0
Yorum
6
Beğeni
0,0
Puan
119
Okunma
Kapıdaki çan, çalmadan sustu.
Çünkü uzun zamandır kimse içeri girmemişti.
Dükkânın camına yapışan toz tabakası, dışarıdan gelen ışığı bile ciddiye almıyordu.
Camın arkasında, onlarca saat asılıydı:
her biri durmuştu, ama her biri hâlâ zamanı hatırlıyordu.
Adam, tezgâhın arkasında oturuyordu.
Başını kaldırmadan, aynı cümleyi fısıldadı:
“Bazen saatler değil, insanlar durur.”
Eli, masanın üzerinde duran küçük cep saatine uzandı.
Kapağını açtı.
İçerideki akrep, yelkovanın üzerine düşmüş, orada kalmıştı.
Küçük bir ölüm gibi.
Camı buğulanmıştı — toz, içeriden bile içeri sızmıştı.
Tezgâhın köşesinde bir defter duruyordu.
Kapak eskimiş, köşesi kıvrılmış.
Defterin üstünde parmak izi değil, zaman izi vardı.
Her sayfa, bir müşterinin adıyla başlıyor, bir notla bitiyordu:
“Geldi – almadı.”
“Unuttu.”
“Bir daha dönmedi.”
Adam, parmak uçlarıyla defteri kapattı.
Parmaklarının ucunda ince bir toz tabakası kaldı.
O tozun nereden geldiğini düşündü —
camdan mı, geçmişten mi, yoksa kendi ellerinden mi.
Duvarın köşesinde büyük bir duvar saati vardı.
Sarkaç, ileri geri gidiyor ama hiçbir yere varamıyordu.
Odaya sinmiş tik tak sesleri, ritim değil yankıydı.
Zaman, burada sadece tekrar ediyordu.
Adam, gözlerini kapadı.
Göz kapaklarının ardında da saatler vardı —
bazıları çalışıyor, bazıları ağlıyordu.
Kendi kalbinin ritmiyle hangisinin aynı gittiğini anlayamıyordu.
Bir müşterinin sesi yankılandı, ama yıllar öncesinden:
“Usta, zamanı tamir edebilir misin?”
Cevap vermemişti o zaman.
Şimdi verse bile, ses duyulmazdı.
Çünkü cevaplar, zamanı geçince sessizleşir.
Tezgâhın üzerindeki tozları eliyle sildi.
Altından bir yazı çıktı:
“12 Mart 1986 – İlk tamir.”
Tarih, duvarın renginden daha eski görünüyordu.
Adam o günü hatırlamaya çalıştı —
ama hatırlamak, fotoğrafın kenarlarını bulanıklaştırmak gibiydi.
Ne yüz kaldı, ne ses.
Sadece bir elin, küçük bir vidayı sıkarken titrediğini hatırladı.
O el, kendi eliydi belki; belki de babasının.
Fark etmezdi artık.
Dışarıda rüzgâr esti.
Camın dış yüzündeki tozlar havalanmadı.
Sanki hava bile zamanı unutmuştu.
Adam ayağa kalktı.
Raflara baktı.
Her rafta, bir hikâyenin içi vardı:
camı kırılmış bir duvar saati, zinciri kopmuş bir cep saati,
tiktaksız bir çocuk saati —
her biri bir anıya benziyordu, ama kimsenin hatırlamadığı türden.
Bir saati eline aldı.
Yelkovanı çevirdi.
Yelkovan, dirençle karşılaştı.
Sanki ileri gitmek istemiyordu.
Adam, hafifçe bastırdı.
Bir ses geldi:
klik.
Zaman, bir anlığına ileriye atladı.
Sonra durdu.
Adam, parmağındaki yağı mendille sildi.
Mendil, saatlerden daha yorgun görünüyordu.
Tezgâhın üzerine eğildi, camın buğusuna bir cümle yazdı:
“Zaman toz üretir.”
Bir anda, içeriden bir tıkırtı geldi.
Köşedeki eski bir masa saati, kendiliğinden çalışmaya başlamıştı.
Akrep ağır, yelkovan aceleciydi.
Adam, saatin yüzünü çevirdi; iç mekanizmaya baktı.
Hiç dokunmamıştı ama dişliler dönüyordu.
Küçük bir parçacık – belki de tozun kendisi – dişliler arasına girmişti.
Toz, zamanı hareket ettiriyordu.
O an, yüzüne hafif bir tebessüm geldi.
Ama tebessüm, ağızdan çok gözde durdu.
Çünkü orada bir şey hatırladı:
babası da böyle söylemişti yıllar önce.
“Zaman, ancak kirlenince görünür.”
Adam, vitrine döndü.
Camın ardından dışarıyı izledi.
Geçen insanlar, ışığın yönüne göre uzayıp kısalan gölgeler gibiydi.
Birinin yüzünü seçmeye çalıştı.
Seçemedi.
Her yüz, bir diğerine karışıyordu.
O an kendi yansımasını gördü.
