0
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
106
Okunma
Bir ses insanı kederlendirir. Bir ses, sevincine bir yol olur kişinin. Bir ses, şarkının anlaşılması için nota; başka bir ses insana kendi değişimine bahane olur. Ses; zaman ve mekân içerisinde titreşen ancak zaman ve mekânın hapsedemediği bir şey iken, onunla –bilinçli ya da bilinçsiz- durumu çirkinleştirme çabası haline getirmenin kime ne faydası olduğu merak konusu olmalıdır.
Yol alırsın, camını açıp içtiği suyun boş pet şişesini yola atanları görürsün… Birbirine araç geçiş üstünlüğü(!) için bağıranları… O sokakta hasta veya uyuyan çocuk olma ihtimalini aklına bile getirmek istemeyen bunu bilse dahi umursamayıp müziğin sesini epeyce yükselten gençleri… Aşağı kattaki komşusu yokmuş gibi saat fark etmeksizin üst katta tepinen çocukların süpürge yapan anneleri… Örnek listesini tutmak istese zamanı bol bir yazarımız, ortaya çıkacak eserin önsöz bölümü bir kaç yüz sayfayı bulabilir türden bir yaşayış ile iç içe olduğumuzun farkında mıyız?
Pazar alışverişi için çıkıldığında en iyi ürünün pazarın en sonunda olma umudu insanı bir hayli yürütür. Sınavına hazırlanan öğrencinin “bir sene daha çalışırsam daha iyi bir bölüme yerleşebilirim” düşüncesi onu en az üç yüz altmış beş gün daha bekletir. Bir anne ateşli çocuğunun tepesinde daha kötü olma korkusu ile uykusundan olur. Tüm bu süre uzatımları insanın kendisi veya sevdiği için arzuladığı fıtri istek ve duygulardır. Pekiyi, bu kadar güzel şeylerin bizim uzaktan-yakından etki alanımızda olan kişi ve toplulukların da hakkı olma düşüncesini neden içimizde beslemeyiz? Bencilliğin pençesi ümüğümüzü sıkarken bir ruh ve insanlık muhasebesi yapmamız gereken yerde ses ve zamanın kendine özgülenen gücünü sadece rahatsız etmede kullandığımızın farkında mıyız?
“Hemhal olma” deyiminin “empati” ye evrilmesini de kabullenmişken bu ihtiyacın sadece kendi aleyhimize olan durumlarda bizim için kullanılması beklentisine girmemiz ne kadar bencilcedir. Örnek vermek gerekirse; kapımızda istemediğimiz çöp kovasının komşumuzun kapısında olmasını uygun görmemiz gibi. Halbuki kişi bu kovanın kendi kapısında olması gereğine ikna olsa dahi bunun kendisini ne kadar rahatsız ettiğini ifade etmek için “kendinizi benim yerime koyun” yani “empati kurun” sinsiliğinin arkasına sığınması kabak tadı verir. Kendi içerisinde altın orana sahip olan parmak boğumlarımızdan tutalım kötü emellerimizin avukatlığı görevini verdiğimiz şu dilimizdeki tat reseptörlerinin düzenine kadar saymakla bitiremeyeceğimiz faydalarla kutsanmışken bencil faydacılık için lanetlenmeyi ve kirlenmeyi kabul etmiş bir hayat sürdürdüğümüzün farkında mıyız?
Ses, zaman ve empati çerçevesinde komşumuzun, yoldaki yayanın ve temiz yolları kullanma hakkına sahip başta özürlü ve çocukların yaşayacakları rahatsızlıkları kendi rahatsızlığımız bilirsek; en iyi ve en uygun meyveyi almak için her şartta yürümeyi göze alırken karşımızdaki insan için de -ufak olsa- bir çaba harcarsak ve iyi bir sonuç elde etmek için bir yıl daha beklemeyi göze alan öğrenci misali muhatabımız olan hatalı kişinin kendi hatasının farkına varması için bekleme hakkı tanırsak; kendi faydamız söz konusu olunca avukat, aleyhine bir gereklilik olunca en iyi sosyolog olmayı bırakıp “ben de olsam kabul etmezdim” hakkaniyetli düşünce ilkesine erersek belki toplumumuz için umutlanabiliriz. Bizler bu inceliğe bürünmedikçe mezkur muhatap empati ile erişmesi mümkün olan şeyi –kendi üreteceği tekniklerle- alma eğiliminde olacaktır ki bu da toplumsal problemleri tırmandıracaktır. Zaten toplumuzun sürekli kanayan yarası yol bulamayan kişinin kendi yolunu çizmeye mecbur bırakılması değil midir?
Mehmet DURAK, Diyarbakır