1
Yorum
5
Beğeni
5,0
Puan
142
Okunma

’’Dedim; Ol Tanrı, nerde nicedir? Bilir, duyar, işitir... Neçe duymaz ben isem?
Dedi; Ey gafil! Ol hem dışadır, he mi içedir...Sana senden konuşur... Sende seni gör isen...’’
Bir yerde yanlışlık var... Durmadan övdükleri, kutsiyet yükledikleri, adına din dedikleri, uğruna öldükleri, öldürdükleri bu sistem...Bu yaşam biçimi...Bu düşünce yapısı... Eğer Tanrı’nın buyruğu ise... ’’Bu yanlış bir Tanrı’’ dedim... Kızdım gücendim onca... Kırıldım bir kadının haykırışlarında... Ağladım bir çocuğun avuçlarında... Öfkelendim çaresiz bir babanın bakışlarında...
Dedim;
Ey Tanrı! Şimdi sen beni ’’isyan’’ yaz... Şimdi ’’Hadsiz’’ koy adımı... Belki ’’Küfre’’ savur kalbimi... Ama değil mi ki Sen; ’’İnsanların çoğu, yanılgıdadır’’ dersin kitabında, o vakit azat et beni çoğunluktan! Bileyim... Yanlış da olsa bileyim... Korkunç da olsa bileyim... Önce çıkar beni dininden! Ki ben, bana anlatılan bu dini kabul etmiyorum...
Dedim;
Artık Müslüman değilim, dinsizin tekiyim... Şimdi Sen kaldın, bir de Ben... De ki söyle bana, Sen’in varlığını bunca hissederken, bilirken Sen’i, el açıp isterken, sığınırken Sana, bunca sapkınlığın içinde, bunca vahşetin, bunca yeryüzü bozguncusunun ortasında... Sen’den başka kime gideyim?
Dedim;
Sen ki, Fail-i Mutlak’sın! Sen ki, ’’Rahmetim Azabımı geçmiştir’’ diyensin... Sen ki, sana kafa tutan Şeytanı huzurundan kovup, biz kullarına Meleklerini secde ettirensin...Sen ki kalpleri değiştiren, dönüştüren, ’’bir annenin evladına olan şefkatini yaratan’’ merhametlilerin en merhametlisisin... Biz mi Sen’i yanlış anladık, yoksa bize anlattıkları Sen değil misin? Nedir doğru? Nedir hakikat ey Tanrı?
Dedim;
’’Sakın haaa! Tanrı’yı sorgulama derler... O’nun emirlerini yap, boyun eğ... O yaptıklarının hesabını vermez...’’
Peki ey Tanrım... Sen’i değil de, Sen varken, Sen’in adına Sen gibi davranan kutsal Tanrıcık’lar da bu kurala dahil mi?
Efendi hazretleri, Kaddesallahu sırlar, haşmetmehaplar, sayınlar, şunlar, bunlar... Ve senin indirdiğin ile, inince dönüştürdükleri dinin arasındaki farkı sorgulamak? Mesela Sen ne dedin? Senin yarattıkların ne anlattı? diye sorsak? Yine ’’sakın haaaa’’ kervanına kapılmış olur muyuz?
Günlerce...Haftalarca...Aylarca böyle geçti...
Derken bir gün... Sustum... Bu aylar süren isyan fırtınası içinde kafama yıldırım düşmedi...Trafik kazası geçirmedim...İflas etmedim, borç batağına sürüklenmedim... İnsanlar beni görünce şeytan görmüş gibi kaçmadı... ’’Tanrı senin asker arkadaşın mı haaaşaaa! elbette bir Allah dostunun eteğine yapışacak, vesileye sarılacaksın!’’ diyenlere inat... ’’Mürşidi olmayanın Mürşidi Şeytan olur ’’ diyen şirkperestlere inat... Yorulana kadar, bıkmadan, usanmadan Tanrı ile konuştum... Hem de ne konuşmak... Her kelimesini, her duygumu, her hissettiğimi bildiğini bilerek...Ve dedim ya, neden, nasıl, hangi ara bilmeden, bir gün sustum... İşler, bundan sonra tuhaflaşmaya başladı...
