0
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
107
Okunma
Kumral saçları... Öyle miydi? Kumral mıydı yoksa siyah mıydı ya da... Ya da kahverengi miydi acaba, gerçi ne fark eder ki! O bir melekti. Kuzgunun bana görülen en insan, insandan daha insan haliydi. Özünde bir kuzgundu o, karanlık ve sabıkalı kanatlarıyla çırpınarak gelmişti yanımıza. Kurtlarla ve diğer vahşi yaratıklarla dolu; söğüt, çam ve uzun çiçekli bitkilerle sarılı mat siyah bir ormanda. Ağaçların tüm yeşil tonları ve kahverengi gövdeleri sanki üzerlerine fener tutulmuş gibi solgun ve bir o kadar da derinliksizdi. Işığın varmadığı karanlık boşluk, diğer varlıkların saldırılarıyla kendine çekiyordu bizi. En azından kendi adıma bundan eminim, sanki içine düşmemi istiyordu orman. Kaçmanın bir yoluydu. Olduğu yer nasıl olsa oradaki bilinmezlikten ve sınırsızlıktan daha korkutucuydu. Ne ilginçtir ki toprak mahkumu meleğim, bir şekilde her şeyi yok saydırıyordu bana. Ormanın karanlığı bile yeterince karanlık değildi onun gözlerine kıyasla, bu beni daha çok çekiyordu kendisine. O, bizim için gelmişti. Var olduğu ve yaşadığı yere bakılırsa, mahkumu olduğu güç, her şeyi açıklıyordu aslında. Ama uzun zamandır yaşadığım ve bildiğim şeylere rağmen, dünyanın göründüğü gibi olmadığı gerçeğini unutmuştum. İçgüdülerim beni yeteri kadar etki altına almıştı, belki de benim seçimimdi bu. Alışkın olduğum bir kanı olmasa da, ilk defa seçimimi başka yönde yapmıştım. Bunu bana yaptıran içgüdülerim miydi? Ah! Belki de yaptığım en tatlı yanlıştı. Onunla uçamayacaktım, kanatsızdım ben. Ben bir insandım artık, zamanında ne kadar direnmiş olsam dahi... Tabii. Çok eskiden, (insan zihninden bahsettiğimizde "eski" ölçüsünün evrensel zamanla hesaplanmak zorunda olmamasına göre bakarsak) hep yerde dolandığım bir dönem vardı. Eskinin yükü mü olsa gerek, kalkamadığım, Arnavut kaldırımı kadar irrite edici bir zeminde emekler dururdum. Bunun kaderim olduğunu söylemek saçma olur, seçimlerin sonucu kaçınılmaz da olsa ne kadar doğru olurdu ki buna da bir secim dememek? Bir sırt ağrısından ya da hastalıktan değildi, daha çok bir halsizlik durumu gibiydi. Üşenmek de zaman zaman doğru denebilse de bu motivasyonla alakalı bir şeydi. Acı da verse pek kalkması gelmiyor insanın... Neyse ki bir gün öyle dolanırken tutunmam için çok net gözüken narin bir ağacın çiçek dolu dalı dikkatimi çekmişti. Ona doğru hareketim acınası sürünmeye dönmüştü. Ne zamandır yerde iki büklümdüm? Bu denli bir hareketi hayal edene kadar pek de farkında değildim kendimin. Emeklemek bir ara yerini sürünmeye vermişti, ama ne zamandı bilmiyordum. Neyse, büyük bir heyecanla tutundum oraya. Yakından daha net görünüyordu, çiçeklerin zarafetine ve canlılığına, sayılarına ve renklerine baktıkça dalın sağlamlığını ancak hayal edebilirsin! Ama... O kadar güzel çiçekleri ucunda taşıyan bir dala tutunmayı seçmişsen, zamanı geldiğinde kırılacağını veya bir şey ya da biri tarafından budanacağını da bilmen gerekir. Hiç bir şey göründüğü gibi değildi, bunu bilgi dışında, hatta belki daha önemli olan "fark etme"yi yaşadığımda gerçekten öğrenmiş oldum. Yine de, meleğimin gözlerinden ya da omuzlarında