Ama yansıma, ondan bir adım geri duruyordu.
Sanki camın arkasında değil, zamanda kalmıştı.
Elini cama dayadı.
Cam, soğuktu.
Soğuk, geçmişin sıcaklığını hatırlatır.
Bir anda vitrinin köşesindeki saat çaldı.
Ama çalma sesi, saatin sesi değildi —
bir anının kapısını tıklatan bir sestir o.
Adam dönüp baktı.
Saatin akrebi 11’i, yelkovanı 7’yi gösteriyordu.
Aynı saat, yıllar önce durmuştu.
Şimdi tekrar çalışıyordu.
O an, zaman yeniden başlamış gibi hissetti.
Ama bu, ileri değil — geri bir başlangıçtı.
Tezgâhın üstündeki defteri yeniden açtı.
Sayfalar arasında toz değil, unutulmuş sesler vardı.
Bir not:
“Teslim edilmedi.”
Bir başka not:
“Gelmedi.”
Bir üçüncü:
“Saat sahibi vefat etti.”
Son notun tarihi, okunmayacak kadar silikti.
Adamın eli titredi.
Sayfanın köşesinde küçük bir kelime yazılıydı, belki kendi el yazısı:
“Ben.”
Bir süre baktı.
“Ben” kelimesi, artık bir isim değil, bir aralık gibiydi.
Bir başlangıç noktası, ama yönü olmayan bir çizgi.
Kalktı.
Duvar saatinin altındaki sandığı açtı.
İçinde yüzlerce küçük parça:
dişliler, vidalar, eski sarkaçlar, cam kırıkları…
Ama en üstte, bir fotoğraf duruyordu.
Siyah beyaz, solmuş.
Bir masa, iki insan, bir çocuk.
Çocuk, bir saatin içine bakıyordu.
Yüzü görünmüyordu; ışık, alnına vurmuştu.
Adam fotoğrafı eline aldı.
Parmak uçlarıyla çocuk yüzünü izledi.
Sanki kendi alnına dokunur gibiydi.
Bir anda kapıdaki çan çaldı.
Uzun yıllardan sonra ilk kez.
Adam irkildi.
Kapıyı çevirdi.
İçeriye ince, yaşlı bir kadın girdi.
Elinde küçük bir paket.
Sessizce tezgâha yaklaştı.
Paketi bıraktı.
“Babamın saatiydi,” dedi.
“Yıllardır çalışmıyor.”
Adam, paketi açtı.
İçinden çıkan saat, onun çocukken tamir etmeye çalıştığı modeldi.
Camı çatlamıştı, içi toz doluydu.
Kadın, ellerini masanın kenarına koydu.
“Babam onu senden almıştı,” dedi.
Adamın eli titredi.
“Kaç yıl oldu?” dedi.
“Kim sayar ki?” dedi kadın.
“Zaman, eski bir masanın üzerinde unutulmuş bir mendil kadar sessizdir.”
Adam saati çevirdi.
Arkası paslanmıştı.
Bir tornavida aldı.
Vidayı çevirdi.
Vidanın altından bir kâğıt parçası çıktı.
Küçük, sararmış bir not:
“Usta, zamanı geri sararsan beni hatırla.”
Adam, notu tuttu.
Kadına baktı.
Kadın gülümsedi.
“Babam yazmıştı,” dedi.
“Ama o da unutmuştu.”
Adam, saati tamir etmeye çalıştı.
Tozu üfledi.
Yelkovanı yerine oturttu.
Sarkaç, kısa bir hareketle ileri geri gitti.
Sonra durdu.
O an bir ses duyuldu —
sanki duvarın içinden gelmişti:
tik.
Sonra bir tak.
Sonra sessizlik.
Kadın başını eğdi.
“Artık gerek yok,” dedi.
“Saat, zamanı değil, hatırayı taşır.”
Sonra gitti.
Adam, paketi yeniden kapattı.
Kapağı kapatırken camın arkasındaki toz, havaya kalktı.
Bir an için ışık, tozun içinden geçerken görünür oldu.
O ışığın içinde, bütün saatlerin ibreleri aynı noktayı gösteriyordu:
Şimdi.
Adam, başını kaldırdı.
Gözlerinde hem yorgunluk hem huzur vardı.
Tezgâhın üstündeki defteri kapattı.
Tozu silmedi.
Çünkü bazen toz, geçmişin değil, varlığın kanıtıdır.
Kapıdaki çan, kendiliğinden çaldı.
Dışarıda rüzgâr vardı.
Adam, camın ardında kendi yansımasına baktı.
Yansımanın omzunda ince bir toz tabakası vardı.
Elini kaldırdı, silmek için.
Ama durdu.
Gülümsedi.
“Kalsın,” dedi.
“Zaman, omzumda da güzel duruyor.”
Sonra ışığı söndürdü.
Dükkân karardı.
Ama içeride bir tik tak sesi hâlâ sürüyordu.
Belki bir saat, belki bir kalp.
Belki de artık fark yoktu.