Bilmeye, anlamaya duyduğum, ama kimi dinlersem kimi okursam okuyayım beni tatmin etmeyen, hatta sinirlendiren duygular içinde sessizce geçen günlerden sonra bir gün;
’’ Yerden, belki on santim yukarıda, bir yükseltinin en ucunda oturuyordu... Sol tarafında, ayakta birbiriyle hararet içinde tartışan ve benim varlığımın farkında bile olmayan dört kişi vardı... O ise; direkt yüzüme bakıyordu... Hafif bir gülümsemesi vardı... Ben kızgın ve bir o kadar heyecanlı O’na bir şeyler anlatıyordum... Ve işin tuhafı aralarında konuşan o dört kişiyi şikayet ediyordum... Bunlar mı! Senin getirdiğin dini bize bunlar mı anlatacak? Elini yavaşça kaldırdı ve beni susturdu... Boş ver onları dedi...Sen yoluna bildiğin şekilde devam et...’’
Gördüğüm kişi Resulullah’dı... Diğer dört kişi ise, dört mezhebin kurucusu...
Ben o gün, Mezhebimi bıraktım...
Bildiğim ne varsa hepsini silip attım... Hiç bir dini kural, kaide, fetva, farz, sünnet artık beni ilgilendirmiyordu... Burada silip atmak kelimesini mecazi olarak kullanıyorum... Çünkü otuz beş yıllık bir birikimi, kültür yapısını, alışkanlıkları silip atamazsınız... Ama şunu yapabilir hale geliyorsunuz... Şüphe ve sorgu... ’’Bunda akıl sahipleri için ibretler vardır’’
Evet savaş açmıştım... Birilerinin ’’Allah’a savaş açmak, İslam’a savaş açmak’’ diye adlandırdığı, adlandırabileceği türden bir savaş... Ama gerçek bu muydu? İşte bu soru belki de bir insan hayatının en kritik, en can alıcı cevabını da içinde barındıran bir değere sahipti... ’’Hangi Allah’a...Ve hangi İslam’a...’’
Dedim ki;
Ben sizin dininizden değilim... Sizden olmayı reddediyorum... Sizin mala, toprağa çökmeci, cariye köle saplantılı, emperyal ve hatta ırkçı dininizden çıkıyorum... ’’Lekum Dinukum Veliye Din...’’
- Usta kızmak günah mı?
- Neye kızmak?
- Tanrı’ya kızmak... Ben kızgınım ve bu duyguyu bir türlü değiştiremiyorum...
- Değil, niye günah olsun... Ama komik... Gülüyordur...
- Gülüyor mudur? Tövbe yaaa... Allah güler mi hiç?
- Evladım, kızmasını bilen sevmesini bilmez mi? Seven sevdiğine gülümsemez mi?
- İyi de benim yaptığım şey, pek de güzel bir şey değil sanki...
- Yeni yeni adım atmaya başlayan çocuğun sana kızsa, efelik taslasa, üzerine falan gelse... Güler misin? Ciddiye mi alırsın?
- E gülerim tabi de, hani ben, çocuk falan?
- O’nun indinde sen bir çocuk gibisin, bilmeyen, öğrenen, yapamayınca sinirlenen bir çocuk... Dur bakalım hele...Yürü biraz daha...
Tuhaf adamdır usta... Değişik fikirleri vardır, bambaşka bakar dünyaya... Tuhaf adamdır, düşünseniz bin yıl aklınıza gelmeyecek cümleyi şak diye kurar ayıktırır sizi... Gülüyordur, dedi bana o gün... Düşündüm... Siz görmeseniz de, sizin yaptıklarınıza, uğraşıp didindiklerinize, içinden çıkamayıp bir türlü çözemediğiniz, çözemeyince hemen koşup dua ile el açışınıza gülen, gülümseyen bir Tanrı... Galiba o gün, bir şeyler değişti kalbimde...Bu düşüncelerle gülümsedim...Yürüdüm..
