0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
111
Okunma
Bir Metafor Olarak Köpek: İnsan Olmanın ve Rızalık Yolunun Anlamı
İnsanı yücelten, onu diğer varlıklardan ayıran temel özellikler nelerdir? Haktan ve hakikatten yana baş kaldıran, döktüğünü dolduran, ağlattığını güldüren, yıktığını yapan; bu yolda incinmeyen, incitmeyen, doğru söyleyen kişi, gerçek anlamda insan olma yoluna girmiş demektir. İşte bu yola RIZALIK YOLU denir.
Bu derin hakikati anlamak için verilen köpek metaforu üzerine düşünelim: Bir köpek kümese girer ve tavukları yer. Köpek bir hayvandır ve bu eyleminin iyi ya da kötü olduğunu bilemez. Onun için bu, sadece içgüdüsel bir doyumdur. Aynı şekilde, bazı insanlar da sûrette insan olabilir, yani insan suretindedir. Ancak yaptığı bir eylemin iyi mi kötü mü olduğunun bilincinde değilse, onun sîreti, yani özü itibarıyla hâlâ hayvani düzeydedir.
İnsan olma yolculuğu, kişinin yaptığı eylemin ahlaki sonuçlarının bilincine varmasıyla başlar. İşte o zaman sûrette olduğu gibi sîrette de insan olma yoluna girer. Fakat bu, kemale ermek için tek başına yeterli değildir. Asıl erdem, farkına varılan hatayı telafi etmekte ve o hatadan dönmekte yatar. Metaforumuzdaki kişi, yediği tavukların parasını, zarar verdiği sahibine öder ve onun rızalığını alırsa, artık sûrette insan, sîrette insan-ı kâmil olma mertebesine yükselir. Çünkü bu, sorumluluk bilincinin en somut ifadesidir.
Bu yolun özü, kişinin tüm sıkıntıları kendinden bilmesidir. "Ayağıma taş dolansa, kendimden bilirim." sözü bu derin hakikati ifade eder. Nasıl ki el, gövdenin kaşındığı yeri bilirse, can da kendi derdinin dermanını içinde taşır. Bu yolun yolcuları ikiye ayrılır: Ârifler ve kâmiller, daima özünü yoklar, kusurunu arar; cahiller ise daima kendini aklar. İnsan-ı kâmil, sürekli özünü yoklayarak eksiğini ve kusurunu bulur. Maddi veya manevi olarak zarar verdiği her mazlumun zararını, ziyanını tazmin eder ve nihayetinde rızalık yoluna girer. İşte esas olan da budur.
Peki, bu bireysel erdemler toplumsal düzeye nasıl taşınır? İşte bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923-1938 yılları arasında tesis ettiği laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti modeli, bu felsefenin bir yansıması olarak karşımıza çıkar. Atatürk, akla, mantığa, bilime ve fenne yakın olanı; sevgi, merhamet, vicdan ve ahlak sahibi olanı; hak, hukuk, adalet ve rızalık yolunda olanı; alın teri dökerek, emek harcayarak, değer üreterek helal kazanç elde edeni, kısacası gerçek anlamıyla İNSAN olanı merkeze aldı.
Onun kurduğu sistem, kula kul olmayan, özgür iradeli bireyler yetiştirmeyi hedefledi. İnsan hakları, yurttaşlık hakları, demokratik haklar ve özgürlükler gibi siyasi haklar ile bireyi güçlendirdi. Bu, metaforumuzdaki gibi, toplumu oluşturan bireyleri, eylemlerinin sonuçlarının bilincinde olan, haksızlık yaptığında telafi etme erdemini gösterebilen, birbirinin rızasını arayan kâmil insanlar haline getirme projesiydi. Atatürk’ün hedefi, insanın içindeki yaratıcı, özgür ve sorumlu cevheri ortaya çıkarmak ve "kümes"in dar kalıplarını kırarak, aklın ve vicdanın aydınlattığı uygarlık yolunda ilerleyen bir toplum inşa etmekti.
Sonuç olarak, bu metafor bize yalnızca bireysel bir ahlak dersi vermez; aynı zamanda nasıl daha adil, daha hakkaniyetli ve daha insani bir toplum olunacağının da ipuçlarını sunar. Yolumuz, önce kendi özümüzü yoklamak, sonra da verdiğimiz zararları telafi ederek kolektif bir rıza ile toplumsal huzuru inşa etmek olmalıdır. Gerçek kemalet ve gerçek insanlık, işte bu zorlu ama onurlu yolda gizlidir.
