0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
88
Okunma
İnsanlık ve Sessiz Doğanın Yankısı
İnsan bir zamanlar suyun sesini dinlerdi.
Bir kayanın sabrını, bir ağacın köklerindeki sessiz bilgelik gibi hissederdi. Gökyüzüne baktığında yalnızca yıldızları değil, kendi sonsuzluğunu görürdü. Hayat basitti ,ama o sadelikte bir bilgelik, bir denge, bir şükür vardı. Toprak, insanın aynasıydı. İnsan, toprağın diliyle konuşur, yağmurun kokusunda kendini tanırdı.
Sonra bir şey oldu.
İnsan, doğanın kalbinden ayrıldı.
Eline güç geçti , ateşin, taşın, madenin, sonunda paranın gücü. Ve o güç, önce doğayı dönüştürdü, sonra insanın ruhunu. Her şey daha fazlası içindi: daha çok mal, daha çok bilgi, daha çok hüküm. Ama her “daha çok”, içimizdeki “az”ı biraz daha büyüttü. Ruh, kabına sığmazken anlam küçüldü; dünya hızlandı, insan yavaşlamayı unuttu.
Artık insanlar göğe baktığında yıldızların yerini ekran ışıkları aldı.
Suyu elleriyle değil, plastik bir şişeden tanıyorlar.
Ağaçların yerinde betonlar yükseliyor, sessizlik artık bir lüks gibi satılıyor.
İnsan, doğadan uzaklaştıkça kendine yaklaşacağını sandı ,ama her adım onu biraz daha eksiltti. Çünkü doğa, insanın dışındaki bir varlık değil; içindeki dengeydi. Toprakla bağını kaybeden, kendi kökünü unutur.
Bugün çoğumuzun içinde bir çağrı var:
Kaçmak istiyoruz. Şehirlerin gürültüsünden, ışıkların sahte sıcaklığından, paranın ölçüsüz ağırlığından… Kaçmak istiyoruz, ama nereye?
Aslında doğaya değil, kendimize kaçmak istiyoruz.
Çünkü doğa hâlâ orada: bizden sabırla bir selam bekliyor.
Bir ağacın gövdesinde sabır var, rüzgârda affetme, taşta süreklilik.
Doğa, konuşmaz ama anlatır. İnsan ise çok konuşur ama dinlemez.
Felsefe der ki: Doyumsuzluk, ruhun kendini tanıyamamasıdır.
İnsan, anlam yerine nesne biriktirir; huzur yerine başarı.
Maddiyat bir güven duygusu gibi görünür, ama insanı içine kapatan bir duvardır aslında. Paranın sesi yükseldikçe, insanın iç sesi kısılır.
Ve bir gün gelir, kişi her şeye sahip olur ama hiçbir şeyin anlamını bilmez.
O an, doğaya dönme arzusu başlar ,çünkü doğa, insanın kendini yeniden duyabileceği tek sessizliktir.
Belki de asıl ilerleme, geriye dönmektir.
Ama o geri dönüş bir kaçış değil; bir hatırlayıştır.
Bir ağacın gölgesinde düşünmeyi, bir derenin akışında sabrı, bir taşın sessizliğinde var olmayı hatırlamak…
Çünkü insanın özlemi aslında doğaya değil, kaybettiği sade kendinedir.
Dünya, insanın ellerinde şekil değiştirdi; ama ruhun yasaları hâlâ aynı kaldı.
Doğa, insana sadece barınak değil, ölçü vermek için oradadır.
Ne kadar uzağa gidersek gidelim, dönüş yönümüz hep aynı olacak:
Toprağa, sessizliğe, sadeliğe, yani özümüze.
Belki de insanlığın kurtuluşu ilerlemede değil;
Bir gün, bir ağacın gövdesine dokunup “Ben de buradayım.” diyebilme cesaretindedir.
Huseyin Erdinç