Tüm bu olanlar içinde bir şey fark ettim...Beynim durmadan ve çok hızlı çalışıyordu...Hemen her şeyi sorguluyordum...Ayetleri alıyor, ne zaman, niye geldi, ilintili ayetler nelerdir, Tanrı burada ne demek istemiş olabilir...Hiç bir tefsiri okumuyordum, hiç bir yoruma kulak asmıyordum... Sadece mealen bakıyor, bu konuda yetkin insanların, ’’ilişkili ayetler’’ konusundaki teknik bilgisine bakıyor bunun dışında hiç bir bilgiye kulak asmıyordum... Sonra yatıp uyuyor, kalkıp işe gidiyor, bazen arkadaşlarla buluşup sohbet ediyor, eve gelip film izliyor normal hayatıma devam ediyordum... Tek bir farkla...Ne yaparsam yapayım, hiç aklımdan çıkmıyordu... Sanki Tanrı gelip beynime karargah kurmuş, oraya yerleşmiş, her an varlığını bana hissettirerek, beni izleyerek yaşamama şahit oluyordu... İnsan aynı anda iki şeyi yapabilirdi... Peki ya düşünmek? Evet bu mümkündü ve ben bunu bizatihi yaşıyordum... Kızdığım Tanrı, her an benimleydi... ’’
’’Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin (iç benliğinin) ona ne fısıldadığını yine biz biliriz, çünkü biz ona şah damarından daha yakınız’’
Yine okumaya başladım... Amaç hep aynıydı... Surda bir gedik açmak... Bilinmezin, anlaşılamazın, örtülenin ötesinde ne vardı? Neydi hakikat dediğimiz şey? Biz kimdik? Niye buradaydık? Nerden gelip, nereye gidiyorduk... Ve en önemlisi... Binlerce yıldır ve üstelik defalarca peygamberler dinler gelmesine, yüzbinlerce kitap yazılmasına rağmen, neden bir çoğumuz hiç bir halt anlamadan ve çoğu zaman ahmakça bir ömür sürerek ölüp gidiyorduk? Biz, ’’Yeryüzünde bozgunculuk yapacak bir varlığa secde ettiren bir Tanrı ile, ben buna secde etmem diyen kıskanç ve kibirli bir Şeytanın kavgası arasında mı kalmıştık?’’ Öyleyse neden? Değilse nasıl?
O an için henüz farkında değildim belki ama, Tanrı bana bir hediye vermişti... Çok tehlikeli bir hediye... ’’Düşünce Özgürlüğü’’... Her şeyi sorabiliyordum... Korkmadan... En kafirce soruları tereddüt etmeden zihnimden geçirip sorabiliyordum... En absürt düşünceleri zihnimden kovmadan, bilakis daha da yoğunlaşarak ortaya serebiliyordum...
Ve...
Asla cevapsız bırakılmıyordu...
- Abi sen öyle şeyler anlatıyorsun ki, bunları düşünmek bile kafirlik alameti... Sen ateist falan mısın?
- Sen müslüman falan mısın demenden korktum bir an...
- Tövbe yaaaaaa... Bu ne demek şimdi? Tevbe estağfirullah!
- İki tür müslüman vardır oğlum... Biri Tanrı’nın tarif ettiği, diğeri insan tanrıcıklarının dizayn ettiği... Eh birincisi piyasada pek görünmediğine göre, ikincisinden Tanrı herkesi korusun...
- Ne yapalım, hristiyan mı olalım? Elde bu var, e son din?
- Çok din yok, tek din var kardeş... Onun da adı bizdeki kaynaklara göre İslam... Kitaplı olanı var, kitapsız olanı var, ama...
- Ama ?
