0
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
75
Okunma

Lodos yellerini yararak koşan atımın sırma püskülleri uçuşuyor, uçuşup düştükçe birbirine karışıyordu. Karşımdaki Bulgar dağlarının tepeleri kızıla bürünmüş, serhada bir bozgun süsü olmuştu. O bozgun, frengin Konstantin hülyalarını kor gibi yakmış, içlerinde ebediyyen çözülmez apacı bir ukde olarak kalmıştı. Nasıl sevindikti o zevalin altında. Süleyman Paşa düşmanın zayıf düşen sol cenahını müthiş farketmiş ve tamamen dağıtmak emeliyle bizim bölüğü göndermişti. Deliler gibi savaşıp veliler gibi şehadet içen yatır erlerin hüzün ve hıncıyla bir müthiş savlet ettik. Düşman darmadağın olup kirli ruhlarını şimdilik cehennemden kurtarmak için topyekün kaçıştılar. Hepimiz şakaklarımızdan karmakarış akan terle kanın altında büyük gururlar yaşayarak gülüşüyorduk. Açtık, yorgunduk lakin yüreğimize su olup serpen zafer süruruyla kanmıştık. Geriye, kanlar içinde nasip olan bu zafer suyunu tekrar gönle serpmek için bir dahaki cengi beklemek ve nereye olduğunu bilmeden koşan eğeri boş frenk atlarını seyretmek kalıyordu.
Atlarımızın uslu ve asil adımlarıyla kale kapısından içeri girdik. Şehir halkı analı çocuklu, genç ihtiyar, paşanın önünde el pençe divan durmuşlar, evlerinde günlerdir beklettikleri işlemeleri, yazmaları ve daha ne eser-i hünerleri varsa sıra beklemeden sunmak için birbirlerini ezercesine atlıyorlar, yeni sahipkıranlarına tüm bedenleriyle teşekkürlerini arz ediyorlardı. Paşa, halkın müşfik tebessüm ve heyecanlarına mukabelede bulunurken bir yandan yanındaki yavere işaret ederek hediyeleri teker teker kabul edip bineğe yükletiyordu. Meydandaki kalabalık ağır ağır dinerken surun dibindeki koruluğun girişinde bir dizi akkoz fıçısı önünde Bulgar kızları göründü. Çehreleri sabah gibi ak pak; zülüfleri, buğday demetiydi. Biz muzaffer ordusunu beklerken ellerindeki işlenmiş sığır boynuzu bardakları kızılcıkvâri bir şerbete daldırıp daldırıp çıkartıyorlar, hangi civanmerd denk gelirse ikram ediyorlardı. Edaları nefsime hoş gelir gelmez baş çevirip yıkık kale duvarlarından gölge geçiren semayı seyre koyuldum. İçlerinden güneş gibi nurefşan biri beni memnuniyetsiz addedip kalabalık içinde de unutulmuş sanmış olacak ki atımın yularını tutup çekti: “Buyrunuz, geri kalmayınız!” dedi. Uzattığı şerbeti alıp içtim. İçinde Balkanların âb u hevâsı, Anadolu’nun tadı vardı. Hürmeten atımdan inip şükran ettim. Altın sırma saçlarının gölgesinde ateşfeşan bir tebessümle edalandı ve usulca kayboldu. Türkî’yi nereden biliyor diye soramadım, lisanımı bilmesinden ziyade lisan-ı halimi nasıl okudu, soramadım. O sırada şalvarımın paçalarına değin ulaşan kanın soğukluğunu bir meltemle ürperince hissetmiştim.
Gözlerim önüne ta yılar evvelinden çıkıp gelen hatıratım, atımın başını bir eğip bir kaldırmasıyla sarhoşluğunu yitirdi. Güz güneşinin ışıkları kısılmış göz kapaklarımı ısıtıyordu. Üstü kızıla çalan ağaçlar gittikçe yakınlaşırken bir grup sağlam basan atlının nal sesleri duyuldu. Ağaçların arasından birer birer peyda oldular. İri yarı biri omzuna avladığı çakalın postunu salmış, biri al atının sağına soluna gümüş hamayıllar asmış, diğeri yaldız işlemeli atlas macar cepkeninin üstüne hemrenk deriden kınını ve boş tirkeşini kuşanmıştı. Böyle gurbet elinde düşman daha bir çetin görünürdü fakat bu üç yabancı, avdan dönere benziyordu. Tırıs giden atımı gördüklerinde birden dörtnala kalktılar. Pervasızlığımı göstermek adına atımı durdurup bekledim. Üçü peş peşe yanımda bitti. Bütün eyyam volta attıkları toprakta yeni yeni görmeye başladıkları Türk akıncılarına alışamamışlardı ki üzengimden börküme her yerimi gözleriyle didik didik ederek yanımda çember oldular, ben de bir sağıma bir soluma onlar içinde sema döndüm. “Ki vagy te?”