Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Semihhan Aydemir
Semihhan Aydemir

Yarım cümle

Yorum

Yarım cümle

( 1 kişi )

2

Yorum

16

Beğeni

5,0

Puan

208

Okunma

Okuduğunuz yazı 11.11.2025 tarihinde günün yazısı olarak seçilmiştir.

Yarım cümle

Sabah, şehrin içinden bir çizgi gibi geçti. Çizgi, sesi olmayan bir duyuru gibiydi: bugün de konuşulmayacaklar, bugün de yazılmayacaklar. Adam, masanın başında oturuyordu. Masanın üzerinde bir zarf, bir kâğıt, kısa bir kalem. Kâğıdın sol üst köşesi kıvrılmış, zarfın ağzında fabrika kokusuna benzer bir kâğıt tozu kalmıştı. Kalemi eline aldı. İlk cümleyi yazdı: “Sana söylemek istediğim—” Kelime, çizginin ortasında kaldı. Bir tire, bir boşluk, sonra beyaz alan. Devam etmedi.

Cümle, bir kapının eşiği gibidir: geçmek istersin ama ayağın ağırdır. O, ayağını kaldırmadı. Kalemi bıraktı. Pencereye yürüdü. Perdeyi az aralayıp sokağa baktı. Sokağın yüzü her zamanki gibiydi: bakılınca cevap vermeyen bir yüz. Bir kadın kaldırım kenarında duruyor, çantasını düzeltiyor, sonra yürüyordu. Bir adam, dükkânın kepengini yarım açmış, içeriden bir sandalye çekip kapının yanına koyuyordu. İki genç, konuşmadan yürüyordu; dudakları hareket etmiyor, ayak ritimleri kısa bir cümleyi tekrar ediyordu. Herkes bir şey taşıyordu, cümleler değil.

Masaya döndü. Kâğıdın üstündeki “Sana söylemek istediğim—”e baktı. Tire, cümlenin nefesini yarıda kesmişti. Kalemi yeniden aldı. “—”nin ötesinde hiçbir şey olmaması, bir şeyi çağırıyordu. Bir isim değildi, bir olay değildi. Yokluğun biçimi bile değildi. Sadece yer istiyordu. O an kalemin ucunu kâğıda değdirmedi. Kâğıt, beklentiyle kararmadı. Kalemi bıraktı. Zarfı açıp içini yokladı: boştu. Zarf boşsa, cümle ağırdır; boş zarf, dolu bir cümleyi taşımaz.

Dışarı çıktı. Hava betona yakın bir soğukla yüzüne dokundu. Postaneye doğru yürüdü. Postaneler, konuşmanın yerine geçen yerlerdi; orada diller ölçülür, adresler tartılır, pullar insanın sesine küçük, renkli bir damga vururdu. Kapının önünde iki kişi bekliyordu. İçerisi kalabalık değildi. Sayaçların üstünde numaralar, bir ritüelin düşük sesli harfleri gibi parlıyordu. Bir memur, camın arkasında, bir zarfa pulları yapıştırırken başını kaldırmadan “Sıradaki,” dedi.

Adam, sırayı bekledi. Beklemek, burada iç huzuru bozmaz; herkes aynı niyetle durur: bir şeyi göndermek. Elindeki zarfı avuçladı. Zarfın köşesi parmağına battı. Sıra ona geldi. Camın ötesindeki memur gözlerini kısa bir an kaldırdı. “Nereye?” dedi. “Belirsiz,” demek doğru değildi. “Buraya,” demek daha da doğru değildi. Adam, zarfın ağzının açık olduğunu fark etti. “Daha yazmadım,” dedi. Memur başını salladı. “Pulu hazır istersiniz,” dedi. Adam, “Henüz değil,” dedi. Geri çekildi. Camın ötesindeki memur, “Sıradaki,” diye yineledi. Adam, bir adım geriye gitti. Postanenin içinde bir sessizlik varmış gibi görünüyordu; oysa her şey hareket halindeydi: pullar kesiliyor, adresler yazılıyor, zarflar yutulmak üzere bir ağza doğru gidiyordu.

