Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Oğuz Can Hayali
Oğuz Can Hayali

(10) ÇANAKKALELİ MUSTAFA

Yorum

(10) ÇANAKKALELİ MUSTAFA

0

Yorum

1

Beğeni

0,0

Puan

133

Okunma

(10) ÇANAKKALELİ MUSTAFA

Gerçek ne denli ağır olsa,
odun koyar
zirveye dek yuvarlatırlar
yalanları ite-kaka.

Daha çok yenilgi görür
Firavunlar için Piramit ırgatları
yok yoluna ölür,,
ölümsüz kılar Firavun’ları.
Dökülen kan,
kaybedilen can,
kırılan umut,
gasp edilen mutluluk.

" Aç gözünü aç, İda’lım,
bu gamsızlık nedir?
Vurdum-duymazlığınla senin,
birde boş-verin,
Nil deltasını çöl yaparsın,
Bakır Çayını zehir."

O güzelim suyu;
Az olur, tuzlu,
buruk ve acılı.
Arınır özünden Homer’in cennet toprağı,
çamur, zıkkım, cehennem;
"Salak-salak sırıtır arsen!",
Blezik, yüzük, küpe, diş kaplama
ve Beşi-Bir-Yerde
parıldar son yolculukta,
ve de
yenir bu safran yeşili zehir!

İda’nın Onuruna (2) şiiri

(Bu hikayeyi okumaya başlamadan önce, geçen olayları iyice anlayabilmeniz için İKİ ANTİK DÜŞ ve MÖSYÖ DUPONT hikayelerimi okumanızı öneririm)

