAĞ-RA, RAĞ RA
yağ-şar iğn-san Cen-net İ-da Kaz-da kaz-dağın da,
"RAM!
İDA’NIN ONURUNA (10) şiiridir. Öykü boyunca arka planda duyacağınız bu YAS MARŞI eşliğinde birinci romanın sonu; Şiddetli ve oldukça yüksek bir tonda yukarıdaki „RAM!“ vuruşu ile son bulacağını umarım.)
Helen ve Phillipp, Antikacı iş yerinin merdivenlerini inerken, arkalarındaki dost kapı kapandı ve Phillipp ilkin merdiven boşluğu yanından sokağın öbür ucuna baktı. Kısa beyaz eteklikli komutanı göremeyince de, önde giden Helen’e koşarak yetişti. Aynı yoldan geri dönerek; ilkin Lise Caddesi’ne, sonrada Hükümet Parkı’na girdiler ve İskele Caddesine çıktılar.
Ortası Palme ağaçları ile dolu bu uzun bulvarı konuşmadan yürüken, Phillipp çevrede kısa beyaz eteklikli Antik erleri görmüyordu ama, onların yerine tuhaf olgular kafatasında cirit atmaktaydı. Örneğin; Bastığı zemindeki toz parçacıklarının içinde Truva yangınının is izlerini görebiliyordu. Ya da Palme ağaçlarının kalın gövdelerindeki koyu kıllara sinmiş Çanakkale Boğazı bombardımanının barut kokusunu alabiliyordu. Hata ve hatta daha da ileri giderek; Bu asırık ağaçların köklerinde şehit kanlarının özümlenmiş ruhlarının olabileceğini hisedebiliyor ve yaprak hışırtılarında; Ölüme dek varan şehit ve gazilerin yengi çığlık seslerini duyabiliyordu. Çünkü o Akçe’yi bulduğundan beri;“Tat alma” duygusu dışında, tüm diğer 4 duyu organında insan üstü bir yeteneğe ulaşmıştı. İçinden; “Peki, ya Bilim?” diye sordu kendi-kendine; “İnsandan dahada mı güçlü ki?” seçeneği üzerinde fazla düşünmeden; “Hayır!” yanıtını vererek; “Bilimi yaratan, geliştiren ve uygulayanda insandır! Öyleyse yaratan, hiçbir zaman yaratıcısından üstün olamaz!” sonucuna vardı. Bu karışık fikri ilkin Helen ile tartışmak istedi. Ama onun; “Yaratanı Tanrı, yaratılanı ise insan olarak algılayacağıni bildiği için” bu fikrinden caydı. Çünkü bu; Onun savunduğunun tam tersi bir şeydi ve yanlış olduğuna da kesinlikle emindi. Her iki zıt fikrin anlam benzerliğinden dolayı, Helen’in onu yanlış anlayacağından yada hiç anlayamıyağından korktuğundan, onunla böyle bir tartışmaya girmekten kaçındı ve çevresindeki Çanakkale Halkı’nı incelemeye başladı.
Ortası Palme ağaçlı bulvar bitmiş ve her iki yanı böyük iş yerleri ile sıralı geniş bir caddeye gelmişlerdi. Buradaki kendi uğraşları ile meşgul insanlar;Truva ve Anafartalar Savaşları’nı unutmuşlarmıydı acaba? Bunları düşlerinde yaşatacak kadar göz pekliği varmıydı onlarda? Ya da Truva’da yanan evlerin is kokularını vede Anafartalar’da patlayan bombaların korkunç gürültülerini anımsayamıyacak kadar unutkanmıydılar?
Görünüşe bakılırsa bu insanların büyük bir kısmının; Bir dava uğruna canlarını veren yada yaralanan insanların çığlık seslerine ya kulakları tıkalıydı yada başka sesler ve uğraşlar peşindeydiler, kimbilir?