Bankonun yan tarafında, duvara asılı bir şehir haritası vardı. Harita, eskiydi; bazı sokaklar yeniydi, haritada yoktu. Bazı sokaklar haritada vardı, şehirde yoktu. Adam haritaya uzun bakmadı. Haritalar, “buradasın” yazmadan da insanın yerini bildirir; elini cebine sokup boşluğun şeklini yokladı. Zarf, kâğıdı olmadan hafifti. Bir pullu damga olmadan kimsesizdi. Postacının avucuna emanet edilmeye hazır değildi. Postaneden çıktı.

Yürüdü. Bir kafeye girdi. Kapının üstündeki küçük zil bir şey duyurur gibi değil, bir şey hatırlatır gibi çaldı. İçeride üç masa doluydu, bir masa boş. Boş olan masaya oturdu. Masanın üstü temizdi; örtü yoktu. Cam kenarında oturan kadın, dışarıyı izliyordu; izlediği şey onu ikna etmiyor, sadece oyalanmasını sağlıyordu. Barmen, fincanları ters çevirip rafın üzerine diziyordu. Bazen ters çevirilen şeyler daha güvende olur. Adam, “Bir sade,” dedi. Kahve geldi. Küçük bir su bardağı eşlik etti: su, sözlerin yanındaki sessizlikti.

Kahveyi karıştırmadı. Sade kahve karıştırılmaz; acılık, kararında bırakılır. Masanın üzerine kâğıdı çıkardı. “Sana söylemek istediğim—” yazısına baktı. Cümlenin devamını, kahvenin buharı yazsın diye beklemedi. Bu tür beklentiler, kâğıdı ıslatır. Kalemi aldı. “—”nin ötesine küçük bir kelime bıraktı: “geldi.” Sonra silmek istedi. “Geldi” doğru değildi; çünkü gelen yoktu. Kâğıtta tek bir kelimeyi silmek, cümleden bir insanı almak gibidir: boşluk büyür, diğer kelimeler düşer. Silmedi. Kelimenin üzerinde oyalandı. Sonra alt satıra indi. “Ama ben—” yazdı. Yine tire. Yine boşluk.

Bir masada iki kişi kısık sesle konuşuyordu. Cümlelerin başları duyulmuyor, sonları anlaşılmıyordu. Aralarındaki bardakların cam yüzeyinde dışarının çizgileri kırılıyordu. Konuşmanın kendisi değil, konuşmanın yer değiştiren gölgesi ışığa karışıyordu. Adam, kendi masasında bir şey dinliyormuş gibi bekledi. Kahvenin sıcaklığı yavaşça azaldı. Tabağın kenarındaki su bardağına dokunup elini çekti. Su, soğuktu; soğuk, cümleleri düzleştirir.

Kâğıdı katladı, cebe koydu. Zarfı çıkarıp ona dokunmadı. Kafe kapısından çıktı. Bir tren istasyonuna yürüdü. Şehrin küçük istasyonu, hareket yerine beklemeyi öğretirdi. Saatin büyük kadranı, sabrın sıradanlığını hatırlatırdı. Peron, paslı bir çizgi gibi uzuyordu. Üstünde siyah beyaz bir tabela, “Geliş – Gidiş” diyordu. “Geliş,” “Gidiş”ten biraz daha ağır görünüyordu. Panoda, tren saatleri yazılıydı. Bazı satırlar silinmiş, üstlerine yeni saatler yazılmıştı. Birkaç kişi bankta oturuyordu. Kesik bir rüzgâr, beklemenin üstünden geçiyordu.

Adam peronun ucuna yürüdü. Rayların arasındaki taşlar, yağmurdan sonra daha koyu görünür. Aralarda küçük, neredeyse görünmez otlar, ısrarla yeşermeye çalışır. Uzakta bir siren duyuldu. Trenin gelişini haber veren bir ses, kalbi değil, ayak ucunu uyarır. Tren göründü, yaklaştı, içinden bir rüzgâr geçti. Kapılar açıldı. İnsanlar indi. Hiçbiri onun yüzüne bakmadı. O da kimsenin yüzünü seçmedi. İnenler dağıldı. Binenler azdı. Kapılar kapandı. Tren gitti. Giderken arkasında, şehrin yüzünde kısa bir gölge bıraktı. Gölge, bir iki nefeslik sürdü.