Dedesine “Cilt Kapağı” nı sormak için yukarı kata döner tahta merdiven boşluğunda çıkan genç, müşterilerini; “Bunlar, bu güne kadar rastladığım en tuhaf turistler.” diye nitelendirmekteydi; "Hele erkek olanı! erkek olanı!” diye düşünerek Phillipp’i; Konuşması, soruları ve anlaşılmaz ededimleri ile, hiçte normal bir kişi olarak görmüyordu. Hele birde onun “Cilt Kapağı” gibi saçma bir şeyi bizim işyerinde araması, onun için akla yatkın bir şey değildi;
“Neyse, iyisi mi bunu dedeme sorayım.”
Diyerek, oturma odasının kapısını açıp usulca içeri girdi.
Dedesi, girişin tam karşısına yerleştirilmiş; Sırtı geniş, üst kısmı oldukça yüksek, “Antika” denilecek kadar eski ve özenle dikilmiş kalın döşenme kumaşıyla kaplı bu koltukta oturuyordu. Bu rahat koltuğun her iki üst yanlarındaki baş dayama kısımları, aynı zamanda yastık görevinide üstlenmekteydiler. Oldukça büyük bir kulak görünşünde olan, yuvarlak kavisli, içi sıkı pamukla beslenmiş ve aynı kumaştan düzgün bombeli bir şekilde gerilmiş bu başlığın, koltuğun ardındaki dedesini göremesine engel olması normaldi. Ama onun, ön ayak sediri üstünde duran bacaklarının bir kısımları görebildiğinden; Özen göstererek, ayak parmaklarının ucuna usulca basarak koltuğun yanına dek geldi. Ekseri, gündüzleri bu rahat koltukta kitap okurken uyuduğunu bildiği içinde, onu uyandırarak rahatsız etmek istemiyordu. Başını okuduğu kitaptan yukarı kaldıran yaşlı adam sorulu gözlerle torununa baktı;
“Günaydın.
“Günaydın dede. Dükkana iki tuhaf turist geldi de.”
“Nesi tuhaf, giyimleri mi ?”
“ Yok, yok! Özellikle davranışları. Hele erkek olanını, bizim işyerinde aradığına bakılırsa, bence hiçte normal biri değil?”
Gülünç kaçmaması için, açıklamasının burasında kısa bir süre duran genç, seçmesi gereken kelimeyi düşnürken, dedesinin;
“Peki ne istiyor?
Sorusuna kısık sesle ve aynı zamanda da şüphe içeren ;
“Cilt Kapağı...”
Diyebildi. Ansızın yerinen yaşlılığına uymayan bir çeviklikle fırlayan dede, hızla terliklerini giydi ve torununun yüzüne bile bakmadan;
“Ulu Tanrım, nihayet gelebildiler!”
Diye kollarını yukarı doğru açarak, yüksek sesle tavana şükür etti ve torununu koltuğun yanında şaşkın bir şekilde yalnız bırakarak hızla yanından geçere kyatak odasına doğru yürüdü. Kapının önüne geldiğinde durarak, ona döndü ve;
“Onları beklediğimi söyle.”
Tembihi ile kapıyı açtı. İçeriye girmeden önce kapı eşiğinde yeniden durup, geri dönerek;
“Ben hemen giyinip aşşağıya ineceğim. Lütfen, karşıdaki kahveden hepimize 4 çay al ve getir.”
İnce ötünlemesiyle kapıyı kapatarak ardında kayboldu. “Al sana bir tuhafık daha!” diye içinden yakınan genç düşünceli bir şekilde aşşağıya indi ve onu işyerinde ivedeli bir kuruntuyla bekleyen bu iki kişiye;
“Dedem giyiniyor, hemen gelecek.”
Diyerek sabırsızlıklarını giderdi. Heleni’in;
“Rahatsız ettik.”
Özürüne de;
“Ne rahtsızlığı hanım abla?”
Diye karşılık vererek her ikisini ilk kez görmüş gibi süzdükten sonra;
“Sizleri beklediğini söyledi.”
Dedi ve iş yerinin kapısını açıp, ardında 4 şaşırmış göz bırakarak dışarı çıktı, kapıyı kapatıp karşı kahveye doğru yürüdü.
Kahve önüdeki basık masanın yanıdaki bir hasır taburede oturan kahvecinin yanına düşünceli bir şekilde gelerek 4 çay ısmarladı. Onun;
“Ne o, yeğenim? Yine yağlı iki turist müşteri avlamışsın sabah-sabah!”
Karşılamasına da düşünceli bir şekilde;
“Hayır, orta yağı, kemiksiz kuşbaşı tarafından.”
Şakasını yaparak yanına oturunca her ikiside bu espriye güldüler. Kahveci Asım aynı zamanda çevrenin Seçilmiş Muhtar’ı olduğundan, onun gözünden hiçbir şey kaçmazdı. Dedektif gibi müşterilerini, onlara belli etmeden bu tür şakalar ile sorguya çeker, gelen-geçeni gözetler ve böylece görevini hakkı ile yapmaya özen göterirdi;
“Erkek olanı bence çok tuhaf!”
Diye gülerek ayağa kalkan Muhtar Asım, gencin;
“Nesi tuhaf ki o adamın?”
Sorusuna karşılık olarak başıyla iş yerini gösterdi ve;