* dedi çakal postlu. Yarma yüzündeki endişe, kalın kaşlarını bir çocuk gibi yukarı itiyordu. “Török!” dedim. Etrafımdaki çemberi bozup kendi aralarında daha fazla anlamadığım lisanlarıyla münakaşa ettiler. Hamayıl atlı, arkadaşlarını başıyla yürüttükten sonra kısılmış ve acayipser gözleriyle uzunca baktı bana. “Hova?” dedi. O an gözüme daha bir ırak gelen dağları işaret ettim. Neresi olduğunu söylemedim. Belki Bulgar köylerine belki Macar iline koyulacaktım o dağları çıkınca. Belki başka bir şeye. Yüzünü ekşitti. Dudaklarını yukarı büzdü. Düşman böylesi bakardı. Ansızın kılıcını çıkardı ve işaret için kaldırdığım koluma bir hışımla salladı. Göz açıp kapayıncaya kadar depderin yarık açılmıştı. Oluk oluk akmış kan gölcüğü üzerine kılıcında kalan damlaları silkerek atını sürüp gitti. Karşılık vermenin canıma mal olacağını bildim ve peşinden gitmedim. Bir er için en muhkem ve en elzem aza olan sağ bileğime derin bir kesik atmıştı. Yenimi ala çaldırıp gümrah gibi akan al rengi kesemiyor buna rağmen yarayı suyla yıkayıp sarmaya uğraşıyordum. Elimde derman kesildi, dizlerim boşa çıktı. Başım boşluğa devriliyor, önüm kara sislerle kapanıp kapanıp açılıyordu. Sağ yanağımı atımın püskülleri üstüne dayayıp öylece kaldım. Çakal ulumlarına karışan nal sesleri kulağımda incelip kayboluyordu…
Çanak kaşık tıngırtıları ve küçük kızların fısıltılarıyla gözlerimi yavaş yavaş araladım. Gergin bir sızı çeken bileğim dikilmiş, kanlı yenim gitmiş, yerine ince beyaz gömlek giymiştim. Karşımda bir ocak tütüyordu. Mumların ışığı duvarı boyamış, gölgesinde çocuklar güleç neşeleriyle kısıkça oynuyorlardı. Ocağın başındaki sırma saçlı genç kadının gölgesi, bir oraya bir buraya seferber oluyor, nazik vücudunun tüm mecalini çocukları odadan çıkartmaya harcıyordu. Üstüme serilmiş kalınca keçe yorganı yarılayıp yattığım şilteden doğruldum. Bir süre beni fark etmeyen ev sahibesi, nahif bir telaşla arkasını döndüğünde öylece oturduğumu gördü:
"Uyandınız demek! İyi oldunuz umarım." dedi.
"Daha iyiyim. Sağ olun. Nasıl... geldim buraya?" dedim.
"Atınızın üstünde baygın vaziyette bulduk sizi. Buralara kadar getirmiş. Kan içinde görünce ölümünüzden endişe ettik, nabzının hala atıyordu, hemen alıp eve getirdik. Yaranız.., epey derindi diktim. Birkaç haftaya da dikişler sökülünce bir şeyciği kalmaz." dedi.
"..."
"Biraz aş hazırladım, yersiniz, haliniz kesilmiştir. Bir de pekmez şerbeti. Buyurun, için ki kendinize gelesiniz!" diyerek şerbeti uzattı. Yüzündeki kara yazmasını üstten alttan nazikçe çekiştiriyor, bu el adamının yanında mahremini örttüğüne iyice emin oluyordu.
Elinde taşıdığı mumu masanın ortasına oturtup bir uca da taze kalaylı misafir tası koydu. İçine tarhane dökmüştü. Masaya geçtim. Bir yandan çorbayı içiyor bir yandan genç kadının ara sıra tasın kalaylı yanağına sarı sarı yansıyan buğulu yüzünü görmeye çalışıyordum. Gayri ihtiyari susuyor, etrafla meşgul oluyor, kaşık tıngırtısı ve utangaç höpürtmelerim kesilmedikçe dönüp bakmıyordu. Nihayet sessizliğe dayanamayıp:
"Sizi tanıyorum." dedi.
“Nasıl?" dedim.
“Siz, bizim tarafları fethedince yine size şerbet vermiştim, hatırlasanız ya.” dedi ve yaşamağını çene altına kadar tamamen sıyırıp tebessüm etti. Gün yüzüne baktım baktım, inanamadım. Sahi ya oydu. Buradaydı. Oydu.
"...Ne tesadüf!" diyebildim.
"Böylesi de... ne tesadüf!" diyerek gülümsedi.
O aralık hane kapısı gıcırdayarak aralandı. Elinde birkaç odunla bir bey kapıda belirdi. Ağır ağır içeri geldi. Çocuklar, "Babaa!" diyerek bulundukları odadan koşuşup koca babalarına sarıldılar. Genç kadın, telaşla yaşmağını örtüp başıyla küçük bir selam verdi ve yüzünü tekrar bana çevirdi:
"Sahi, siz ne tarafa gidiyordunuz?"
"Hiç..." dedim. "...Keşfe çıkmıştım…”
Halil İbrahim AYDIN
Daha fazlası için bkz:
haliliaydin.blogspot.com
5.0
100% (1)