0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
108
Okunma
Bir Metafor Olarak Köpek: İnsan Olmanın ve Rızalık Yolunun Anlamı
İnsanı yücelten, onu diğer varlıklardan ayıran temel özellikler nelerdir? Haktan ve hakikatten yana baş kaldıran, döktüğünü dolduran, ağlattığını güldüren, yıktığını yapan; bu yolda incinmeyen, incitmeyen, doğru söyleyen kişi, gerçek anlamda insan olma yoluna girmiş demektir. İşte bu yola RIZALIK YOLU denir.
Bu derin hakikati anlamak için verilen köpek metaforu üzerine düşünelim: Bir köpek kümese girer ve tavukları yer. Köpek bir hayvandır ve bu eyleminin iyi ya da kötü olduğunu bilemez. Onun için bu, sadece içgüdüsel bir doyumdur. Aynı şekilde, bazı insanlar da sûrette insan olabilir, yani insan suretindedir. Ancak yaptığı bir eylemin iyi mi kötü mü olduğunun bilincinde değilse, onun sîreti, yani özü itibarıyla hâlâ hayvani düzeydedir.
İnsan olma yolculuğu, kişinin yaptığı eylemin ahlaki sonuçlarının bilincine varmasıyla başlar. İşte o zaman sûrette olduğu gibi sîrette de insan olma yoluna girer. Fakat bu, kemale ermek için tek başına yeterli değildir. Asıl erdem, farkına varılan hatayı telafi etmekte ve o hatadan dönmekte yatar. Metaforumuzdaki kişi, yediği tavukların parasını, zarar verdiği sahibine öder ve onun rızalığını alırsa, artık sûrette insan, sîrette insan-ı kâmil olma mertebesine yükselir. Çünkü bu, sorumluluk bilincinin en somut ifadesidir.
Bu yolun özü, kişinin tüm sıkıntıları kendinden bilmesidir. "Ayağıma taş dolansa, kendimden bilirim." sözü bu derin hakikati ifade eder. Nasıl ki el, gövdenin kaşındığı yeri bilirse, can da kendi derdinin dermanını içinde taşır. Bu yolun yolcuları ikiye ayrılır: Ârifler ve kâmiller, daima özünü yoklar, kusurunu arar; cahiller ise daima kendini aklar. İnsan-ı kâmil, sürekli özünü yoklayarak eksiğini ve kusurunu bulur. Maddi veya manevi olarak zarar verdiği her mazlumun zararını, ziyanını tazmin eder ve nihayetinde rızalık yoluna girer. İşte esas olan da budur.
Peki, bu bireysel erdemler toplumsal düzeye nasıl taşınır? İşte bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923-1938 yılları arasında tesis ettiği laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti modeli, bu felsefenin bir yansıması olarak karşımıza çıkar. Atatürk, akla, mantığa, bilime ve fenne yakın olanı; sevgi, merhamet, vicdan ve ahlak sahibi olanı; hak, hukuk, adalet ve rızalık yolunda olanı; alın teri dökerek, emek harcayarak, değer üreterek helal kazanç elde edeni, kısacası gerçek anlamıyla İNSAN olanı merkeze aldı.
Onun kurduğu sistem, kula kul olmayan, özgür iradeli bireyler yetiştirmeyi hedefledi. İnsan hakları, yurttaşlık hakları, demokratik haklar ve özgürlükler gibi siyasi haklar ile bireyi güçlendirdi. Bu, metaforumuzdaki gibi, toplumu oluşturan bireyleri, eylemlerinin sonuçlarının bilincinde olan, haksızlık yaptığında telafi etme erdemini gösterebilen, birbirinin rızasını arayan kâmil insanlar haline getirme projesiydi. Atatürk’ün hedefi, insanın içindeki yaratıcı, özgür ve sorumlu cevheri ortaya çıkarmak ve "kümes"in dar kalıplarını kırarak, aklın ve vicdanın aydınlattığı uygarlık yolunda ilerleyen bir toplum inşa etmekti.
Sonuç olarak, bu metafor bize yalnızca bireysel bir ahlak dersi vermez; aynı zamanda nasıl daha adil, daha hakkaniyetli ve daha insani bir toplum olunacağının da ipuçlarını sunar. Yolumuz, önce kendi özümüzü yoklamak, sonra da verdiğimiz zararları telafi ederek kolektif bir rıza ile toplumsal huzuru inşa etmek olmalıdır. Gerçek kemalet ve gerçek insanlık, işte bu zorlu ama onurlu yolda gizlidir.