Özet:
Bu makale, "köpek metaforu" üzerinden şekillenen ve insan olma halini "rızalık yoluna" bağlayan felsefi çerçeveyi temel alarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923-1938 yılları arasında inşa ettiği laik, demokratik, sosyal hukuk devleti modelini analiz etmektedir. Çalışmanın amacı, bu modeli, modern Avrupa’nın önemli bir kısmında hüküm süren anayasal monarşi sistemleri ile psikolojik, sosyolojik, felsefi ve tarihsel boyutlarda karşılaştırmalı olarak incelemektir. İnceleme, "bireyin kemali" (insan-ı kâmil) ile "toplumsal kemal" arasındaki diyalektiği merkeze almakta; Atatürk’ün projesinin, kalıtsal ve sembolik bir otoriteye dayalı sistemlerin aksine, özgür iradeli, sorumluluk sahibi ve rıza üreten bireyler yetiştirmeyi hedefleyen aktif bir "uygarlık inşası" olduğu tezini savunmaktadır. Makale, anayasal monarşilerin istikrar ve devamlılık sağlayan pragmatik yapılarını eleştirel bir bakışla sorgularken, Atatürk’ün cumhuriyetinin daha radikal, dönüştürücü ve insan merkezli bir iddiaya sahip olduğu sonucuna varmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Atatürk Devrimleri, Anayasal Monarşi, Rıza Teorisi, Sorumluluk, İnsan-ı Kâmil, Toplumsal Sözleşme, Sosyoloji, Siyaset Felsefesi.
Giriş: Metafor ve Modernite
"Bir Metafor Olarak Köpek" metni, insan olma halini statik bir durum değil, dinamik bir yolculuk (seyr-i sülûk) olarak tanımlar. Bu yolculuğun özü, bireyin eylemlerinin ahlaki ve toplumsal sonuçlarının farkına varması (sûretten sîrete geçiş), hatalarını telafi etmesi (tazmin) ve nihayetinde ilişki içinde olduğu herkesin rızasını kazanmasıdır. Bu, derinden sosyal ve etik bir modeldir. Modern siyaset teorisi açısından bakıldığında, bu model, bir toplumun nasıl örgütlenmesi gerektiğine dair güçlü ipuçları barındırır: İdeal toplum, bireyleri birbirine kul köle yapan değil, birbirinin rızasını arayan kâmil bireylerden müteşekkil olmalıdır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni inşa süreci, bu felsefenin somut bir tezahürü olarak okunabilir. Onun hedefi, yalnızca siyasi bağımsızlık değil, aynı zamanda "aklın ve vicdanın aydınlattığı" bir uygarlık düzeyine ulaşmış, bireylerin özgür iradesi ve sorumluluğu üzerine kurulu bir toplum yaratmaktı. Bu makale, bu iddiayı, modern dünyanın köklü ve istikrarlı bir yönetim modeli olan anayasal monarşilerle yan yana koyarak sorgulayacak, bir tez (Atatürk’ün projesinin radikal dönüştürücülüğü) ve antitez (anayasal monarşilerin muhafazakar dengeciliği) üzerinden bir senteze ulaşmaya çalışacaktır.
1. Felsefi Temeller: Rıza, Sorumluluk ve Egemenlik
a. Rıza Yolunun Politik Tezahürü:
Metindeki metafor, politik otoritenin meşruiyet kaynağına dair derin bir soru ortaya atar: Meşru yönetim, halkın rızasına dayanan yönetim midir? Thomas Hobbes, John Locke ve Jean-Jacques Rousseau gibi düşünürler, toplumsal sözleşme teorilerinde bu soruyu ele almışlardır. Rousseau’nun "genel irade" (volonté générale) kavramı, bireyin kişisel çıkarının ötesine geçerek ortak iyiyi gözetmesi anlamında, "kâmil insan"ın kolektif ifadesi gibidir. Atatürk’ün cumhuriyet projesi, bu rızanın pasif bir kabullenmeden ziyade, aktif katılımla ve sorumluluk almakla sürekli yeniden üretilmesi gerektiği fikrine dayanır. Meclis, seçimler, hukuk devleti ve vatandaşlık hakları, bu aktif rıza üretim mekanizmalarıdır.
b. Anayasal Monarşide Rızanın Doğası:
Anayasal monarşide ise rıza, tarihsel ve organik bir sürecin ürünüdür. Monarşi, çoğunlukla bir iç savaş, devrim veya uzun bir evrim süreci sonucunda (örneğin İngiltere’de 1215 Magna Carta’dan 1688 Şanlı Devrimi’ne uzanan süreç) yetkilerini parlamentoya ve anayasaya devretmiştir. Bu sistemde halkın rızası, seçilmiş temsilciler aracılığıyla hükümete yöneliktir. Monarşi ise, bu rızanın üzerinde ve ötesinde, tarihsel bir uzlaşı ve ulusal birliğin sembolü olarak var olur. Monark, "devletin birliği ve bölünmezliği"nin somutlaşmış halidir ve meşruiyeti ilahi hak, gelenek veya tarihsel fayda temelindedir, doğrudan seçimle elde edilen bir rızaya dayanmaz. Bu, daha pasif, daha sembolik ve istikrar odaklı bir rıza modelidir.