- Hepsi insanlar tarafından yontulmuş... Yani, Tanrının kendi doğasına göre gönderdiği her dini, insan kendi doğasına göre yorumlayıp dönüştürmüş...
- Haaa şu gerçek İslam bu diiiil safsatası! Yahudi siyonist oyunu bunlar... Ben buna inanmıyorum...
- O cümle eksik, doğrusu gerçek İslam bunlar diiiil olacaktı...
- Eeeeee? Sen buldun mu doğrusunu?
- Aramıyorum ki bulayım... İslam’ın bunlar olmadığını, ama bunların eksik de olsa, yanlış da olsa, değişmiş de olsa içindeki doğrularla birlikte İslam’dan olduğunu biliyorum... O yüzden elimizde olan tek şeyin ışığında... Hakikatı arıyorum ben...
- Neyse abi, değiştirelim konuyu, bunlar derin konular alim değiliz biz... Aklım ermez benim öyle şeylere...
Aklının öyle şeylere ermeyeceğine inanan, inandırılan, pasifize edilen, bu sebeple kolayca kandırılan, sömürülen, ortalama yetmiş yıllık yaşamı cehenneme çevrilen insan yapısı...
Tanrıya kul olmaktan saptırılıp, beşere köle olması telkin edilen, ucu bucağı olmayan şirk düzeni...
O sahneyi son nefesime kadar unutmayacağım... Eli silahlı adamların bir evi basıp dışarı çıkardıkları, şaşkınlık ve korkuyla yüzlerine bakan o genç insana ’’Sünni? Alevi?’’ diye sordukları, genç adamın verdiği yanlış cevaptan sonra üzerine onlarca mermi boşaltıldığı sahne... Allahu Ekber sesleri... Zafer sarhoşluğu ve gülüşmeler...
Aklım ermiyordu böyle şeylere işte... Sordum... Buna dinen bir izahat verin dedim din alimlerine... İsteseler de istemeseler de içlerinde reddeden, acıma ve rahatsızlık hissiyle ’Kader’ diyorlardı... Kader!... Allah böyle yazmış diyorlardı... Allah izin vermese olmazdı diyorlardı...Vardır bir sebebi Allah’ın hikmetinden sual olmaz diyorlardı...Böylece...
Zulmü yazmış, oyuncularını seçmiş, oyunu başlatmış, bitirmiş ve yaşanan ya da yaşatılan zulümden dolayı bunun asıl ve tek faili olarak soru dahi sorulamayacak bir Tanrı modeli koyuyorlardı önüme...
Kader... Kader, suçu Tanrıya atmanın kutsal bir aparatı olmuştu... Öylesine hassas, öylesine korkutucu bir noktadan girdiler ki konuya, Tanrı’nın Psikopat bir yaratıcı olmadığını savunmak, söylemek... Sizi anında dinden çıkarırdı... Çünkü Kader; imanın şartlarından biri sayıldı... Kaderi böyle yazılmış! Allah’ın hikmetinden sual olunmaz!
Ben o sahneyi gördükten sonra sordum o soruyu... ’’Tanrım sen bunu görmüyor musun? Görüyorsan nasıl izin veriyorsun? Sen kaderin sahibi değil misin? Bunların bunu yapacağını bilmiyor muydun? Bu nasıl kader? ’’
Kilitlenip kalmıştım... Gidebileceğim hiç bir kapı yoktu... Beni bu konuda teskin edecek, bana bunu izah edecek hiç bir imam, profesör, şeyh yoktu... Biri alaycı bir şekilde şöyle demişti... ’’Öldürülen kişinin bunu hak etmediğini nerden biliyorsun? Allah adildir, hesabı çabuk görendir’’ Peki yine sırf başka mezhepten olduğu için boğazı kesilerek öldürülen çocuk? O da hak etmiş miydi ? dedim... Susup kalmıştı karşımda... Kimi, çocuksa zaten sevdiği için almıştır dedi, kimi öldüren zalimdir dedi ölen mazlumdur dedi, kimi ölen de öldüren de cehennemliktir dedi, cennetliktir dedi...