Özet
Bu makale, insan olma halini "rızalık" ve "sorumluluk" kavramları üzerinden açıklayan bir metaforik çerçeveden hareketle, bireysel erdemler ile toplumsal sistemler arasındaki diyalektik ilişkiyi incelemeyi amaçlamaktadır. Çalışmanın ilk kısmında, "köpek metaforu" üzerinden, bireyin sûretten sîrete, oradan insan-ı kâmil mertebesine yükselişini sağlayan "eylem bilinci", "tazmin" ve "rıza" arayışı felsefi ve psikolojik boyutlarıyla ele alınacaktır. İkinci kısımda, bu bireysel idealin kolektif bir modele nasıl dönüştürülebileceği sorusuna, Mustafa Kemal Atatürk’ün inşa ettiği "akıl ve vicdan merkezli uygarlık projesi" ve İsviçre’nin "benzersiz doğrudan demokrasi sistemi" üzerinden yanıt aranacaktır. Makale, her iki modelin de –farklı tarihsel ve kültürel bağlamlarına rağmen– ortak bir hedefi paylaştığını ileri sürmektedir: Sorumluluk sahibi, rıza üretebilen ve kendini yönetme kapasitesine sahip "kâmil bireyler"den oluşan bir toplum inşası. Sonuç olarak, bu iki sistemin güçlü yanları ve olası açmazları, metaforik çerçeve ışığında psikolojik, sosyolojik ve felsefi bir perspektifle sorgulanacak ve bir senteze ulaşılmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Rızalık, Sorumluluk, İnsan-ı Kâmil, Doğrudan Demokrasi, Atatürk, İsviçre Modeli, Sosyal Sözleşme, Kolektif Bilinç.
Giriş: Metaforik Bir Çerçeve Olarak Köpek ve İnsan Olmanın Anlamı
Felsefenin kadim sorusu, "İnsan nedir?"i cevaplama çabası, onu diğer varlıklardan ayıran temel nitelikleri tanımlamayı gerektirir. Verilen metafor, bu ayrımı "irade", "bilinç" ve "ahlaki sorumluluk" üzerine kurar. Köpek, içgüdüleriyle hareket eder; eyleminin ahlaki sonuçlarından bihaberdir. Onun için "iyi" veya "kötü" yoktur, sadece "doyum" vardır. İnsan ise, bu metafora göre, potansiyelini ancak eylemlerinin sonuçlarını idrak ettiği, bu sonuçlardan sorumluluk aldığı ve yol açtığı zararı tazmin edip mağdurun rızasını kazanma çabasına girdiği anda gerçekleştirir. Bu sürece "Rızalık Yolu" adı verilir.
Bu yol, bireyin tüm sıkıntıları kendinden bilmesini ("Ayağıma taş dolansa, kendimden bilirim."), sürekli bir öz-eleştiri ve öz-yoklama halini gerektirir. Ârif ve kâmil insan, kusuru dışarıda değil, daima kendi özünde arar. Bu içsel yolculuk, onu nihayetinde dışarıya, toplumsal ilişkiler alanına taşır. Çünkü gerçek kemalet, bireysel bir varoluş hali olmaktan çıkıp sosyal bir nitelik kazandığında anlam bulur. İşte tam da bu noktada, bireysel erdemlerin toplumsal düzene nasıl aktarılacağı, nasıl bir siyasi sistemin bu "kâmil bireyi" merkezine alacağı sorusu belirir.
I. Bölüm: Bireysel Kemaletin Toplumsal Projeksiyonu: Atatürk’ün İnsan Merkezli Uygarlık Tasavvuru
Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923-1938 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti’ni inşa ederken benimsediği model, yukarıdaki metaforik çerçeve ile paralellikler taşır. Atatürk’ün hedefi, kul psikolojisinden kurtulmuş, özgür iradeli, aklı ve vicdanı rehber edinmiş bireyler yetiştirmekti. Onun laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışı, metaforumuzdaki "sûrette insan" olmaktan çıkıp "sîrette insan" olma yolundaki bireye bir zemin sunmayı amaçlıyordu.
Akıl ve Vicdanın Merkeziliği: Atatürk’ün sıklıkla vurguladığı "akıl", "mantık", "bilim" ve "fen", bireyin köpek metaforundaki gibi içgüdüsel veya cehalet içinde değil, bilinçli ve aydınlanmış bir şekilde hareket etmesini sağlamaya yönelikti. Bu, eyleminin sonuçlarını öngörebilme kapasitesini geliştirmeyi hedefliyordu. "Vicdan" ise, bu aklı ahlaki bir pusula ile donatıyor, "incitmemeyi" ve "doğru söylemeyi" toplumsal bir norm haline getirmeyi öngörüyordu.
