0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
108
Okunma
Hukuk biçiminde işleyen bir siyasetsizleştirme süreci. Otoriterliği hukuk kılıfıyla normal bir şeymiş gibi yaşatma halidir LAWFARE.
Lawfare diye bir kavramını bilmekte fayda olabilir. Gittikçe popülerleşiyor. Hukukla savaşmak, yani hukuku; siyasal rakipleri saf dışı bırakmanın aracı haline getirmek. Bu terim özellikle Brezilya’da Lula da Silva davasıyla dünyaca bilinir oldu. Muhalefet bunu incelemeli.
Aslında özünde siyaset ve partizan çekişmelerde fonksiyonu sandıkta yenemediğin bir lideri, mahkeme salonunda suçlayarak devre dışı bırakmak anlamına geliyor bu kavram. Bugün Türkiye’de de benzer bir stratejinin izleri görülüyor. Siyasal mücadele artık yargı kararları üzerinden yürütülüyor.
Kavramın kökeni aslında askeri dünyaya uzanıyor. 1990’larda Amerikan generali Charles Dunlap, “lawfare”i hukukun savaş taktiği olarak kullanılmasını anlatmak için ortaya atmıştı. Modern savaşlarda tankların yerini mahkemelerin, silahların yerini yasaların aldığını anlatmak için kullandı. Hukuk ve savaş kelimesinin birleşiminden oluşuyor (law + warfare). Ancak zamanla bu anlam yer değiştirdi ve siyasetin dili haline geldi. Özellikle 2000’lerin sonunda Latin Amerika’da yargı süreçleri seçimlerin ve demokratik rekabetin önüne geçtiğinde “lawfare” askeri olmaktan çıkıp tümüyle siyasal bir kavram haline geldi.
Bu dönüşümün en belirgin örneği Brezilya’da yaşandı. 2014’te başlayan “Lava Jato” operasyonu, yolsuzlukla mücadele iddiasıyla açılmıştı ama kısa sürede bir yargısal mühendislik ve siyasi tasfiye aracına dönüştü. Bugünkü Başkan Lula da Silva, hakkındaki davalar nedeniyle hapse atıldı ve 2018 seçimlerine katılamadı ama anketlerde açık ara öndeydi.
Lula 1.5 yıl hapiste kaldı. 2019’da hapisten çıkabildi, sonra 2021’de sonunda Yüksek Mahkeme davayı düşürdü ve bir sonraki seçimde aday olabildi, ancak amaç zaten gerçekleşmişti, 2018’de seçimlerden halkın tercih ettiği aday dışlanmıştı. Onun yerine dönemin Trump yönetiminin desteklediği Bolsonaro seçimi kazandı. Nitekim bu davaya ABD devletinin de sonradan arkadan ne denli müdahil olduğu ortaya çıktı. Böylece “lawfare” demokrasiyi askıya almadan siyaseti yeniden şekillendirmenin adı oldu.
Bu örnek modern demokrasilerde hukukun nasıl bir “silahsız darbe” aracına dönüşebileceğini gösterdi. Hiçbir tank sokağa çıkmadı, hiçbir anayasa askıya alınmadı ama sistem “yargı bağımsızlığı” söylemi altında siyasal alanı yeniden çizdi.
Bu süreçte mahkemeler, savcılıklar ve medya iç içe geçti. Yargı, hukuki bir mekanizma olmaktan çıkıp, meşruiyetin yeniden dağıtıldığı bir siyasal alana dönüştü. Her şey “hukuka uygun” görünüyordu ama yasallığın kendisi bir araçtı. Carl Schmitt’in “egemen, istisna halinde karar verendir” sözü burada yeniden anlam kazandı. Çünkü “lawfare” tam da bu. Olağan hukuk dilini kullanarak olağanüstü siyasal kararlar almak. Adalet görüntüsü altında iktidarın kendi varlığını sürdürme biçimi yani.
“Lawfare”in bugünkü anlamı hukukun biçimsel tarafsızlığının ardında yürüyen sistematik bir iktidar stratejisini anlatıyor. Bu yargının tümüyle siyasallaşması ve olağanüstü siyasetin olağan hukuk kılıfında yeniden üretilmesi. Demokratik kurumlar yerinde kalıyor, seçimler yapılıyor ama siyasal alanın sınırlarını artık hukuk belirliyor. Ne adaletsizliğin fark edilmesi kolay ne de buna karşı koymak basit. Çünkü her şey “yasalar çerçevesinde” gerçekleşiyor gibi sunuluyor. Ama yasaların ruhu başka bir amaca hizmet ediyor, iktidarın kendi sürekliliğini sağlamak.
Brezilya deneyimi bu yüzden çağımız için bir uyarı niteliğindeydi. Sandık işlemeye devam eder ama seçeneğin sınırını artık halk yerine mahkemeler belirler. “Lawfare” tam da bu sessiz dönüşümün adı. Hukuk biçiminde işleyen bir siyasetsizleştirme süreci. Otoriterliği hukuk kılıfıyla normal bir şeymiş gibi yaşatma hali.