“Baksana, nerdeyse dükkanın içinden vitrine düşecek!”
O yöne bakan genç, iş yerinden vitrini ayıran yüksek tahta arkalığa; Göbeğini dayayarak, üst gövdesini aşşağıya sarkıtmış ve boynunu kapı yanına doğru çevirmiş olan Philliip’in, merdiven duvarıın ardındaki birşeyleri gözettiğini görünce, buna daha çok şaşırdı. Yanında ayakta duran ve içinde öğrenme, iz sürme, çözüm üretme gibi istekleri kabarmış Kahveci Asım;
“Sana bir şey söyleyeyim mi yeğenim?”
Sorusuna genç yine şakacı bir tavırla;
“Bana kız beğendirmekten başka her şey söyliyebilirsin.”
Karşılığını verince yeniden güldüler. Çünki bu dedektif muhtar, evli olmayan gençlere eş arama hayırseverliği ile de tanınmaktaydı;
“Sende onun turşusunu kur inşşallah!”
Şakandaki “Onun” kelimesini üstü kapalı olarak söylemişti. Nede olsa yarı devlet memuru olduğundan terbiyesiz kelimeler kullanması ona yakışmazdı;
“Siz gençlerin gözleri hep başka yerlerde!”
“Asım usta, bırak şu aile işlerini de, çayları getirde gideyim.”
Bu acımasız tenkide onun karşılık vermesini beklemeden;
“ Ne kadar tuhaf olurlarsa-olsunlar, müşteri bekletmek bize yakışmazz!
Çay ocağına tam giderken geri dönen Muhtar Asım;
“ Yeğenim, turistlere ikinci sudan çay vermek ayıp olur. Azcık bekle hele, yenisi demleniyor. Kıvamına gelince getiririm.”
Diyerek yanından ayrıldı.
Bu ara Phillipp’e kızarak;
“Bana böyle uyur-gezer gibi sorular sorma!”
Azarı ile okuduğu gazeteyi masaya koyup ayağa kalkan Helen, iş yerinin sokağa bakan bölümüne girdi. Cephesi 10 metre kadar geniş olan bu iş yeri, kapı yanındaki büyük bir odanın iki penceresinden gelen cılız gün ışığı ile aydınlanmaktaydı. Buna tavandan sarkan zayıf elektrik lambalarıda, gücü yettiğince destek olmaya çalışmaktaydılar.
Pencerelerin birinden dışarıya bakarak sokağı incelemeye başladı; Sokağın karşısına dizili alçak ahşap ve kerpiç evler, seyrek aralıklarla taş bahçe duvarlarnın arkasında birbirinden uzak bir şekilde durmaktaydılar.Bu taş duvarların üstünden sarkan ağaç dallarının gölgeleri sokağın loşluğunu dahada arttırmaktaydı. Helen; “Biraz önce dışarısı günlük-güneşlik değilmiydi?” diye düşündü ama, bu ayrıntıyı irdeleyecek kadar zaman bulamadı. Çünki o an; Bahçe duvarının bitişiğinde kahve önünde oturmuş ona bakan gencin el salladığını görünce, dost bir gülümsemeyle karşılık verdi ve tam; Odanın içindeki eşyaları incelemek için geriye gidecekti ki, gencin; “Biraz bekleyin!” el işareti yaptığın ve aynı elini yumruk yaparak, baş parmağını yukarıya dikip, omuzu üstünden kahveyi gösterdiğini görünce, bu sessiz bildiriye “Olur!” der gibi başını eğip, yeniden gülümsedi ve pencere önünden ayrıldı. Arka odaya geçerken; Vitrinin içine düştü-düşecek konumunda sarkarak el, baş ve yarı vucut edimlerine çırpınan Phillipp’e, dışarıdan şaşkın bir şekilde, gözlerini faltaşı gibi açılmış bakan genci doğal olarak göremedi.
Bu büyük salonda Antika denecek kadar özenle restore edilmiş ağaçtan masa, sofa, koltuk, dolap ve çeşitli ev eşyaları vardı. Duvarlara asılı, yere dayalı yada masa üstüne konmuş kenarları geniş, kalın kabartmalı, altın kaplamalı çerçeveler ve bunların içersinde ise; Eski fotoğraflar, elle çizilmiş kara kalem resimler, taş veya metal baskılı kağıtlar, sulu boya manzaralar, yağlı boya eserler tozlanmış bir şekilde durmaktaydılar. Düzensiz bir şekilde ötede-beride, üst-üste, kıyıya-köşeye yığılmış eski halı, kumaş, karton, gazete, kitap ve balyalarının küflü kokusu vardı burada.
Bahçe tarafındaki oda ise; Tavanı tutan, eşit aralıklarla dizili üç adet kalın ağaç sütun tarafından ikiye bölünmüştü. Bu sütunlar aynı zamanda dört köşe kalın krişler üzerinde basık tavanı tutmaktaydılar. Tavan gibi tabanda, eski, kalın ve geniş tahtalarla döşeli idi. Bir bölümün kapısı kapalı olduğundan, yanındaki dar ve uzun hole girdi. Buradaki sütunların arasında ve karşı duvarda, tavana dek uzayan ağaç raflar vardı.