Peronda, bankın ucuna oturdu. Cebinden kâğıdı çıkardı. “Sana söylemek istediğim— geldi. Ama ben—” Cümle, yorgun bir nefes gibi kendi üstüne kapanmıştı. Devam edebilirdi; etmedi. “Ben”den sonra gelebilecek her şey, kendi ağırlığını beraberinde getirir: pişmanlık, açıklama, bahane. O, kendi ağırlığını ölçmek istemedi. Kâğıdı katladı. Zarfın içine koydu. Zarfı kapatmadı. Pulu düşünmeden önce adres düşünülmeliydi. Adres yoktu. Adres yoksa, cümle gidemeyecek kadar evde kalır.

Peronun sonunda, siyah montlu bir adam sigara içiyordu. Duman, istasyonun soğuğuna göre fazla sıcak görünüyordu. Adam, “Trenler hep mi geç kalır?” dedi. Onun sorduğunu anlamadı. Cevap vermedi. İstasyonun hoparlöründen bir duyuru yapıldı. Sözcükler yan yana geldi ama anlam, havada kaldı. Rüzgâr duyuruyu esnetti. Kelimeler, istasyonun çatısına takılıp yerinden düşmedi.

Akşamüstüne doğru kente geri yürüdü. Vitrinler tekrar yanmaya başladı. Bazı dükkânlarda içeri ses sızıyor, bazı dükkânlarda ses içeride kalıyordu. Bir kırtasiyenin önünde durdu. İçeri girdi. Kâğıt kokusu, söylenmeyen cümlelerin raf kokusu gibiydi. “Zarf,” dedi. Satıcı, “Beyaz mı, kraft mı?” dedi. “Fark etmez,” dedi. Satıcı, iki zarf gösterdi. Biri daha hafifti. Hafif olanı aldı. “Kalem?” dedi satıcı. “Var,” dedi. “Pul?” dedi satıcı. “Henüz değil,” dedi. Ödemeyi yaptı. Dışarı çıktı.

Bir köprü başında durdu. Altından su geçmiyordu; köprü, suyu çoktan kaybetmiş bir yerde kendi işine bakıyordu. Korkuluğun pası, güneşin kalan çizgileriyle konuşuyordu. Cebinden kâğıdı çıkardı, açtı. “Sana söylemek istediğim— geldi. Ama ben—” Aşağıda toprak, rüzgârın biriktirdiği küçük bir çöp yığınını eşeliyordu. Yığından ince bir kâğıt parçası havalanıp düştü. Üzerinde okunmayan, yarım bir cümle vardı. “Ama ben—” değil, “Keşke—” ile başlıyordu. Kâğıt uzaklaştı.

Eve döndü. Masanın üstüne kâğıdı bıraktı. Zarfın yanına koydu. Kalemi eline aldı. “Sana söylemek istediğim, geldiğim günden beri değişmedi:—” yazdı. Tire, “sonunu sen yaz” demiyordu. “Ben yazamadım,” diyordu. Birbirine benzeyen iki cümlenin arasında bir yaşam vardı. O, bu yaşamın içinden yeni bir kelime aradı. Kelime, insandır. İnsanı bulamadı. Kalemi bıraktı.

Gece, duvarın yüzünde bir koyuluk belirdi. Koyuluk, bir gölgeye benzemedi; daha çok, boşluğun yeni bir katmanı gibiydi. Geceler, yarım cümlelere iyi gelir sanılır; oysa iyi gelmezler, sadece sessizleşirler. Sessizlik, insanı cümle yazmaya zorlamaz; insan, sessizliğin içinde daha çok dinlemeyi öğrenir. O, dinledi. İçeriden bir ses gelmedi. Dışarıdan da gelmedi. Kendi nefesinin ritmi, bir panonun kırmızı rakamları gibi aynen ilerledi.