Dedim;
Ey Tanrı... Zaten olmuş ve olacaklar senin bilgin dahilinde ise, o vakit tüm bu fiillerin, faillerin sahibi sen isen... Suçlusu kim?
Fail-i Mutlak sen isen Ey Tanrı... Niyet-i Mutlak kim!? İkinci cümleden sonra donup kaldım... Bir şeylerin zihnimde yer değiştirdiğine, büyük bir sarsıntı geçirdiğine, sanki koskoca bir yapının aklımın sınırları içerisinde yerle bir oluşuna şahit oluyordum... Birden içeriden bir ses cevap verdi...
Yunus’a bak!!!
Uyanıktım... Gündüzün ortasında, gündelik hayat arasında ve tek başıma... Yunus’a bak!!! Tehditkar gibi... Ama net, bir o kadar kafa karıştıran, sarsıcı... Beynimin içinde kopan fırtınalar arasında gayet açık, sıradan bir söz... Yunus’a bak!!! Neydi bu? Zihnimin bana oynadığı bir oyun mu? Bir bilinç altı yönlendirmesi mi? Ne vardı Yunus’ta? Ne demişti? Binlerce söylediği şeyin arasında hangi cümleyi arayıp bulacaktım? Bulduğum şey beni nereye götürecekti? Yunus’a bak!!!
Baktım...
Defalarca okuduğum Yunus Emre divanını açtığımda... Karşıma çıkan ilk cümlede duruyordu cevap... Basit, sıradan, ama vurucu...
’’Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil...’’
Gönül yıkma diyordu Yunus... Gönül yıkarsan, o kıldığın namaz değil... Boşuna secdeye gitme diyordu... Boşuna abdest alma... Boşuna oruç açma... Gönül yıktın ise... Sen kul değilsin...
Bir insanı delik deşik edersen, demiyordu...Allahu Ekber diyerek kafa kesersen demiyordu... Kim olurlarsa olsunlar, hangi milletten olurlarsa olsunlar, bir çocuğun kafasına bomba bırakırsan...Demiyordu... Müslüman bir gönül demiyordu Yunus... Hristiyan, Yahudi, Mecusi, Putperest bir gönül demiyordu Yunus... Gönül diyordu sadece... Irk, din, dil, cins demiyordu... İnsanı kast ediyordu sadece... İnsan...
Allah adına olduğunu söyleyip, kendisine cihatçı, mücahit deyip... İ‘lâ-yi kelimetullah sloganları ile kendine Tanrının askerleri payesi biçen, bunu resmi ideoloji haline getiren devletleri, hatta bu cümleyi inanç ve iman esaslarına dahil eden din ulemasını düşündüm...Bunların peşinden koşan insanları... Dünün haçlıları, bugünün siyonistleri... Hepsinin Allah isminin ardına saklanarak gerçekleştirdikleri fiilleri... Fail-i mutlak sen isen, Niyet-i mutlak kim?
’’Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil...’’
Yunus bunu kime söyledi? Kafire değilse, gayri müslime değilse, putpereste değilse, budiste değilse kime?
"Eğer yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. (Onlar) ancak zanna tâbi’ olurlar ve onlar sâdece yalan söylerler."
Peki ama, ya Kader?
Bu belki de en karmaşık, en açmazlı, en kritik konunun peşine düştüm... Neydi Kader? Öncelikle tanımına baktım...
Kader : “Allah’ın bütün nesne ve olayları ezelî ilmiyle bilip belirlemesi”
Sonra bununla ilgili hadislere göz attım...
’’Kim Allah’ın hükmüne razı olmaz ve Allah’ın kaderine de inanmazsa, Allah’tan başka ilah arasın...’’
“Kader hakkında konuşmayın, zira kader Allah’ın sırrıdır. Allah’ın sırrını açıklamaya kalkmayın!”