Raflardaki kitapları inceldiğinde; Bunların tozlu, eski, bakımsız ve yıpranmış olmalarına değin, sırtlarındaki Latin Roma ve Antik Yunan yazılarından anlaşıldığı üzere; Homer’den-Büyük İskender’e, Eflatun’dan- Aristotales’e dek tüm antik medeniyetlere eşlik edebilecek kadar kıymetli oldukları belli idi. Bu varsayımında yanılmamış olduğunu anlayan Helen; ” Kapaklarının tozlu, sayfalarının sararmış ve küflü olduğuna bakılırsa...” diye kendi-kendine içinden fikir yürütürken;
" Eski bir Bizans Kütüphanesi bu Helen!"
Diyen Phillipp’in sesini duyunca, gerii dönerek o yöne baktı. Kimseyi göremeyince de; “Buda onun son günlerde alışkanlık edindiği, tatsız şakalarından biridir.” diye düşünürken koridorun köşesinden, Phillipp’in;
" Şaka değil Helen. İstanbul’un Fethi’nden kurtarılmış, çok eski bir Bizans kütüphanesi bu!"
Açıklamasını duyunca da; “ O bu sözleri köşede gizlenerek fısıldıyor galiba?’ diye düşünerek yavaşça, tahta döşemede ses çıkarmamaya özen göstererek, ayak parmaklarının ucuna basa-basa kitaplığın başındaki köşeye kadar geldi. Şimdi o, buradan iş yerinin içine doğru sıçrayıp, ‘Ta-taa!’ şaşırtması yapacak ve Phillipp’in bu saklanbaç oyununu bozacaktı. Sıçrayıp havada yarım daire çark ederek dönen Helen dükkanın ortasına konup;
“Ta, taaaaa!”
Şaşırtması ile Phillipp’e baktığında onun; Dirseklerini işyerini vitrinden ayıran ağaç yükseltiye dayamış, yarı vucudunu vitrinin içine sokmuş bir şekilde dışarıyı gözetlediğini ve dizleri üstünde yaylandırıp-totosunu küçük cemberler halinde çevirerek düşsel bir dansa eşlik ettiğini gördü. “Yine o, tahta döşemelerde gıcırdayan ayak seslerimi duyunca, geri gidip bu durumu aldı!” diye düşünen Helen, onun oyununa ayak uydurarak bir kere daha elinde ipli kukla olmak istemediği için, içinden; ‘Boş ver!’ diyerek gülümsedi. “Beli ki, Tuna Dalgaları Vals Dansını red ettiğim için, bu şekilde benden hıncını alıyor.” yargısıyla da yandaki büroya doğru yürüdü. Oysa onun, o an Antik Yunan sokaklarında “genç güzel kızlarla dans etme” düşünün coşkunluğu içinde yaşadığını bir bilebilseydi, böyle düşünmezdi.
Büro önündeki yan duvarda asılı duran camlı ve çerçeveli büyükçe bir fotoğrafın önüne kadar gelen Helen; Orada el ile boyanmış er fotoğrafını incelemeye başladığı anda, iş yerinin kapısı açıldı ve genç elindeki tepsisinde 4 çay ile içeri girdi. Tepsideki çaylardan birini, şaşkın gözlerle, dağınık bir şekilde ona bakan Philipp’in eline verdi ve yüzündeki yeni tuhaflığa aldırmayarak yanından ayrıldı. Oysa Phillip; O an Antik Yunan “Esir Pazarı” düşünden koparılıp-alındığı için henüz kendine gelememişti.
Tepsideki bir çayı, duvardaki fotoğrafı inceleyen Helen’e vererek, yükseltinin arkasına geçti ve büro masasının sandalyesini çekip- oturdu. Tepsiden kendi çay bardağını alarak; Tabağını, soğumasın diye dedesinin çay bardağının üzerine koyan genç, iki kesme şekeri masanın çekmecesine saklarken, Helen’in onu izlediğini görünce;
“ Yüksek şekeri vardır da...”
Açıklamasıyla çayını alarak ayağa kalktı ve bürodan dışarı çıkmadan, girişteki boşlukta dirseğini yüksekliğe dayayarak, onun incelediği fotoğrafa bakıp çayını içmeye başladı;
“Babanız mı?”
" Evet."
“ Size benziyor.”
“ Er iken çektirdiği bir Fotoğrafı. Rahmetli, nur içinde yatsın...”
Sözlerindeki üzüntüyü hisseden Helen, pot kırdığını anlayıp özür dilercesine;
“ Başınız sağolsun.”
Diyebildi;
“ Sizde sağolun.”
Çayını sesizce yudumlayan gencin düşünceli olduğu her halinden belli oluyordu;
“ Ben 9 Yaşındaydım...”
Diye iç çekerek sözüne devam etti;
“ Onu kendi kamyonu ile yaptığı tuhaf bir kazada kaybettik."
Helen’in konu ile ilgilendiğini görünce de, boş bardağını yüksek tezgahın üstündeki tepsiye koyup, bürodan çıkarak onun yanına geldi;
“ Ne caddede fren izi, ne kamyonda hasar, ne çarptığını zannettiğimiz araç yada engel vardı orada.”