2. Psikolojik ve Sosyolojik Boyut: Bireyin İnşası
a. Atatürk’ün Projesi: "Kula Kul Olmayan" Özne:
Atatürk’ün modelinin psikolojik hedefi, "kula kul olmayan" bireyler yetiştirmektir. Bu, metindeki "köpek" gibi içgüdüleriyle hareket eden, otorite karşısında boyun eğen (sûrette insan) değil, aklı ve vicdanı ile hareket eden, sorumluluk alan (sîrette insan) bir öznedir. Laiklik, bu sürecin temel taşıdır; bireyi, dogmalardan ve körü körüne itaatten kurtararak özgür düşünce alanına davet eder. Eğitim sistemi (Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Harf Devrimi) ise bu yeni özneyi inşa etmek için tasarlanmış bir araçtır. Amaç, toplumu oluşturan her bir bireyin, eylemlerinin sonuçlarının farkında olması ve "ayağına taş dolansa, kendinden bilmesi" sorumluluğunu içselleştirmesidir. Bu, son derece iddialı bir toplumsal psikoloji mühendisliğidir.
b. Anayasal Monarşide Sosyal Psikoloji: Sembolik Baba ve Toplumsal Uyum:
Anayasal monarşilerin sosyolojisi daha farklıdır. Bu sistemler, Sigmund Freud’un tabiriyle bir "toplumsal baba" figürü (monark) etrafında şekillenir. Monark, ulusal ailenin birleştirici, yatıştırıcı, tarafsız babasıdır. Bu, topluma bir güvenlik ve süreklilik hissi verir. Psikolojik olarak, bireyler siyasi çalkantıları ve günlük politikanın kutuplaştırıcılığını, değişmeyen bir sembolün gölgesinde yaşayabilirler. Sosyolojik olarak ise monarşi, genellikle muhafazakar ve sınıf temelli bir toplum yapısını (örneğin İngiliz aristokrasisi) meşrulaştıran ve sürdüren bir unsur olabilir. Bu sistem, bireyi dönüştürmekten ziyade, var olan toplumsal dokuyu ve kolektif kimliği dengelemek ve istikrara kavuşturmak üzerine kuruludur. Bireyden beklenen, radikal bir özgürleşme değil, kurulu düzene sadakat ve uyumdur.
3. Tarihsel ve Siyasal Bağlam: Devrim ve Evrim
a. Türkiye Cumhuriyeti: Bir Toplumsal Sözleşme Devrimi:
Atatürk’ün projesi, bir devrimdir. Osmanlı’nın çok uluslu, teokratik, monarşik imparatorluk yapısını radikal bir şekilde tasfiye ederek, ulus-devlet, laiklik ve cumhuriyetçilik temelinde yepyeni bir toplumsal sözleşme önermiştir. Bu, tepeden inmeci, aydınlanmacı ve jakoben bir nitelik taşır. Hedef, "yıktığını yapmak", yani eski rejimi (kümese zarar vermek) ortadan kaldırdıktan sonra, yeni ve daha adil bir düzeni (tavukların parasını ödemek, rızalık almak) inşa etmektir. Bu, metnin felsefesiyle birebir örtüşür.
b. Anayasal Monarşiler: Tarihsel Evrim ve Pragmatik Uzlaşı:
Anayasal monarşiler ise çoğunlukla bir evrim ve pragmatik uzlaşı ürünüdür. İngiltere örneğinde olduğu gibi, mutlak monarşi, aristokrasi ve burjuvazi arasındaki çatışmalar, zamanla güçlerin paylaşılmasıyla sonuçlanmıştır. Monarşi, bir devrimle tamamen ortadan kaldırılmak yerine, yetkileri kısıtlanarak sistemin bir parçası haline getirilmiştir. Bu, daha az travmatik, daha az kırılgan bir geçiş sürecidir. Monark, geçmişle gelecek arasında bir köprü, ulusal hafızanın canlı bir temsilcisidir. Sistem, radikal kopuşlardan ziyade, süreklilik ve istikrar üzerinden meşruiyetini sağlar.
