0
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
96
Okunma

Yusuf, hayatını görmenin sırlarına adamıştı. Çocukluğundan beri etrafındaki dünyayı izler, insanların yüzlerindeki ifadeleri, doğadaki en ufak değişimleri not ederdi. Görmenin sadece gözlerle ilgili olmadığını, kalple de bir ilgisi olduğunu seziyordu. Büyüdükçe bu merakı onu, "Hakikat, sadece görünende değil, görünmeyendedir," diyen bir mürşidin kapısına getirdi.
Mürşid, ona ilk dersi verdi: "Gözlerin gördüğüne değil, gönlün gördüğüne inan. Bazen en hakiki görünenler, en büyük perde olabilir." Yusuf, bu sözü anlamaya çalışarak günlerini, haftalarını geçirdi. Medresenin bahçesinde oturur, ağaçlara, kuşlara, gelip geçenlere bakarken aslında onları "görmemeye" çalışırdı. Sadece varlıklarının özünü hissetmeye...
Bir gün, mürşid onu yanına çağırdı. "Yusuf," dedi, "Seni bir imtihana sokacağım. Şu dağın eteğindeki köye gideceksin. Orada, üç gün üç gece kalacak ve gördüğün her şeyi bana anlatacaksın. Ama sakın unutma, görmek için baktığın şey, seni asıl görmen gereken şeyden alıkoyabilir."
Yusuf, heyecanla yola koyuldu. Köye vardığında, onu sıradan bir gün karşıladı. Çocuklar koşuşturuyor, kadırlar testileriyle çeşmeye gidiyor, yaşlılar cami avlusunda oturmuş sohbet ediyordu. İlk gün, her şeyi not etti. İkinci gün, detayları gözlemlemeye başladı. Üçüncü gün ise, bir tuhaflık hissetti. Sanki her şey, her an aynı ritimde tekrarlanıyor gibiydi. Ama bir şey... bir şey farklıydı.
Köy meydanındaki çınar ağacının altında, sürekli oradaymış gibi duran, ama kimsenin fark etmediği yaşlı bir adam vardı. Üzerinde soluk yeşil bir cübbe vardı. Bazen bir çocuğa gülümseyerek bakıyor, bazen düşen bir testiyi fark etmeden kaldırıveriyor, bazen de kaybolan bir kuzuyu bulup getiriyordu. Köylüler ona hiç oralı olmuyor, sanki o her zaman oradaymış gibi davranıyorlardı.
Yusuf’un kalbi hızla çarpmaya başladı. Bu, anlatılanlardaki Hızır A.S. olabilir miydi? Ona doğru yürümek istedi, ama mürşidinin uyarısı aklına geldi: "Görmek için baktığın şey, seni asıl görmen gereken şeyden alıkoyabilir." Belki de onu görmeye çalışmak, onun öğretmek istediği şeyi kaçırmasına neden olacaktı.
Bunun yerine, yaptığı işlere, dokunduğu hayatlara bakmaya karar verdi. Onun dokunduğu her şeyde, görünmez bir ışık, derin bir huzur vardı. Bir anne, kaybolan çocuğunu nasıl bulduğunu anlamıyordu mesela. Ya da kırılan bir testi, nasıl olup da sapasağlam duruyordu?
Akşamüstü, yaşlı adam, Yusuf’un yanına geldi. Ona bakmadı bile, sadece ufka doğru bakarak, "Görmek istediğin şey, benim yüzüm mü, yoksa benim yaptığım işlerin ardındaki Rahman’ın eli mi?" diye fısıldadı.
Yusuf, donakaldı. Cevap veremeden, adam, "Bak," dedi ve işaret parmağıyla önlerindeki bir gülü gösterdi. "Sen bu gülün rengini, kokusunu görüyorsun. Ama onu var eden kudreti, ona can veren nefesi, onunla beslenen arıyı, onun tohumunu taşıyan rüzgarı görüyor musun? İşte gerçek görmek, budur. Görünenin ardındaki Görünmeyen’i görebilmektir."
"Peki sen," diye cesaretini toplayıp sordu Yusuf, "Seni nasıl görebilirim?"
Yaşlı adam, ilk defa Yusuf’a baktı. Gözleri, bir okyanusun derinliği gibiydi. "Beni değil, benim vasıtamla işleyen rahmeti gör. Ben, sadece bir aynayım. Ayna kendine bakarsan, sadece kendini görürsün. Ama aynanın ardındaki ışığa bakarsan, her şeyi aydınlatanı görürsün."
Sonra, Yusuf’un gözlerinin önünde, yavaş yavaş soluklaştı ve kayboldu. Ama arkasında, o gülün daha canlı, daha anlamlı bir şekilde orada durduğu bir his bıraktı.
Yusuf, köyden ayrılıp mürşidine döndüğünde, olanları anlattı. Mürşid, gülümseyerek, "İşte," dedi, "Artık görmeyi öğrendin. Hızır’ı görmek, onun fiziksel varlığını değil, onun şahsında tecelli eden ilahi lutuf ve hikmeti görmektir. Bundan sonra, her yüzde onun tebessümünü, her iyilikte onun elini, her hikmette onun nefesini göreceksin."
Yusuf, o günden sonra hiçbir şeye eskisi gibi bakmadı. Artık baktığı her şeyde, görünenin ötesinde bir mana, bir hikmet, bir güzellik görüyordu. Çünkü Hızır A.S.’yi görmenin sırrının, aslında her an ve her yerde olan ilahi rahmeti görebilmek olduğunu anlamıştı. Gerçek Hızır, onun kalbinde uyanan bu deruni bakıştı.