0
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
92
Okunma
Aşkın ne olduğunu düşündüğümde hep aynı yere dönüyordum: Belki sevmek, farkına varmadan kendi kalbimi bir başkasının avucuna bırakmaktı. Bazen bir adımda, bazen bir bakışta, bazen de söylenmemiş bir susuşta kendimi ele veriyordum. Sebep aramadan onu düşünüyordum; kalabalığın içinde bile yalnızca onun adımlarını duyar gibi oluyordum… Belki aşk, böyle sessiz bir sızıyla başlıyordu.Zaman geçtikçe anladım ki sevmek, bir gönlü incitmemek uğruna kendi kalbimden vazgeçmeyi de öğretiyordu. Kırılmasın diye sustum, üzülmesin diye yaralarımı sakladım. Onun acısını kendi içimde taşıdım; kimse fark etmesin diye derinlere ittim. Bu garip fedakârlık bir yanımı büyütürken diğer yanımı eksiltti.Gecenin en sessiz anlarında bile adını duymuş gibi ürperiyordum. İçime öyle yerleşmişti ki, yokluğunda bile varlığına benzeyen bir gölge dolaşıyordu. Bazen geçen bir rüzgâr yüzünü hatırlatıyor, bazen duyduğum hafif bir koku içimi titretiyordu. Onu kalbimden çıkarsam bile içimden tam olarak gitmiyordu; sadece başka bir sessizliğe sığınıyordu.Aşkın masum bir yanı da vardı; çocuk gülüşleri kadar temiz ve saf. Ama diğer ucu mezar taşı kadar ağırdı. Bir kelime beni yeniden doğurabiliyor, bir susuş dört mevsimi birden karartabiliyordu. Bu yüzden aşk, tanımı kolay olmayan bir yolculuktu; kimi gün nefes kadar hafif, kimi gün kader kadar sertti.Geri dönüp baktığımda kendime soruyordum: “Aşka tutunan ben miydim? O muydu? Yoksa ikimizin arasında doğmaya cesaret edemeyen, doğsa da yaşayamayan bir ihtimal mi?” Cevap bazen çok uzak, bazen çok yakın geliyor ama hiçbir zaman tam olarak netleşmiyordu.
Yine de değiştiremediğim bir gerçek var:Unutmaya çalışsam da, yönümü başka yollara çevirsem de, içimdeki bütün yollar her defasında yine aynı isme çıkıyordu.
Ve belki de aşk, tam olarak buydu.
5.0
100% (2)