Belkide onlar; 1001 Pınarlı Cennet İda dağlarında altın bulma şehveti ile havaya salınmış binlerce taşıma ve kazı araçlarınının eksozundan çıkan azot gazını soluduklarının farkında bile değildiler? Birileri bu Altın Ocakları’nda onların mezarını kazarken, nasıl böyle dingin olabiliyorlardı? O an aklına bir Alman Atasözü geldi; “Benden sonra olacak selden bana ne!” gibi düzgün türkçeye çevrilebilen bir sözü bu ve Türkler ne güzelde bunu bir şarkıyla dile getirmişlerdi;
“Ben gönlümü eylerim,
gerisi allah kerim,
bir başkadır benim memleketim.”
Aslına bakılırsa onların hastalıklarını iyileştirici şifalı çiçek ve bitkilerin yok olmasıyla; Bünye direncinin azalacağını, vucut yapısını destekleyen vitamin ve diğer doğasal özlerin eksileceğini bilmemeleri şaşılacak bir şeydi. Soludukları havanın, içtikleri suyun ve yedikleri besinin sağlıklı olmaması dolayısıyla; Daha çok ilaç, daha fazla doktor, daha büyük hastahanelerin gerekeceğini de mi akıllarına getiremiyorlardı?
Kaz dağları’nda Altın cevherini arama ve arıtma işinde kullanılan vede zehirli posa halinde beton havuzlarda geri kalan siyanür zehirinin yeraltı sularına sızma olasıllığınıda mı göz ardı ediyorlardı? İçtikleri, yada suladıkları sebze ve meyvaların yaşam kaynağı olan bu yeraltı sularının; Kimyasal tuzlar tarafından hastalık yaratıcı ve ölümcül olabileceğinide mi göremiyorlardı?
Diyelim ki bu insanların bir kısmı kendi sağlıklarını düşünme olanağından yoksun. Peki neden torunlarının ve onlardan sonra gelecek insanların Yaşam Hakkı ile kumar oynamaktalar?
Kadın ve erkeğin döllenme tohum hücreleri içindeki kromozon denen “İnsan Yapı Taşı” na dek ulaşmış bu kemirici, yok edici, yapıyı değiştirici zehirli canavarın, bir nesilden-gelecek nesile dek; Kısa yaşam, sakatlık ve hastalık yaratacağına niçin inanmıyorlar?
Havadaki kirli gazların doğal süzücüsü olan; Her bir yaprağın, her bir ağacın kesilmesi ile; Günün birinde temiz hava yerine, zehirli gazlar soluyacaklarının bilincinde niçin değiller? Belki de, başkalarının alıp çıkararak zengin oldukları bu Altın denen servet biriminin, yakın bir gelecekte kendilerini daha fakir yapacağı gerçeğini kavrayamamışlardı?
Atalarından onlara emanet edilmiş bu kutsal ve bereketli toprakların, rant uğruna yitirileceği akıllarının köşesinden bilemi geçmemiyordu? Geçmişte yapılan hatalardan ders alacakları yerde; Gidilen yolun yanlış olabileceğini sezinlemek, durmayı bilmek ve düşünerek doğru yolu bulmak yetenekleri yada güçleri mi yoktu bu insanların?”
Gibi sorularile meşgul olurken;
“Bak Phillipp!”
Diyen Helen’in sesi ile kendine geldi;
“ Ben ne olup bittiğini anlamadığım gibi, bilmekte istemiyorum”
Çevreye bakınan Phillipp; Önlerini kesen üçlü geniş bir kavşağa kadar geldiklerini gördü. Şimdi sol taraflarında Otobüs Garajı, sağlarda ise Truva minibüslerin beklediği köprü altına giden uzun bir cadde duruyordu. Birbirlerine kararsız bir şekilde baktıktan sonra Helen;;
“Tek arzum iğneni yaptırman yada bir hap yutmandır.”
Bu haklı isteğe “Olmaz!”diyemedi, çünki artık oda kendi sağlık durumundan endişe etmekteydi;
“ Olur. Helen bir an önce bir otele girelim, orda hemen bir hap alırım.”