Diyerek babasının fotoğrafına baktığı anda her üçüde;
“ Ç A N A K K A L E L İ M U S T A F A A A A . . .”
Diyen ve içinde aynı zamanda; Şaşırma, sorulama ve hatırlama izleri olan şüpheli ses duydular. Bu yavaş, kısık, derin ve yankılı ses Phillipp’in sesine benziyordu ama, bunu o söylememişti ki! Helen ve delikanlı ansızın ona başlarını çevirdiler. Elindeki çay bardak ve tabğıyla şaşkın bir şekilde dükkanın ortasında dikili duran Phillipp ise, bu sesin ceketinin iç cebindeki Akçe’den geldiğini bilmesine karşın, şimdi ne yapması gerektiğini düşünmekteydi. Delikanlı kısa bir süre Phillipp’i şüpheyle inceledikten sonra ona;
" Babamı tanıyormusunuz?"
Diye sordu;
" Yo-yok, hayır."
" Tuhaf!"
Yargısıyla başını iki yana sallayan genç; Sesin kimden gelmiş olduğunu araştırmayı bırakarak, tekrar babasının resmine baktı ve Helen’e dönerek;
" Babamın bu takma adını Bayramiç’te lokanta çalıştıran Bolu’lu Müslim Efe adıyla anılan çok yakın bir arkadaşından başka hiç kimse kullanmazdı da..."
Açıklamasını yaptığı anda, Helen Phillipp’e soru dolu kızgın gözlerle bakmaktaydı. O ise kaşlarını yukarı kaldırıp, dudaklarını büzerek, omuzlarını silkeledi ve elindeki çayı ile kapının yanındaki masaya doğru ilerleyerek sandalyelerinden birini çekip oturdu. Aynı anda da; bu sözü söyleyenin kendisi olmadığını açıklayamamanın suçluluğu içinde “Bu Çanakkaleli Mustafa’da kim?" diye düşünmekteydi.
Helen; Kızgın gözlerini Philipp’ten ayırmadan, onun bu ismi nereden bilebileceği üzerine varsayımlar yürütürken, merdivenlerde ayak seslerinin duyulması ile, delikanlı tezgahın üstündeki tepsiyi alarak Philipp’e doğru yürüdü ve elindekileri masanın üstüne koyduktan sonra, onun yanında ayakta durdu. Perde aralığından hafif kambur, başı iyice büyük, kendi küçük, şık takım elbisesi ile kültürlü birine benzeyen bir adam içeri girdiğinde;
“ HAYDAAA !"
Nidası ile ayağa kalkan Phillipp;
“ YİNE Mİ BEE!”
Diye bağırarak ihtiyara baktı. Delikanlı ve Helen şaşırmış bakışlarını anında Phillip’e çevirdiler. O ise durmadan arka-arkaya;
“Böyle bir şey olamaz... Olanaksız bir şey... Tümü ile saçma!”
Cümlelerinin her birinin sonunda soluk alıp-vererek kısık sesle yakınarak yerine oturdu. Çünki perde aralığından büroya giren ihtiyar, parlayan dazlak kafasının yanlarındaki pamuk yumağını andıran, kıvırcık ak saçları ve olağandan büyük öne doğru kalkık kepçe kulaklarıyla; Antik Yunan düşündeki zengin aristoktat adamın 20 yıl yaşlı bir kopyası idi. Eğer bu kopya 40 yıl daha genç olsaydı, Phillipp bu adamın; Birinci Dünya Savaşı sonrası Çanakkale düşünde karşılaştığı Şapkacı Mösyö Dumont olduğuna yemin bile edebilirdi. Bunları bilmesi olanaksız olan Helen, onu uyaran sert bakışlarıyla, yaptığı terbiyesiz davranışından dolayı sert kınadı. Phillip ise dağınık bir şekilde içinden; “Bu kadarı gerçekten fazla!” diye, böyle bir saçmalığa karşı çıkmasına karşın, kendini kontrol altına alarak, önünde sergilenen bu anlamsız oyunu sonuna kadar izlemeye karar verdi.
80-90 yaşlarında görünen bu adam; Lacivert takım elbisesinin bıçak gibi keskin ütülenmiş pantolonu ve koyu vişne rengi cepkeniyle kültürlü birine benziyordu. Yakası kolalı beyaz gömleğinin açık bağrından ise orman gibi ak kıllar dışarı fışkırmaktaydı. Çay bardağını alıp üstündeki tabağı masanın üstüne koyduktan sonra bir yudum içti ve bürodan dışarı çıktı. Elindeki çay bardağını yanda duran yüksek tezgahın üstüne koydu ve hiçbirşey olmamış gibi;
“ Hoşgeldiniz!”
Diye gülümseyerek her ikisini selamladı. İhtiyarın bu duraganlığına odadaki her üç kişi çok şaşırtmıştı.







Paylaş:
1 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
(10) Çanakkaleli mustafa Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz (10) Çanakkaleli mustafa yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
(10) ÇANAKKALELİ MUSTAFA yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL