0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
117
Okunma
Ara sıra;
Dik kafamı vura-vura amansız dalgalara
çekerim akıntıya karşı kürekleri,
bile-bile yenilgiyi.
Zaman-zaman
akıntıya bile kapılsam;
Yinede küreklere sım-sıkı sarılırım.
Direne, uça,
sıçraya kayıkla
çağlayan üstüne varırım,
Tut ki bir an
uçurum ucunda olsam,
yüksek ve yalçın bir kaya ise ardım,
çıkışıda yoksa hiçbir yanımın;
Sıçramam asla aşşağıya aptalca,
değerini bilerek canımın!
Yumruk vura, el kaza, tırnak söke,
engeli dele-deşe
ardına varırım bu yazgı dağının,
Arada sırada bir de
„Kayık“ denen bu düşte
salarak kendimi;
Dümensiz rotasız
ve gamsız.
akıntıya veri-veririm kürekleri;
Ama ben çok, daha çok kere;
Çözümsüz, yalnız,
mutsuz ve kararsız
olsam bile,
yalın ayak su üstünde koşarım,
hatıralarımla yarışır,
yenilmezliğime şaşarım.
(*) HAYDARPAŞA GAR OTELİ (4) Şiirkayemin 1.nci bölüm giriş şiiridir.
(ÇANAKKALE’Lİ MUSTAFA öyküsünün akışına ek olan CİT KAPAĞI anlatısında bir “Kopukluk” olmaması için, birkaç paragrafı yana yatık ve içerik olarak yinelediğim için özür dilerim.)
“Merdivenlerde ayak seslerinin duyulması ile, delikanlı tezgahın üstündeki tepsiyi alarak Philipp’e doğru yürüdü ve elindekileri masanın üstüne koyduktan sonra, onun yanında ayakta durdu. Perde aralığından hafif kambur, başı iyice büyük, kendi küçük, şık takım elbisesi bir adam içeri girdiğinde;
“ HAYDAAA !"
Haykırışı ile ayağa kalkan Phillipp;
“ YİNE Mİ BE!”
Karşı çıkmasıyla yaşlı adama baktı. Helen ve genç, şaşırmış bakışlarını anında Phillip’e çevirdiler. O ise durmadan arka-arkaya mırıldandığı;
“Böyle bir şey asla olamaz... Olanaksız bir şey... Tümü ile saçma!”
Cümlelerinin her birinin sonunda soluk alıp-vererek kısık sesle yakındıktan sonra yerine oturdu. Çünki perde aralığından büroya giren yaşlı adam; Parlayan dazlak kafasının yanlarındaki pamuk yumağını andıran, kıvırcık ak saçları ve olağandan büyük öne doğru kalkık kepçe kulaklarıyla; Antik Yunan düşündeki zengin aristoktat adamın 20 yıl yaşlı bir kopyası idi. Eğer bu kopya 40 yıl daha genç olsaydı, Phillipp bu adamın; Birinci Dünya Savaşı sonrası Çanakkale düşünde karşılaştığı Şapkacı Mösyö Dumont olduğuna yemin bile edebilirdi. Tüm bunları bilmesi olanaksız olan Helen, Phillipp’i uyaran sert bir bakışla, yaptığı terbiyesiz davranışından dolayı onu kınadı. Phillipp ise dağınık bir şekilde içinden; “Bu kadarı gerçekten fazla!” diye karşı çıkmasına karşın, kendini kontrol altına alarak, önünde sergilenen bu anlamsız oyunu sonuna kadar izlemeye karar verdi.”
80-90 yaşlarında görünen bu adam; Lacivert takım elbisesinin bıçak gibi keskin ütülenmiş pantolonu ve koyu vişne rengi cepkeniyle kültürlü birine benziyordu. Yakası kolalı beyaz gömleğinin açık bağrından ise orman gibi ak kıllar dışarı fışkırmaktaydı. Çay bardağını alıp üstündeki tabağı masanın üstüne koydu ve bir yudum içterek bürodan dışarı çıktı. Elindeki bardağı yanda duran yüksek tezgahın üstüne koyduktan sonra da ve hiçbirşey olmamış gibi;
“ Hoşgeldiniz!”
Diye gülümseyerek her ikisini dostça esinledi. Onun bu serinkanlılığına odadaki her üç kişi çok şaşırmıştı. Ceketinin yan cebinden aldığı yarım yuvarlak tel çerçeveli miyop gözlüğün camlarını;
“Hohhhh!
Diye nefesi ile buğuladı, Ceketinin üst cebinde süs olarak duran küçük beyaz ipek mendili çekip-çıkararak bununla camları sildi ve mendili özenle katlayıp yerine koyduktan sonra da, gözlüğünü burnunun üstüne yerleştirdi;
" Beni aramışsınız."
Sorusuyla tezgahın üstünde duran çayını alarak keyf ile yudumlarken, Helen ve Phillipp’i incelemeye başladı. Sergilenen oyunun sebebini bir türlü çözemeyen Phillipp susmaktaydı; “Yok!” diyemediler. Helen;;
" Sizi yorduğumuz için özür dileriz."
Demek zorunda kaldı;
" Ne yorulması kızım?"
O, Phillipp’in böyle suskun durmasına hiçbir anlam veremiyordu;
" Eveeet?"
Sorusuyla yaşlı adam Helen’e doğru yeniden bakıncada; “Ben bu Adama ne söyleyeyim ki?” diye düşünerek, çayından arta kalan son yudumu içen ve bardağı tezgahın üzerine koyan Helen, tam geriye dönerek söze başlamak üzereydi ki;
“ Bir Ağacı nasıl betimlersiniz, kızım?”
Diyen yaşlı adamla burun-buruna geliverdi;
“ Efendim?”
” Ağaç yani, bildiğimiz ağaç. Onun özgünlüklerini sıralayın lütfen.”
Helen hiçbir şey anlamamıştı bu sorudan. Phillipp yardıma yetişerek;
“ İlkin yapraklar, sonra çiçek ve meyva...”
Geriye dönmeden;
“ Doğru.”
Diyen yaşlı adam yine Helen’e;
“ Ya dallar, gövde ve kök?”
Diye soruncada, ne cevap vereceğini bilemeyen Helen Phillipp’e baktı;
“ Onlar hep vardır Helen!”
Phillipp’in verdiği bu cevabı duymamazlıktan gelen ve;
“ Yaprak, çiçek ve meyva sırasıyla yaşanan zamanı belirler kızım. Biri göç edip giderken yaşamdan, öbürü doğar. Bir yılın üç mevsimi; yaz, ilkbahar ve sonbahar gibi...”
Diyerek çayından bir yudum daha aldı ve elindeki bardağı ile iş yerinin ortasına dek yürüdü. Helen’in;
“Ya kış?”
Sorusuna ona başını çevirmeden, oturduğu yerde onu izleyen Phillipp’e bakarak, tıpkı bir şiir okuyormuş yada kendi-kendine konuşuyormuş gibi;
“ Zamana gebe bir gecedir kış...”
Betimlemesini yaptı ve Helen’e dönmeden, gözlerini diktiği Phillipp’i uyarıyormuş gibi;
" Kış gibi gecede, doğacak yeni bir yaşamın müjdecisidir kızım."
Helen onun söylediklerinden bir anlam çıkaramadığı gibi, sormadı da. Ama o insan yaşamını; Doğum, gençlik ve olgunlaşma gibi 3 değişim sürecine bölen ve son mevsim olan kışı “Ölüm” gibi bir sona benzetenlere; ‘Ya İlkbahar?’ diye hep sorardı. Zira onun için her kışın bir ilkbaharı vardı. Bu ihtiyarın kışı; “Zamana gebe bir mevsim” olarak nitelemesi de onun bu fikrini pekiştirmiş oldu. Onun bu düşüncesini okumuş gibi;
" Her sonun mutlak bir başlangıcı vardır..."
Sözleriyle yana dönerek ona baktı ve başını eğerek gülümsedi;
" Her geceninde iki güneşi olduğu gibi, kızım."
Helen bu adamın açıklamalarını bir yandan büyük bir hayranlıkla dinlerken, diğer yandan da, bu tür benzetmelerle neyi hedeflediğini anlamaya çalışıyordu.
Yaşlı adam Phillipp’e dönerek ona doğru yürüdü ve önünde durdu;
“ Siyah ziftli bir çuval bezine kaplı cilt kapağını arıyormuşunuz?” O, hem çayını yudum-yudum zevkle içiyor hemde gelecek karşılığı bekliyordu. Phillipp ise ısrarla susarak oynanan bu oyununun sonunu beklemekteydi;
“ Sırtı sarı deriden vede köşeleri sırtı gibi yine aynı deriden üçgen şeklinde kundaklanmış...”