4. Eleştirel Analiz ve Karşılaştırma: İki Modelin Zaafları ve Kuvvetleri
Atatürk Modeline Yönelik Eleştiriler (Antitez):
Jakobenlik ve Dayatma Riski: Toplumu hızla dönüştürme arzusu, zamanla halkın iradesini yukarıdan aşağıya dayatan, çoğulcu olmayan bir yapıya dönüşme riski taşır. "Rıza" üretme iddiası, pratikte "rıza göstermesi beklenen" bir vatandaşlık modeline evrilebilir.
Kırılganlık: Sistem, kurucu liderin karizmasına ve onun getirdiği ilkelere aşırı bağımlıdır. Liderden sonra bu ilkelerin içinin boşaltılması veya istismar edilmesi ihtimali yüksektir.
Süreklilik Sorunu: Devrimler, eski rejimle olan bağları koparır. Bu, ulusal kimlik inşasında bir kökensel boşluk yaratabilir ve toplumu geçmişiyle barıştırmak zorlaşabilir.
Anayasal Monarşi Modeline Yönelik Eleştiriler (Antitez):
Demokratik Tutarsızlık: Kalıtsal bir liderlik, doğuştan gelen bir ayrıcalık ve modern demokrasinin temel ilkeleriyle (eşitlik, liyakat) çelişir. Sembolik bile olsa, devletin başında seçilmemiş birinin bulunması bir demokratik açık olarak görülebilir.
Muhafazakarlık ve Statükoyu Sürdürme: Monarşi, genellikle toplumsal eşitsizlikleri ve geleneksel hiyerarşileri meşrulaştıran bir araç işlevi görebilir. Toplumsal değişime direnç gösterir.
Yapaylık: Modern dünyada monarşinin varlığı, turistik ve nostaljik bir gösteriden ibaret olarak görülebilir. Toplumsal rıza üretmekten ziyade, var olan bir spectacle (gösteri) sunar.
Sonuç ve Sentez: İki Yol, İki Farklı Uygarlık Tasavvuru
"Köpek metaforu" ve onun uzantısı olan Atatürk’ün projesi, insan olmayı ve toplumu inşa etmeyi etik bir faaliyet olarak görür. Bu, aktif, zorlu, öz-eleştirel ve sürekli bir kemale erme çabasıdır. Bu modelin iddiası, yalnızca yönetmek değil, dönüştürmektir. Anayasal monarşi ise, insan doğası ve toplum hakkında daha gerçekçi, belki de daha kuşkucu bir tavır takınır. İdeal vatandaşı dönüştürmekten ziyade, onun duygusal bağlarını (milliyet, gelenek, semboller) yöneterek istikrarı sağlamayı hedefler. Bu, daha pragmatik ve daha az iddialı bir modeldir.
Atatürk’ün vizyonu, anayasal monarşilerin sağladığı organik istikrarı göz ardı etmek anlamına gelmez. Ancak onun projesi, bir istikrar arayışından çok daha fazlasıdır. Bu proje, "kümes"in dar kalıplarını kırarak, aklın ve vicdanın rehberliğinde, her bireyin kendi rıza yolculuğuna çıkabileceği, kâmil bireylerden oluşan kâmil bir toplum (medeniyet) inşa etme ülküsüdür. Bu iki model arasındaki temel fark, birincisinin insanın olabileceği en iyi haline dair normatif ve ütopyacı bir tavra, ikincisinin ise insanı ve toplumu olduğu haliyle yönetmeye dair pratik bir tavra sahip olmasıdır. Nihai sorgulama, bir modelin diğerinden mutlak anlamda üstün olup olmadığı değil, hangisinin bireyin ve toplumun "kemaletine" dair daha tutkulu ve dönüştürücü bir vizyon sunduğudur.
Kaynakça (Örnek):
Rousseau, J-J. (1762). Toplum Sözleşmesi. (İş Bankası Kültür Yayınları).
Freud, S. (1921). Grup Psikolojisi ve Ego’nun Analizi. (Payel Yayınları).
Weber, M. (1919). Politika Mesleği Olarak. (Cem Yayınevi).
Zürcher, E. J. (2004). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. (İletişim Yayınları).
Lewis, B. (1961). Modern Türkiye’nin Doğuşu. (Arkadaş Yayınları).
Bogdanor, V. (1995). The Monarchy and the Constitution. (Oxford University Press).
Hanioğlu, M. Ş. (2011). Atatürk: An Intellectual Biography. (Princeton University Press).
(Özgün Metin). (2024). Bir Metafor Olarak Köpek: İnsan Olmanın ve Rızalık Yolunun Anlamı.