Peki Kaderi konuşulmayacak kadar önemli kılan şey neydi?
İmanın 6 şartından biri olması...!!!
İşte akan suların durduğu, akılların dumura uğratıldığı, olduğundan çok farklı, bambaşka bir Tanrı icat edilen kritik nokta...
O dilediğini yapar, O’nun hikmetinden sual olunmaz ! Kadere iman, imanın şartlarından biridir...
Öyle mi? Şimdi bu cümlenin ardına şu cümleyi koyup tekrar düşünelim...
Muaviye : “Bizim ümmetin başında olmamız Allah’ın kaza ve kaderi iledir.”
Yani?... Muaviye diyor ki... Allah her şeyi biliyor... Benim yaptığım yanlış fiillerin hepsi onun bilgisi dahilindedir... Ben size zulmediyorsam, O buna izin verdiği ya da istediği içindir... Ben bir halife olarak haram işliyorsam, adam kayırıyorsam, haksızlık yapıyorsam, cürüm işliyorsam bu, Allah kaderimi böyle yazdığı içindir... Bana değil, cesaretiniz varsa, O’na sorun!
Peki iman esaslarında kader, Kuran da geçiyor mu? Elbetteki hayır... Kader anlayışının Emeviler döneminde devlet adamlarının yanlış icraatlarına kılıf uydurmak adına topluma cebri olarak dikte edildiğine dair onlarca örnek verilebilir... O dönemin bir çok islam alimi denen kişilerinin bu sebepten dolayı baskı altına alındığı, işkence ve hapse mahkum edildiği hatta öldürüldüğüne dair bir çok yazılı belge mevcut... Ya emeviler dışında dönemin diğer alimleri ne diyor iman esasları için? Buna da bir örnek verelim...
Ebu Muin en-Nesefi “Deriz ki, inançlara gelince, din alimlerine göre bunlar beş esasa ayrılır; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman. İbadetler de onlara göre beşe ayrılmış olur: salât, savm, hacc, zekat ve cihad...”
Hayır...
Kuranda geçen kader ile, bize anlatılan Kader aynı değildi... Sürpriz... Kimse yaptıklarından dolayı Tanrı’yı suçlayamayacak, hiç kimse işlediği suçların cezasından kurtulamayacaktı... Hoş, bu kader inancına rağmen, bunun zaten böyle olacağını söylüyordu herkes ama; yaşadığımız ömür içerisinde bu konuyu farklı anlatıp dikte ederek, sorgulanamaz hale getirerek, aslında kendi yaptıkları fiilleri ve dolayısıyla kendilerini dokunulmaz hale getiriyorlardı...
Tanrı Fail-i Mutlaktı... Yani? Her fiilin yaratıcısı...Her zerrenin... Ve insan... Niyet-i Mutlak olarak, talep ettiği fiilleri emaneten uygulayan varlıktı... Kader... Kadar demekti... Her şeyi ölçüsünde ve değeri kadar yaratan O’ydu... Uygulayan ve talep eden ise, İnsanın ta kendisi...
Tanrının her şeyin sahibi olduğunu, her şeyi yaratan ve yaratma gücü olan tek İlah olduğunu, ve bunları kendi iradesi ve ölçüsü nisbetinde yarattığını kimse inkar edemezdi... Ama O’nun yarattığı şeylerle, işlenen her fiilin, her eylemin tek bir sorumlusu vardı... O eylemin sahibi... İşte sorgulanamayan, sorulamaz kılınan ve tamamıyla Tanrıyı zan altında bırakıp, kendisine yol açan zihniyetin zulmünün de, acınası durumunun da, kaosun da, karmaşanın da, geri kalmış toplumlar ve cahil kitleler üretmesinin de asıl sebebi buydu...
Kader, Tanrıyı bırakıp, kendini Tanrı edinmişlerin topluma zorla şırınga ettiği bir kavram karmaşasından ibaretti...
Sustum... Ve her şey sil baştan başladı...
5.0
100% (1)