Helen kulaklarına inanamadı;
“ Otel mi?”
“ Evet. İlkin şu yan sokak arasındaki otellerin birinde yer bulup bir güzel dinlenim, sonra...”
Onun sözünü kesip;
“ Buna ne kadar sevindiğimi bilemezsin! “
Diyen Helen, onun boynuna sarıldı. Böylece kızgınlığının geçtiğini farkeden Phillipp;
“ Yarın da Yeşil Yol üzerinden Truva’yı gerisinden dolaşıp Ezine’ye gideriz.”
“ Olur.”
Diyerek ondan ayrılıp sevinçle önden yürüyen Helen aynı zamanda da; “Bu yeşil Yol” lafıda nerden çıktı?’ diye kendi-kendine sormaktaydı. Hem yolları uzadığından, hemde Truva’ya gidemiyeceklerinden dolayı canı sıkılmıyor değildi ama; “Belki yarın sabah fikrini değiştirir de öğleye doğru Truva’ya gideriz.” umudu ile avunurken arkasından Phillipp’in;
“ Hayır!” “
Yanıtı geldi. Ansızın geri dönünce de onunla burun-buruna geldiler;
“ Benim düşücelerimi mi okuyorsun sen?”
“ Efendim?”
“Biraz önce ne dedin?”
“ Ben hiçbir şey söylemedim Helen!”
“ Hayır diyen kimdi?”
Diye soracaktı ama bu fikrinden vazgeçti;
“ Öyleyse ben yanlış duydum.”
Cevabına kendisi bile inanmamasına karşın, yeniden geri dönü ve önden yürüdü.
Çanakkale’nin Anadolu yakasına ayak bastıklarından beri 1 saat bile geçmemişti. Bu kadar kısa bir zamanda yaşadıkları tüm tuhaf olaylardan yorgun düşen Phillipp, bu serüvenin böyle mutlu bir şekilde bitmesine sevinmekteydi, ama; O bundan sonra başına gelecekleri bir bilebilseydi, sevinmekte bu kadar acele etmezdi.
Atina’daki Olompia Dağı Tepesi’ndeki tapınak kalıntıları arasından olanları izleyen tüm Tanrılar;
“ OH BE ! “
Yankılı sesiyle bağırıp-rahatlayarak böyle karma-karışık bir romanın ilk bölümünün bittiğine çok sevindiler. Tüm tanrılar derken; Baş Tanrı Zeus’un son oğlu ATOS’u da aralarında anmamız gerekir. Nedense gönümüze kadar unutulmuş, belkide unutturulmaya çalışılmış bu Savaş Tanrısı’nın adı Antik Yunan Söylenceleri’nde çok seyrek geçer;
Delfi bilicilerine göre bu tanrı; Babası Zeus’un haksız yönetimine son verip onun yerine geçecek ve çok tanrı dönemine son verecektir. Hiç denecek kadar az bilinen bu ismin; Gizlenmesi yada önemsiz olarak öne çıkmamasının üç nedeni vardır;
Birincisi; Zeus’un haksızlıklarına, utanç verici çapkınlıklarına, çirkin öc alıcı kin serüvenlerine karşı olan tüm tanrılar, onsuz yaşamanın kendi sonları olacağını bildikleri için, aralarında birleşip serbest karar verme olanağını elde edememiş olmalarıdır.
İkinci neden ise; Zeus’un uzun zamandır yaptığı çapkınlıklarından dolayı karısı ile arasının iyi olmadığı gösterilir. Buna birde; Truva yanında bahse giren karısı Hera’yı yenik düşürmek için yaptığı “türlü yalan ve hileler’”eklenince hem karısı ile arası açılır hemde diğer tanrılar arasında fikir ayrılığının doğmasına ve kutuplaşmaların başlamasına sebep olur.
Üçüncü neden olarak; Homer’in Odysee ve İlyada destanlarının 400 yıl boyunca yazıya geçmemiş olması, ağızdan-kulağa ağıt şeklinde anlatılması gösterilir. Çünki bu süre boyunca heykel, ağıt ve tiyatro dışında başka sosyal iletişim olanağı olmayan o çağın insanları bu söylenceler kanalı ile; Tanrıların çıkarları uğruna nasıl haksızlık yaptıklarını öğrenerek irdelerler ve bu anlatılardaki haksızlıklara karşı çıkarak yeni kahramanların fikirlerini benimsemeye başlarlar. Antik Yunan çağında “İlyada ve Odise Destanları” ile yapılan bu ilk “Sosyal İletişim Olgusu nu, günümüzdeki sosyal medya olanaklarıyla ve Fenomen Anlatıları’yla özdeşleyebiliriz.
Böylece bu iki destanın yardımıyla insanların tanrılara karşı inancı azalır. Gittikçe artan düşünme ve yargılama serbestliği ışığında; Tanrıların gerçek olmadıkları, kıralların kendi çıkarları için bu tür efsaneleri uydurdukları anlarlar. Halkın; Rahip ve Bilici tarafından uydurulan Tanrı Buyrukları ve Sevap ile Günah yaptırımlarına karşı şüpheleri artar..
Ama siz; Günümüzdeki olaylarla İlyada Destanı’nın ilişkisini falan aramayın! Rahip ve Bilici gibi Yandaş Kurum’ların bugün bile olduğunu vede cahil halkın bunlara inandığını da asla ve asla düşünmeyin sakın!
Eğer tarih gerçekten bir tekrarın unsuru ise, buda eninde-sonunda;“İnsanın kendi-kendini yönetme ve denetlemesi” olan Gerçek Demokrasi Sistemi’ni gündeme getirecektir.
Bu kaçınılmaz olgunun gerçekleşebilmesi için; Eşit paylaşım mutluluğuna inanan ve Gerçek Demokrasi Yönetimi’ni seçen uygar, bilgili ve yanlışlardan ders alabilen insanlar varsa tabi.
Çok Tanrı’lı sistemine kendi çıkarları için karşı olan bu Atos; Tüm tanrıların yetkilerini kendinde toplayarak “tek bir din-tek bir tanrı” fikrini yaygınlaştırır. Zaten cahil olan halkın bilinçlenip-güçlenmesini önlemek içinde; Yarattığı Din Postu’na bürünerek; Yalan, rüşvet, sahtekârlık, yancılık gibi hileli yollarla halka baskı yapar, onları yanıltır ve birbirine düşürüp güçsüz kılar. Demokrasi olanaklarını kullanarak da; ’Yargı, yürütme ve kanun yapma” gibi yetkilerini tek elde toplayarak Başkanlık Sistemi’ne(?) geçişi sağlar.
Bu Savaş Tanrısı Atos’un;’”İnsanlığı yönetmenin tek yolu kargaşadır!” fikriyle yola çıkması ve Tek Tanrı özlemiyle gönümüze kadar başarılı bir şekilde gelmesi bir raslantı değildir.
“Yaratana inanmayan insan kendini yaratan sanır!” Tezi ile tanınan bu Savaş Tanrısı ATOS’un hikayesi de kısaca böyledir.”
Yukarıdaki; “Kısmen tarihi belgelerden alıntı yaptığım ve kısmende kendi buluntum olan” bu konu, beşinci roman KAŞ’ta “Atos’un Sonu” öyküsünde yeniden ve geniş bir şekilde sizlere sunulacağı için, buraya bir nokta koyarak romanımızı tatlı bir şekilde bitirmek arzusundayız.
Bundan sonraki yaşantınızın, bu romanda elinize geçen “AKÇE” olgusunun kuvvet ve tılsımını kullanarak, düş gücünüzü dahada güçlendirip; Olağanüstü, şaşırtıcı, canlı, çok renkli, eleştirici, gerçek, adil, yılmaz ve ödünsüz olarak tüm arzu ve hedeflerinize ulaşmanız dileği ile, hoşçakalın.
B İ R İ N C İ R O M A N A K Ç E ’ N İ N S O N U