Hak ve Adalet Vurgusu: "Haktan ve hakikatten yana baş kaldıran" insan tipi, Atatürk’ün hukuk devleti anlayışının da özünü oluşturur. Sistem, bireylere hak arama bilinci ve araçları sunarak, onları pasif mağduriyetler yaşayan varlıklar olmaktan çıkarıp, haklarının bilincinde ve onları talep eden aktif özneler haline getirmeyi amaçladı. Bu, metaforumuzda "zarar veren" değil, "hakkını arayan" ve "adalet isteyen" konumuna yükselmektir.
Emek ve Helal Kazanç: "Alın teri dökerek, emek harcayarak değer üreten" vurgusu, toplumsal rızanın ekonomik temeline işaret eder. Atatürk’ün devletçilik ilkesi, bu emeğin sömürülmediği, hakkaniyetli bir düzen kurmayı hedefliyordu. Bu, metaforik dilde, "kümese zarar vermeden", meşru yollardan "doyum"a ulaşmanın sistemleştirilmesidir.
Özgür İrade ve Sorumluluk: Atatürk’ün "kula kul olmayan bireyler" yetiştirme idealı, onları kendi eylemlerinin sorumluluğunu alacak donanıma kavuşturmayı gerektirir. Bu birey, yaptığı hatayı –tıpkı metaforumuzdaki gibi– telafi etme erdemine ve cesaretine sahip olmalıdır. Atatürk’ün projesi, bu sorumluluk bilincini hukuk, eğitim ve kültür yoluyla toplumun geneline yaymayı hedefleyen bir "kolektif olgunlaşma projesi"dir.
Ancak bu model, kaçınılmaz olarak bir gerilim taşır: Merkeziyetçi, tepeden inmeci bir modernleşme projesi, nasıl olur da özgür iradeli ve kendini yöneten bireyler yaratabilir? İşte bu gerilim, bizi İsviçre modelinin incelenmesine götürür.
II. Bölüm: Kolektif Rıza Makinesi: İsviçre Doğrudan Demokrasisinin Psiko-Sosyal Anatomisi
İsviçre’nin yönetim modeli, Atatürk’ün merkeziyetçi-vesayetçi modernleşme modelinden farklı olarak, olgunlaşmış bireyin sorumluluğunu zaten varsayar ve onu siyasal katılım yoluyla sürekli yeniden üretir. Federal Konsey’in kolektif başkanlık sistemi ve doğrudan demokrasi araçları (referandum ve halk teşebbüsü), "rızalık yolunun" kurumsallaşmış halidir adeta.
Kolektif Liderlik ve "Ben" Değil "Biz" Bilinci: Yedi üyeli Federal Konsey, tek bir güç odağı yaratmaz. Bu yapı, metaforumuzdaki "kendini aklama" eğiliminin kurumsal düzeyde önüne geçer. Kararlar kolektif alınır, dolayısıyla sorumluluk da kolektiftir. Bu, toplumsal sîreti "bencillikten" "biz bilincine" doğru dönüştüren bir mekanizmadır. Her karar, farklı dil, din ve kültürlerden oluşan bir mozaiğin rızasını almak zorundadır.
Doğrudan Demokrasi: Sürekli Bir Öz-Yoklama ve Tazminat Süreci: İsviçre demokrasisinin kalbinde yatan referandum ve halk teşebbüsü mekanizmaları, toplumun kendi kendisiyle sürekli bir diyalog halinde olmasını sağlar. Parlamento bir yasa çıkarır (eylem), ancak halk bu yasanın kendisine "zarar verip vermediğine" karar verebilir. Yeterli imza toplandığında, yasa halkoyuna sunulur. Halk, yasayı reddederek adeta "Hayır, bu böyle olmamalı, bu bize uygun değil" der. Bu, kolektif bir öz-yoklama ve "kusur bulma" fiilidir.
Daha da ilginci, halk teşebbüsüyle vatandaşlar yasa önerebilir. Yani, "Biz bu konuda zarar görüyoruz, bu zararın tazminatı şu yasanın çıkmasıdır" diyebilirler. Bu süreç, metaforumuzdaki "yediği tavukların parasını ödeme" eyleminin kurumsal, toplumsal karşılığıdır. Siyaset, bir "rıza arama ve inşa etme süreci"ne dönüşür.
Yavaşlık ve Uzlaşı Kültürü: İsviçre modeli, hızlı karar almaya müsait değildir. Sürekli müzakere, tartışma ve uzlaşı arayışı, sistemin doğasında vardır. Bu, psikolojik açıdan, dürtüsel (köpeğin kümese dalması gibi) değil, düşünceli ve sorumlu eylemi teşvik eder. Sosyolojik olarak ise, toplumsal barışı (huzur) inşa eder. Her kesim, sesinin duyulacağından ve taleplerinin en azından tartışılacağından emin olduğu için sisteme olan güveni ve rızası artar.