Yine karşıık alamayınca;
“ Güzeeel!”
Dedi ve bardağındaki son yudumu içtikten sonra;
“ Araştıracağım.”
Elindeki boş bardağı alması için torununa uzattı. Bardağı alan ve masanın üstündeki tepsiye koyan genç, bu nefes kesici ilginç konuşmayı özenle izlemekteydi;
“ Aşşağıdaki ambarda yada depoda olabilir. Bulursam size ulaştırırım.”
Suskunluğunu bozan ve;
“ Adresimi vereyim."
Diye oturduğu yerden ayağa kalkmadan yana doğrı doğrulan Phillipp, pantolonunun arka cebindeki para cüzdanını aldı. Tam tanıtma kartını çıkartmak üzereydi ki, yaşlı adam buna aldırmayıp önünden geçerek kapıya doğru yürüdü;
“ Gerekmez. Biz sizi buluruz.”
Sözü ile kapının yanına durdu. Her ikiside bu cevaba şaşırmışlardı. Phillipp’in;
" Ama..."
Diyerek ayağa kalkmasına aldırmayan yaşlı adam;
“ Başka arzunuz?”
Sorusu ile bir adım geriye çekildi ve kapıyı açtı. Bunun “Hoşçakalın” anlamına geldiğini her ikiside iyi biliyordu. Phillipp, onun bu tuhaf davranışına hiç bir şey söylemeden, ayağa kalktı, camlı dolabın önünde duran sırt çantalarına doğru gitti ve Helen’in çantasını yukarı kaldırıp ona doğru döndü. Helen; Kesik-kesik ve uzun söylevlerle oynanan bu nefis sohbeti yaşarken, bir filim seyreder gibiydi. Her ikiside sırt çantalarını giyerek, konuşmadan göbek kayışlarını bağladılar ve yerdeki el valizlerini alıp, açık kapının yanında duran yaşlı adamın önüne kadar geldiler. Helen olanlara hiçbir anlam veremesine karşın, sevecen bir sesle;
“ Hoşçakalın!”
Diyerek ihtiyarın elini dostça sıktı. Bu eli yüzüne doğru getirip dudaklarının değdiren ihtiyar, başını hafifçe yan-yukarı doğru kaldırarak ona baktı;
“ Zaman o kadar hızlı geçiyor ki kızım, kimin dost-kimin düşman olduğunu bile ayırt edemez olduk.”
Onun sesi gibi dudaklarının yumuşaklığı da Helen’in içini okşayarak bir güven duygusu vermişti. Ama o şimdi; “Peki, bu yaşlı adam tuhaf benzetmeleri ile neyi anlatmak istedi ki?” sorusuna içinden çözüm aramaktaydı. Kapı bitişiğinde duran dede ve torunun yanlarına kadar gelmiş olan Phillipp’in uzattığı eli sıkarken de;
“ Yeşil Yol’dan ayrılma oğlul!”
Öğüdünü verdi. Buna şaşıran Phillipp; “Tuhaf bir ayrılış!” diye düşünürken, onu kendine doğru çekerek kucaklayan bu yaşlı adamdan, böyle sıcak bir duygu gösterisi beklemiyordu. Helen ise; “Mavi Yolculuk diye bir şey duymuştum ama, bu Yeşil Yol’da neyin nesi?” gizemini çözmeye çalışmaktaydı. O an Akçe, Phillipp’in sesi ile yaşlı adama ;
“ Olur!”
Karşılığını verince, ihtiyar gülümsedi ve ayak parmaklarının ucunda yükselerek onu yeniden kucakladı ve kulağına yaklaşıp kısık sesle, bir sır verir gibi;
" Bu Akçe sende oldukça..."
Diye fısıldadı. Onları dinleyen Helen’in yüzünde ansızın bir şaşkınlık belirtisi görünce de, ona soru sormak fırsatı vermeden, gülümseyerek;
“Yeşil Yol minibüsleri Otobüs Garajı’nın arka avlusundan kalkar kızım.”
Dedi ve yana çekilerek onlara yol verdi. Her ikisi de, genç ile el sıkıştılar. Bu iş yerini terkederken; Phillipp’in gözlerinde, Helen gibi çözülmesi gereken birçok soru işaretleri vardı.