Sabah, postaneye bir daha gitmedi. Bir kâğıt daha aldı. Yeni bir cümle yazdı: “Ben buradayım ama—” Tire yine. Farklı bir boşluk. Boşluklar birbirine benzemez; her birinin yönü, ağırlığı, rengi farklıdır. “Ama”dan sonra gelen, bir itiraftır çoğu zaman. İtiraf, ağızdan çıkarken sahibini küçültmez; sadece cümleyi büyütür. O, “ama”dan sonra hiçbir şey yazmadı. Kâğıdı katladı. Zarfın içine koydu. Zarfı kapattı. Adres kısmına “Yeniden” yazdı. Hangi şehre, hangi sokağa, hangi kapıya? “Yeniden”e. Yeniden, bir yer sayılmaz; yine de bazı mektuplar oraya gider.

Dışarı çıktı. Yürüdü. Yağmur başladı. Yağmurun çizgileri, cümlelerin çizgilerine benzemez; daha dik, daha kesin, daha kısa sürer. Postaneye girdi. Zarfı masaya koydu. “Pul,” dedi. Memur, “Hangisi?” dedi. “Yeniden için bir pul,” dedi. Memur başını kaldırdı, gözlerine kısa bir bakış bıraktı. “Hepsi de olur,” dedi. En sıradan pulu aldı; küçük, soluk bir kuş resimli. Pulu yalanlamayan bir değersizlik. Pulu zarfın köşesine yapıştırdı. Damgayı vurdu. “Nereye?” dedi yeniden. Adam, “Yeniden,” dedi. Memur adres satırına baktı. Kalemi kolunun arasındaki defterden aldı. “Şehir?” dedi. Adam, “Bilmiyorum,” dedi. Memur, “Geri döner,” dedi. Adam, “Dönsün,” dedi. Zarfı kutuya bıraktı.

Postaneden çıkınca hava daha da ağırlaştı. Yağmurun sesi arttı. Kaldırım taşları parladı. İnsanlar şemsiyelerini açtı, kapadı, bir yerlere yetişmeye çalıştı. O, bir şemsiyeye ihtiyaç duymadı. Sokak, yağmurla çoğalmış gibi görünüyordu. Bir kahvehaneye girdi. Aynı masaya oturdu. Sade istedi. Garson başını salladı. Kahve geldi. Bu kez su içmedi. Masanın üstündeki su bardağına bakarken, bir cümlenin içine taş koymuş gibi hissetti: cümle batmasın diye değil, kımıldamasın diye.

Cebinde bir zarf daha vardı. Boş. Boşluğun sesi, dolunun sesinden daha uzundur. Kâğıdı çıkardı, yeni bir başlangıç yazdı: “Burası bir şehir. Burada bir eksiğim var.—” Tire, eksiğin yerini gösteriyordu. “Eksiğin” ismini koymadı. Eksiğe isim vermek, onu büyütür. Kâğıdı yarım bırakıp kaldırdı. Zarfın içine koydu. Zarfı geri cebine koydu. Pulu düşünmedi. Postane düşünülmedi. Yeniden, yolda bekleyen bir yer değildi; yazıda bekleyen bir yerdi.

Öğleden sonra tren istasyonuna tekrar gitti. Peronda kimse oturmuyordu. Bir gidiş vardı ama geliş yoktu. Yağmur, rayların arasındaki taşların sesini yemişti. Banka oturdu. Cebindeki boş zarfın köşesine parmağıyla dokundu. Zarfın içinde hiç yazılmamış yüzlerce cümle hareket etti, sonra durdu. Uzakta bir siren çaldı. Tren bu kez durmadı, sadece geçti. Geçerken rüzgârını bıraktı. Rüzgâr, boş zarfı cebinde oynattı. “Geldi,” kelimesi aklına geri geldi. “Geldi,” demişti dün. Doğru muydu? Gelen kimdi? Zaman, cümlenin öznesini unutturur. O, unuttuğunu fark etti.

İstasyondan çıktı. Şehrin sokaklarına karıştı. Bir kitapçının önünden geçerken vitrine bakan birini gördü; vitrindeki kitapların hepsi “Bir sabah” veya “Bir gün” diye başlıyordu. Başlangıçların sıradanlığına alışmak, bazen bitişlerin ağırlığını azaltır. O, vitrine bakmadı. Adımlarını kentin bilinmeyen bir çizgisine bıraktı.