III. Bölüm: Karşılaştırmalı Analiz: Vesayet mi, Özerklik mi? İki Modelin Antitezi ve Sentezi Arayışı
İki model, nihai hedefte (kâmil birey ve huzurlu toplum) ortaklaşsa da, bu hedefe giden yöntemlerde bir antitez oluşturur.
Atatürk Modeli (Tez): "Top-down" (tepeden inme) bir yaklaşımla, önce aklı ve vicdanı hâkim kılacak kurumları (laik eğitim, hukuk devleti) inşa etmeyi, bu kurumların vesayetinde olgunlaşacak bireyler yaratmayı hedefler. Bu, bir "hazır olma" halini beklemeyen, dönüşümü hızlandıran, ancak bireyin siyasal özerkliğini kısıtlayabilen bir modeldir.
İsviçre Modeli (Antitez): "Bottom-up" (aşağıdan yukarı) bir yaklaşımla, olgun bireyin varlığını önceden varsayar ve onun katılımıyla sistemi sürekli olarak yeniden şekillendirir. Bu, özgürlükçü ve özerkliği teşvik eden, ancak yavaş işleyen ve toplumun homojen olmadığı durumlarda tıkanıklıklara yol açabilen bir modeldir.
Sentez Arayışı: İdeal olan, bu iki modelin sentezidir. Atatürk’ün hedeflediği akıl, bilim, hukuk ve laiklik gibi evrensel değerlerin çerçevesini çizdiği bir üst yapı içinde, İsviçre modelindeki gibi yerelden merkeze doğru işleyen doğrudan demokrasi araçlarının güçlendirilmesi, "rızalık yolunun" tam anlamıyla kurumsallaşmasını sağlayabilir. Eğitim sistemi, Atatürk’ün hedeflediği gibi eleştirel düşünen, sorumluluk sahibi bireyler yetiştirirken, siyasal sistem de onlara bu vasıflarını kullanacakları doğrudan kanalları sunmalıdır. Bu, vesayet ile özerklik arasında bir denge kurulması anlamına gelir.
Sonuç: Rızanın İnşası: Bireyden Topluma Açılan Yol
Köpek metaforu, bize insan olmanın statik bir durum değil, dinamik bir süreç olduğunu öğretir. Bu süreç, benlikte başlar: Eylemlerimizin sonuçlarını idrak, hataları kabul, tazmin ve nihayet rıza arayışı. Mustafa Kemal Atatürk, bu sürecin toplumsal düzeyde gerçekleşebilmesi için aklı, vicdanı ve hukuku merkeze alan bir üst yapı inşa etmiştir. İsviçre modeli ise, bu sürecin ta kendisini, yani rıza arayışını, siyasal sistemin günlük işleyişine dönüştürmenin bir örneğini sunar.
Gerçek anlamda insani ve huzurlu bir toplum, yalnızca güçlü liderlerin vesayetiyle veya yalnızca bireylerin kendi haline bırakılmış özerkliğiyle değil; bu ikisi arasındaki diyalektik ilişkiyle kurulabilir. Güçlü, adil ve evrensel değerlere dayalı bir hukuki çerçeve (Atatürk’ün vizyonu) içinde, sorumluluk sahibi bireylerin kendi hayatlarını ve toplumlarını doğrudan şekillendirebildikleri katılımcı mekanizmaların (İsviçre modeli) varlığı, "Rızalık Yolu"nun nihai hedefidir. İnsan-ı kâmil, yalnızca kendi benliğini aşan değil, aynı zamanda toplumsal sözleşmeyi de sürekli olarak daha adil bir hale getiren aktif öznedir. Bu yol zorlu, meşakkatli ama insanı gerçek anlamda "insan" yapan onurlu bir yoldur.
Kaynakça (Örnek)
Arendt, H. (1958). The Human Condition. University of Chicago Press.
Freitag, M. & Vatter, A. (Eds.). (2013). Theories of Federalism: A Reader. Palgrave Macmillan.
Habermas, J. (1996). Between Facts and Norms: Contributions to a Discourse Theory of Law and Democracy. MIT Press.
Kymlicka, W. (1995). Multicultural Citizenship: A Liberal Theory of Minority Rights. Oxford University Press.
Lijphart, A. (1999). Patterns of Democracy: Government Forms and Performance in Thirty-Six Countries. Yale University Press.
Rousseau, J-J. (1762). The Social Contract. (Çeşitli baskılar).
Zürn, M. (2000). "Democratic Governance Beyond the Nation-State: The EU and Other International Institutions." European Journal of International Relations.
Atatürk, M. K. (1927). Nutuk. Türk Tarih Kurumu Basımevi.