kalmış kuzgun tüylerinden olsa gerek, bunu tekrar unuttum dolayısıyla ona korkuyla bakıyordum. Korkunun verdiği imkansızlığa bağlı olarak, bu daha da ilgimi çekmesine sebep oldu. Gözlerimi ondan alamıyordum, tedbir amaçlı bir bakış değildi bu, ama başka ne olabilirdi? Karanlığına düşmüştüm. Ne kadar istemiyor gibi görünsem de ona çekilmiştim. Çok geçmedi, anlattığım kadar uzun sürmedi, o beni yanılttı. Mahkumu olduğu güce ait değildi, herkes öyle sanıyordu ama hayır! O kurtuluşun ta kendisiydi. Ormanın zifiri karanlığı ve sahip olduğu sonsuz derinlik yine bir mıknatıs etkisi yaratıyordu. Elimden tuttu melek, sarıldı bana. Neden daha sonralarda da bizimle takılmasın ki diye sordum ona, bir sorudan çok kendisini öğrenme isteğiydi bu. Onu öğrenmekti, merak kendini göstermişti. Bu arada hiç belli etmeden ama bir o kadar da açıkça tüm yaratıkları ve kızgın kurtları ormanın karanlığına sürüyor gibiydi. Ona güvenmemizi sağlayan bu olsaydı gerek. Ve beni öptü. Kırmızıya kaçan, yarı sert ve kararlı görünümlü dudaklarıyla sanki pamuktan hafifmişçesine okşadı benim artık insansı olan dudaklarımı. Ruhumu süzdü sanki, ışıklar ve karanlıklar ilk defa birleşti ara noktada, iyi ve kötü anlamsızlaştı, renkler ne soldu ne de parladı. Her şey o kadar düzleşti ve basitleşti ki var oluşun karmaşıklığı bile kendini gösterirken utanmadı. Her şey basit fakat bir o kadar da doluydu. Tüm bunların sahibi, o... Bana kurtuluşu verdi. Kanatlarım olmasa da uçtum o tüm insansı halimle, onun kanatlarına tutundum. Saf kötünün kelepçesinde olan bu melek, beni ondan koruyordu. Çok tuhaf, kendi nedenlerine ihanet ediyordu. Geldiği yolu inceliği ve zarifliği ile kapıyor ve bana bizim yolumuzu açıyordu. Evime getirdi beni. Artık o fener vurmuş soluk yeşiller ve kokuşmuş ölü toprağın hüznü yoktu etrafta. Karanlığın boğduğu orman, kendi sükunetine kalmıştı. Ne de olsa ışığın hiç olmadığı yerde karanlık asla var olmaz. Bizimle veya belki de benim çıkışımla artık ışık da yer değiştirmişti. Ben karanlığın usta avcısı ile evime gelmiştim. Orada ışık yoktu, karanlık yoktu, sadece o kötü cadının(karanlık gücün) sonraki durağıydı orası. Arafa gelmiştim, gelmemin yasak olduğu bir cümbüştü. Meleğim... Ah, o kumral ya da kahverengi saçlı meleğim! Yanımdan ayrılmadı, beni kabul etmişti. Evin balkonunda dönen tüm dramalara, atılan aptal tiratlara rağmen yanımda içimi dinliyordu. Konuşmaya gerek yoktu, ikimiz de istiyorduk. İkimiz de bir olacaktık. Öyle ki kendi çekirdeğimizde bir nebulanın karadeliğe çekilişi gibi kaybolacaktık. Bu sırada gelen kötü cadının beni aramasına itina göstermesem de, O bana deli taklidi ile kurtulabileceğimi anlatıyordu. Nitekim sadece bir kaç dakika önce bu işe yaramıştı. Beni sonunda orada yakalayıp sürükleyen o cadı, deliliğime dayanamayıp bırakmıştı. Karanlık gücüne rağmen parlak bir görüntüsü vardı, cıvıl cıvıl gözüküyor ve masum bakışlara sahipti. Sıcak ve ısınabileceğin bir ev gibiydi gözleri. Ama demiştim ya, hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Bu zıt örnekler birbirini tamamlıyor, aynı fikre yol açıyordu. Bu sırada balkonuma tekrar geçmiş, meleğimin yanında huzurlu heyecanımı bulmuştum.
Aradan iki gece ve üç sabah geçmişti, hala bir rüyadaydım. Kendimi kafam yukarı dönük ve gözlerimi tavandaki pervaneye dikmiş halde buldum. Yalpalayarak ve her an düşecekmiş gibi bir gerginlikle dönüyordu, döndükçe yansıyan güneş ışığının aralarından kesik kesik gelişini izledim. İnsanı hipnotize eden huzurlu bir sesi vardı. Ondan dolayı olsa gerek, zamanın farkında değildim. O günküne benzer bir hava vardı, sıcak, mayışık ve parlak olmasına rağmen kasvetli. Karanlık içimde kanımı okşuyordu hala, dayanılmaz bir dürtüyle kendine çekiyordu. Acaba bir karanlık olarak ben mi kendimi kendime çekiyorum diye düşündüm. Saçma bir fikirdi. Ama o derinliğin kokusunu içimden alabiliyordum. Sanki büyük bir özlem, kokusuyla beni irdeliyor ve bana bir şeyleri hatırlatmaya çalışıyordu. Aylardan temmuzdu, daha berbat bir gün, daha berbat bir zaman seçilemezdi böylesine bir şey için. Zihnimin ceset kokusuydu bu, sanki hareket edişim bile kafamın içindeki bir yankıdan ibaretti. Şu "kavanozdaki beyin" gibi hissettim kendimi. Tavandaki pervane belki de beni bir beyin püresi yapmak amacıyla gelmekte olan bir mixerdi? Bu yaşanacaktı ve ben içimdeki meleğimle birlikte hiç bir şey anlamadan, hiç bir şey hissetmeden bir anda yok olacaktım. Sonra da püre haline gelmiş (belki de çoktandır öyle olan) beynimi birileri yiyecek, o huzur dolu küçük kavanozumda da turşu kuracaklardı. O zaman ne önemi vardı ki? Sabit olan zaman sadece benimle lineer bir hareket izliyordu, anlamı yoktu. Bir anda onu hissettim, yine. Dehşet verici ama aynı derecede de etkileyiciydi. Elimi tuttu ve beni saatlerdir tavana baktığım koltuktan kaldırdı, ardından benimle uygun adımlarla yürüyüp kapıya doğru gitti. Kapı dışarıdan açıldı, ama kimse yoktu. Bu onu, meleğimi şaşırtmamıştı. Dışarıdan güçlü bir ışık geliyordu, ona doğru yürüdük. Adım attıkça ağırlaşan parmaklarım sanki evrimde geri giderek ayaklarıma geri girmeye çalışıyorlar gibiydi. Saçlarım hafifledi, gözlerim uçarcasına etrafına baktı. Bir kaç adım daha atarken, artık vücudumun kontrolü bende değildi. Ruhum dışarı çıkmış ve dalga geçercesine bedenimi izliyordu. Bir diğer adımı daha sadece yerden kaldırırken, büyük bir dehşet çöktü üzerime. Kontrolü elimde olmayan vücudumda bile hissettim o ağırlığı. Vahşet ve tüm pislikler birer film şeridi gibi içime dolanarak damarlarımı biçiyordu. Tüm dağılmış parçalarım hızla yerine oturup, ruhum ve bedenim tekrar birleşirken hatırlayamadığım bir süre geçmişti. O sırada ben çoktan kapıya ulaşmış, dışarıdan gelen ışığın altında sanki bir yansıma görevi görüyordum, yanıyordum. Ya arkamdaki karanlık beni itti ya da o ışık beni çekti ve ben kapı eşiğini geçtim. Anında her şey bitti. Ama gerçekten her şey... Aynı anda hem yok oldum hem de var oldum. Tekrar o arafta olmak gibiydi, ama değildi de. Gözlerimi açtığımda başka bir yerdeydim. Olmayan bir yerdi orası: Gerçeklikteydim.
5.0
100% (1)