Akşam olup evine döndüğünde masaya oturdu. Zarfı çıkardı. Kâğıdı aldı. “Sana söylemek istediğim—” cümlesinin önüne, daha önce yazdığı “geldi” kelimesinin yanına küçük bir işaret koydu: silmedi, üstünü çizmedi; yanına bir nokta koydu. Sonra yeni bir cümle yazdı: “Yarım bırakmaktan yoruldum.” Bu doğru değildi; yorulmamıştı. Sadece alışmıştı. Yarım, bazen bütünden daha dayanıklı olur. Kağıdı katladı. Zarfın içine koydu. Zarfı kapattı. Arka yüzüne küçük harflerle “Dönüş” yazdı. “Yeniden”le “Dönüş” aynı adres değildi. Biri ileri, biri aynı yerde kalmak demekti.

Gece, duvarda bir gölge belirdi. Bu kez gölge, duvardan ayrılmış gibi durdu. Bir adım atar mı atmaz mı, belli değildi. Adam, gölgeye bakmadı. Gölge, insandan bakış ister; verilmezse, gölge kendi kararında kalır. O, yatağa uzandı. Gözlerini kapadı. Yarım cümleler, uykuyu bozmaz; sadece rüyayı kısa tutar. Kısa bir rüya gördü: postane kuyruğundaydı, memur ona isim sormuyor, yalnızca “sonunu sen yaz” damgası vuruyordu. Damga, kâğıdı yırtmıyordu. Uyanınca rüyayı not etmedi. Not almak, bazı günler gereksizdir.

Sabah, postaneye gitmedi. Kafeye gitmedi. Tren istasyonuna gitmedi. Sokağın uzun çizgisine çıktı, yürüdü. Şehir, isimleriyle değil, işaretleriyle konuşuyordu: bir duvarda solmuş bir yön oku, bir köşede unutulmuş bir bebek arabası, bir yerde düşüp kalmış bir yaprak. Yürürken elini cebine attı. Boş zarf yoktu. Dün akşamki “Dönüş” yazılı zarf vardı. Onu çıkardı. Elinde tutup baktı. Arka yüzdeki küçük harfler, bir çocuğun yazısı kadar masum görünüyordu. Bir kapının önünden geçerken kapı tokmağına bakıp durdu: tokmak, çalınmayı beklemiyor, sadece yerini koruyordu.

Öğleye doğru postaneye girdi. Aynı memur. Aynı numaralar. Aynı harita. Aynı camın sesi. Zarfı masaya bıraktı. “Pul,” dedi. Memur başıyla onayladı. “Adresi?” dedi. Adam, “Dönüş,” dedi. Memur bir an sustu. “Göndeririz,” dedi. “Döner.” Adam başını salladı. “Dönsün,” dedi. Damga vuruldu. Zarf, kutuya girdi.

Postanenin kapısından çıktığında yağmur dinmiş, asfaltta küçük göller kalmıştı. Bir çocuk, ayağıyla göle dokundu; su dağıldı, geri toplandı. Çocuğun gölgesi, suyun gölgesine karışmadı. Adam yürüdü. Kafeye girdi. Aynı masaya oturdu. Garson, bir şey sormadan sade getirdi. Bu, bir tanışıklık değildi; davranışların yerini hafıza almıştı. Cebinde zarf kalmamıştı. Kâğıdı vardı. Açtı. Yeni bir cümle yazdı: “Sana söylemek istediğim şey, artık sana değil.” Nokta koydu. Cümlenin bir başkası olduğunu kabul etmek, bazen mektubu gönderilmekten vazgeçirmek yerine, onu bir yere götürür. Kâğıdı çevirdi. “Ben buradayım,” yazdı. Nokta koymadı. “Ama—” yazmadı. “—”yi bıraktı.

Öğleden sonra istasyona uğradı. Panoda yeni bir sefer belirdi. Tren geldi. Birkaç kişi bindi. O, binmedi. Onu bekleyen bir yer yoktu; o, bekleyen bir cümleydi. Peronun ucunda durup rayların arasındaki taşlara baktı. Taşların arası, küçük hayatların alış verişine müsaitti. Oradan bir ses beklemedi. Bir çivi gözünü aldı: paslı, eğik, yarım. Pas, yarım kelimelerin yüzüdür.

