0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
184
Okunma

Artık Yusuf’un yürüyüşleri iyice ağırlaşmıştı.
Ayaklarının altında ezilen her taş, sanki bir zamanın hatırasını söyler gibiydi. Ama o bu sesleri yorgunluk olarak değil, yaşamın devam ettiğine dair bir işaret olarak görüyordu.
Ovada geçen her gün, onun için hem bir sınav hem de bir dua hâline gelmişti.
Bir sabah erkenden, ufukta ince bir sis tabakası belirdi.
Sürü sessizdi; otlar nemliydi, gökyüzü gri bir sessizliğe bürünmüştü.
Yusuf, elindeki bastonla otların arasından ilerlerken aniden bir kuşun kanat sesini duydu. Başını kaldırdığında gökyüzünde bir turna sürüsü gördü.
Göç eden kuşların düzenli hareketini izlerken kalbinde bir sıcaklık hissetti.
“Bak,” dedi kendi kendine, “onlar da birbirine emanettir. En önde giden yorulunca, diğeri onun yerini alır.
İşte merhamet, bazen sadece bir adım geride durmaktır.”
Yusuf bu sözleri söylerken geçmişteki bazı yüzleri hatırladı:
Bir zamanlar ona haksızlık eden köylüleri, alay eden gençleri, hatta sırt çevirmiş eski dostlarını...
Bir an kalbinden hafif bir sızı geçti, ama bu sızı öfke değil, bir tür anlayıştı.
Çünkü artık biliyordu: İnsan kötülük yaptığında aslında kendine uzaklaşır.
Ve Yusuf kimseye uzak kalmak istemiyordu.
Öğle vakti ovada küçük bir çoban grubu belirdi.
Yusuf’un yıllar önce sürüsünü otlattığı bölgeye yaklaşmışlardı.
İçlerinden biri, genç bir delikanlı, Yusuf’a doğru yürüdü.
“Selam dede,” dedi saygıyla, “Biz senin keçilerinin otladığı yere geldik. Burada kalabilir miyiz?”
Yusuf gülümsedi.
“Toprak benim değil, evladım. Ben sadece emanetçisiyim. Dilediğiniz gibi kalın, yeter ki incitmeyin.”
Genç şaşırdı.
“Emanetçi mi? Kimin emaneti?”
Yusuf bastonunu toprağa sapladı.
“Her şeyin sahibine. Biz sadece bir süreliğine misafiriz.”
Gençler Yusuf’un bu sözlerini anlamakta zorlandılar ama içlerinden biri, “Bu ihtiyarın içinde bir bilgelik var,” dedi.
O gece hepsi birlikte ateş yaktılar.
Gökyüzü yıldızlarla doluydu; Yusuf ellerini ateşe uzatıp ısınırken, gençlerden biri sordu:
“Dede, bu kadar yalnız yaşamak zor değil mi?”
Yusuf, yüzünde yumuşak bir tebessümle cevap verdi:
“Yalnızlık, insanın kendini tanıdığı yerdir.
Birlikteyken iyilik yapmak kolaydır, ama yalnızken merhamet göstermek asıl imtihandır.”
Gençler sessizleşti.
Ateşin çıtırtıları arasında Yusuf’un sözleri içlerine işlemişti.
Bir süre sonra biri, “Peki sen hiç kızmadın mı insanlara?” diye sordu.
Yusuf başını salladı.
“Kızdım evladım. Hem de çok. Ama sonra fark ettim ki, kızmak sadece içini karartıyor.
İnsan affetmeyi öğrenmezse, kendi içine mahkûm olur.
Affetmek unutmak değildir, yeniden sevebilmektir.”
O gece Yusuf ateşin başında uzun süre oturdu.
Rüzgârın yönü değişmiş, uzaktan köyün köpeklerinin havlaması duyuluyordu.
Ovada bir sükûnet vardı; sanki her şey kendi yerini bulmuş gibiydi.
Yusuf içinden sessizce dua etti:
“Beni yanlış anlayanları da bağışla Rabbim. Çünkü onlar bilmediklerinden yaptılar.”
Sabah olduğunda gençler çoktan sürülerini toplamıştı.
Yusuf vedalaşırken içlerinden biri cebinden küçük bir ekmek parçası çıkarıp ona uzattı.
“Bu bizden, sana minnetimizdir,” dedi.
Yusuf gülümseyerek aldı, ekmeği ikiye böldü ve yarısını onlara geri verdi.
“Bölüşmeden bereket olmaz,” dedi.
“Her paylaşılan lokma, kalbi biraz daha yumuşatır.”
Gençler uzaklaştıktan sonra Yusuf ekmeğin kalan parçasını avuçlarına aldı, toprağa doğru eğildi.
“Bu da senden gelenlere,” diyerek ekmeği ikiye kırdı ve bir parçasını karıncalara bıraktı.
“Rızkın adaleti böyle olur,” diye mırıldandı.
Ovada güneş yükselirken Yusuf bir taşın üzerine oturdu.
Ellerini dizlerinin üzerine koydu, başını göğe kaldırdı.
“Rabbim,” dedi, “bana güç değil, yumuşak bir kalp ver. Çünkü sertlik insanı korur ama ayırır; yumuşaklık ise birleştirir.”
O an bir kuş gelip yakındaki dala kondu.
Yusuf’un dudaklarında bir tebessüm belirdi.
Kuşun cıvıltısında bir huzur, bir kabul vardı.
Artık Yusuf, ovadaki her sesin bir dua olduğuna inanıyordu.
Ve içinden geçirdi:
“Belki de insanın en büyük mirası, ardında bıraktığı merhamettir.”
Erol Kekeç/10.08.2025/Sancaktepe/İST