Şehrin içine geri döndü. Vitrinlerdeki ışıklar erken yanmıştı. Köprü başında durdu. Altından su hâlâ geçmiyordu. Korkuluğa eliyle dokundu. Demir, soğuktu. Soğuk, cümleleri susturur. Elini çekti. Eve yürüdü. Masaya oturdu. Kâğıdı açtı. “Ben buradayım”ın altına küçük harflerle bir şey ekledi: “ve artık sana yazmıyorum.” Bu bir vazgeçiş değildi; dağıtılması gereken bir ağırlığın paylaştırılmasıydı. Kâğıdı katladı. Çekmeceye koydu. Çekmece, ağırlaşmadı. Işığı kapattı. Duvara bakmadı. Yatağa gitti. Uyudu.

Ertesi sabah, sokağa çıktığında bir vitrin camında kendini gördü. Yüz, ona benziyordu. Gözlerin içindeki boşluğun yerini başka bir şey almıştı: boşluk gitmemişti, biçim değiştirmişti. Gözler, dışarıya bakarken içeriye de bakıyor gibiydi. Camın köşesinde güneş kırıldı. Kırılmanın yerinde küçük bir karanlık belirdi. Karanlık, gölgeye benziyordu; gölge, adına ihtiyaç duymuyordu.

O gün postaneye uğramadı. Kafeye uğramadı. İstasyona uğramadı. Şehrin dikkatsiz sokaklarında dolaştı. Bir duvarda, çok eski bir yazı gördü: “Yarım kalan her şey, başka yerde tamamlanır.” Altındaki imza okunmuyordu. Parmak uçlarıyla harfin kenarına dokundu. Boyanın dökülen parçaları avucuna bulaştı. Düşürmedi. Avucunu kapatmadı.

Akşamüstü eve döndüğünde masaya oturmadı. Pencerenin kenarında ayakta durdu. Aşağıda bir adam, bir çocuğun elini tutuyordu. Çocuğun elinde bir zarf vardı. Zarfın üstü boştu. Adam, çocuğun elinden zarfı aldı, cebine koydu. Sonra birlikte yürüdüler. Zarfın cümlesi henüz yoktu. Belki de hiç olmayacaktı. Kimse bir şey söylemedi.

Gece, duvarın yüzünde bir gölge belirdi. Gölge bu kez hareket etmedi, konuşmadı, yok olmadı. Sadece yerinde durdu. O, gözlerini kapattı. Gölge, gözler kapalıyken de yerinde kaldı. Sabah olduğunda gölge yoktu. Yerinde bir çizgi vardı. Çizgi, güneşin eğimine dair sıradan bir bilgi taşıyordu. O, sıradanlığın içini boşaltmadı. Kapıyı açtı, dışarı çıktı. Yürüdü.

Bir hafta sonra, postaneden bir zarf geri geldi. Arka yüzünde küçük bir damga vardı: “Adres yetersiz.” Zarf, kendi yolunu bulamamıştı. Adam, zarfa baktı. Açmadı. Masanın üzerine koydu. Yanına oturdu. Yanında durdu. Zarf, masanın üzerinde kaldı. Bir gün daha, bir gün daha.

Sonra, bir akşamüstü, zarfı açtı. İçinden “Sana söylemek istediğim— geldi. Ama ben—” çıktı. “Ben”den sonra boşluk. Boşluğun üzerine kalemi koydu. Yazmadı. Kalemi bıraktı. Kâğıdı çekmeceye koymadı. Masada bıraktı. Kâğıt, masada kaldığı yerde bir ağırlık yapmadı. Ağırlık, başka yerdeydi: içerde. O, bunun yerini artık biliyordu.

Bir sabah, postaneye gitti. Memur aynıydı. “Pulu yeniden ister misiniz?” dedi memur. “Hayır,” dedi. “Bu, burada kalsın.” Zarfı masanın kenarına bıraktı. Memur, “Burada kalmaz,” dedi. Adam, “O zaman geri gelsin,” dedi. Memur, kısa bir gülüşle başını salladı. “Hep gelir,” dedi. Adam dışarı çıktı.

Kafeye girdi. Aynı masaya oturdu. Sade geldi. Su gelmedi. Garson, suyu unuttu. Unutmanın bazı günlerde anlamı olur, bazı günlerde olmaz. Bu gün, anlamı yoktu. Adam, kahveyi içti. Kâğıt çıkarmadı. Yazmadı. Tren istasyonuna uğramadı. Şehir, o gün onu çağırmadı. O da şehri çağırmadı.

Akşam, evde, masanın üzerindeki kâğıdı katladı. Çekmeceye koydu. Çekmeceyi kapattı. “Yarım kalmış cümle” çekmecede kaldı. Evin içinde hava yerini aldı. Işığı kapattı. Duvara bakmadı. Yatağa gitti. Uyudu.

Ertesi sabah, pencereden dışarı baktığında bir postacı geçti. Postacı, bir zarf bıraktı, bir zarf aldı. Geri dönmedi. Zarfın üstünde adres yoktu. Zarf, yine de bir yere gidiyordu. Bazı zarflar adresi olmadan da yürür. Bazı cümleler, bitmeden de biter.

Adam kapıyı açtı. Sokağa çıktı. Güneş, duvarın köşesine yeni bir çizgi bıraktı. Çizgi, dünle aynı değildi. Yürüdü. Kafeye uğramadı. Postaneye uğramadı. Tren istasyonuna uğramadı. Bir duvarın önünde durdu. Duvarın yüzüne, parmaklarıyla hayali bir cümle yazdı: “Sana söylemek istediğim şey, artık bende.” Nokta koymadı. Noktasız cümle, içerde sürer.

Günün sonunda eve döndü. Masaya oturmadı. Pencerenin yanında durdu. Dışarı kararıyordu. Gecenin ilk saatlerinde duvarın yüzünde bir gölge belirdi. Gölge hareket etmedi. Gölge konuşmadı. Gölge yok olmadı. O, gözlerini kapattı. İçerden yumuşak bir ses geldi, bir insan sesine benzemeyen: “Buradayım.” Cümle, yeni bir yere değil, her zamanki yerine düştü. Yankılanmadı. Geri dönmedi. Gerek yoktu.

“Yarım Cümle” burada bitmiyor; ama bittiğini söylemeye gerek yok. Çünkü bazı mektuplar hiç gönderilmez, yine de yerine varır. Bazı cümleler yarım kalır, yine de okur tamamlar. Bazı adresler yazılmaz, yine de bulunur. O, ertesi sabah kapıyı açtığında bunu biliyordu: postane olmadan da, istasyon olmadan da, kafe olmadan da, bir cümlenin yeri vardır. Yer, bazen yalnızca şudur:

Buradayım.

Paylaş:
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 

Topluluk Puanları (1)

5.0

100% (1)

Yarım cümle Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Yarım cümle yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Yarım cümle yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
İbrahim Kurt
İbrahim Kurt, @ibrahimkurt
12.11.2025 11:32:47
5 puan verdi
bu güzel çalışmayı kaleme alanı kutluyorum
Sevay
Sevay, @sevay
12.11.2025 10:26:15
Ne etkileyici, ne derin bir metin.
“Yarım Cümle” sessizliğin içinden konuşuyor, söylenmeyen kelimelerin, gönderilmeyen mektupların, bitmeyen bekleyişlerin diliyle.
Her satırda bir nefes var.
Bazen yarım kalan, bazen devam etmeye cesaret edemeyen.
Sözcüklerle değil, suskunlukla anlatır insan bazen kendini, kalemin ucunda değil boşluğun tam ortasında yankılanıyor duygular.
Belki hepimizin masasının üzerinde bir “yarım cümle” duruyor,duruyordur hala.
Ve sonunda en sade en vurucu cümle geliyor:
“Buradayım.”
Sessiz, ama her şeyin özeti.

Ben çok beğendim,kutluyorum içtenlikle.
Sevgiyle kalın.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL