0
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
94
Okunma
Sabah, şehrin kenarına yakın bir yerden geçti. Orası, planı yarıda bırakılmış bir haritanın kıyısı gibiydi. Çitler paslıydı, yer yer eğilmiş, yer yer toprağa gömülmüş. Rüzgâr, çitin tellerine takılan naylon parçasını ince bir bayrak gibi titretiyordu. O, rüzgârın adını bilmiyordu; rüzgâr da onun adını. Yol, bir ağacın köklerinde yavaşladı. Kök, toprağın üstüne doğru çoktan yüzeye çıkmış, kabuğu yer yer kalkmıştı. Köklerin yanında bir boşluk vardı: ağız verip yarıda kalmış bir çukur, sanki biri bir şeye başlamış ve sonra orayı aceleyle bırakmıştı.
Çukurun ötesinde kuyu göründü. Büyük değildi. Taşları muntazam dizilmemişti; düz taşların arasına yuvarlak karışmış, yer yer aralarına otlar girmişti. Ağzını örten metal kapak, bir zamanlar siyah olmalıydı; şimdi kararmış pasla kahverengiye dönmüş, üzerinde küçük bir halka bırakılmıştı. Halkanın çevresinde insanların parmaklarının bıraktığı parlaklık yoktu. Uzun zamandır dokunan olmamış gibiydi.
O, durdu. Durmak, bazen yürümekten daha belirgin bir karar verir. Kuyuya yaklaştı. Kapak tam kapanmamıştı; bir kenarı taşın üstünde biraz yükselmiş, aralık kalmıştı. Aralıktan içeri bir serinlik geldi. Serinlik, fazla iddialı değildi; ama nefesi hatırlatıyordu. Dizlerine çökmek aklına gelmedi, yine de çömeldi. Elini uzatıp kapağı kaldırdı. Metal, olması gerektiği kadar ağırdı. Kaldırınca içeriden yukarı bir koku geldi: ıslak taş kokusu, suyun kendi kokusuzluğuna karışmış eski bir gölge.
İçeri baktı. Aşağısı karanlıktı. Karanlık, gözün sınırlarını ciddiye alır; onu aşağılara davet etmez, kendi yerinde bekler. Bir taş parçası aradı. Çevrede birkaç ufak kırıntı vardı. En yakındakini aldı. Kapanmamış kapağın kenarından kuyunun ağzına uzandı. Taşı bıraktı. Taş, önce havayı yardı; sonra bir süre hiçbir ses çıkmadı. Adam bekledi. Sonra çok aşağıdan, kısa ve kararlı bir “çıt” geldi. Yankı gelmedi.
Bekledi. Beklemek, çoğu zaman duymanın tek yöntemidir. Ses gelmedi. Bir taş daha attı. Bu kez ses biraz daha belirgin oldu; ama yine yankı yoktu. Sanki su, sesi kabul ediyor ama geri göndermiyordu. Sanki kuyu, içine düşene bir cevap borçlu olmadığını ilan ediyordu.
Kapağı kapatmadı. Kuyuya, ağzı açık diğer nesnelere baktığı gibi baktı: sandıklar, çekmeceler, defterler… Açıklık, içinde saklı bir şey vaat etmez; sadece içeride bir yer olduğunu bildirir. Ayağa kalktı. Kuyu, ayağa kalkmalarla ilgilenmedi. O, kıyıda durdu.
Öğleye doğru bir adam göründü. Elinde ufak bir çuval taşıyordu. Omzuna atmamış, göğsünün önünde kavramıştı. Yürüyüşünün sonunda bir işi varmış gibi bakıyordu. O, adama bakmadan kuyuyu izlemeyi sürdürdü. Adam yaklaştığında çuvalı yere bıraktı. Çuval ağır değildi; ama yere bırakılırken içindeki taneciklerin kısa bir sürtünme sesi çıktı. Yeni gelen, kuyunun başına geldi. Kapağa bakıp “Açık bırakmasaydın,” dedi. Dili sert değildi; yalnızca işi severek yapanların düz, kısa tonu vardı.
O, cevap vermedi. Yeni gelen, kapakla uğraşmadı. Kuyunun yanında duran kısa kovayı eline aldı; kovanın içi boştu, bir kulpu paslıydı. Kovayı kuyunun ağzından içeri bıraktı. Kova, ip olmadan bırakılsa sadece düşerdi; o kova düşmedi. Kovanın kulpuna bağlı ince, koyu renkli bir ip suyun kokusunu çoktan içmişti. Adam ipin ucunu parmaklarının arasında yokladı. “Senin de bir işin yok mu?” dedi. O, bu kez bakmadan “Var,” dedi. “Dinlemek.”
Kovayı yavaşça aşağı saldı. İpin seyrelmiş lifleri suya yaklaşırken biraz daha ağırlaştı. Kova, suya değdiğinde ses çıkmadı; su, üstüne düşeni hiç şikâyet etmeden kabul eder. Kova biraz doldu. Yeni gelen adam ipi çekti, kova ağırlaştıkça yüzünü buruşturmadı. Yüz, kendini gereksiz yere açık etmek istemiyordu. Kova yukarı çıktığında ağızdan taşmayan bir dolulukla geldi. Kuyunun dudağına yanaştırdı, şişkinlik yapmadan taşın çizgisinden içeri azar azar su döktü; su, kapağın altındaki kovuğa değil, kuyunun taşlarının arasına, geç kalmış bir susuzluğa veriliyordu sanki.
O, hâlâ dinliyordu; ama duyduğu yalnızca suyun taşla kısa uzlaşmasıydı. Yeni gelen kovayı yere bıraktı. İp, kovanın kulpunda yorgun bir çizgi olarak kaldı. “Suyu arayan çok olur,” dedi adam. “Suya bakan az.”
O, “Arayan niye fazla?” dedi.
“Kendini su sananlar yüzünden,” dedi yeni gelen. “Susuz kaldığını anlamayanlar, su bulunca boğulur.”
Bir süre konuşmadılar. Kuyunun yanı başında ikisi de boşluğa bakar gibi durdu. Rüzgâr, paslı kapağın kenarına hafifçe vurdu. Halka bir anlık titredi. Yeni gelen, “Kapağı kapat,” dedi. “Çocuklar var.”
O, kapağı kapattı. Kapanış, çok net bir sesti: taş, metal, taş. Yeni gelen çuvalı omzuna aldı, yürüdü. O, kuyu başında kaldı.
Gün uzadı. Uzamak, akmak değildir; uzamak, gölgenin güne göre karar vermesidir. O, kuyuya tekrar baktı. Kapağı yeniden açıp bakmak istemedi. Bir şeyin açılması ile bakılması aynı anda talep edilince biri kırılır. Bu kez akşamüstü, bulutların yanından güneş kısa süreliğine yüzünü gösterdi. Kuyunun ağzına bir ışık parçası düştü. O, bu parçada kendi gölgesini aramadı. Aramakla bulunmadığını yakın zamanda öğrenmişti.
Ertesi gün yine geldi. Aynı saatte. Kapak yerli yerindeydi. Taşların arasında, dün fark etmediği beyaz bir çiçek açtığını gördü. Çiçeğin sesi yoktu; ama rengi sessizliğe biraz yabancı duruyordu. Eğilmedi. Yalnızca yerini not etti. Kuyuya bir taş daha attı. Ses, aynı yerde doğup söndü. Ses geri dönmeyince insanın aklına iki ihtimal gelir: ya içerisi yoktur, ya içerisi vardır ve isteyerek susuyordur.
Öğleye doğru kadın geldi. Omzundaki şal aynı, adımı beklenen hızda. Kapağı yerinde gördüğünde kısa bir baş hareketiyle onayladı. “Kuyular kapalı olmalı,” dedi.
O, “Açık olunca ne oluyor?” dedi.
“İnsan bakıyor,” dedi kadın. “Bakınca sesini unutuyor.” Kadın, kuyuya yaklaştı ama kapağı kaldırmadı. “Buraya birini getirmiştim,” dedi. “Yıllar önce. Susamıştı ama su içmedi. Suyu dinledi sadece.”
O, “Niye?” dedi.
Kadın, “Suyun sesinden korkanlar vardır,” dedi. “İçince çoğalır sandılar. Düşüncelerini, kelimelerini. Boğulurlar diye korktular.”
Kadın yürüdü. Omzundan şalı düzeltti. “Kuyuya soru sorulmaz,” diye ekledi. “Cevap birikir. İnsan taşıyamaz.”
Kadın gidince kapak bir süre daha ağır göründü. O, kapağı kaldırmadı. Yerine oturdu. Kuyunun yanındaki taşlara baktı. İlk gün gördüğü taş blok, buradan görünmüyordu; yine de aklında aynı ağırlıkla duruyordu. Ağırlık bazen yer değiştirir ama değeri değişmez.
Gökyüzü, kışa yaklaşan bir akşamın karanlığını erken getirdi. O, kuyu başından ayrıldı. Şehirdeki ışıklar, her akşam olduğu gibi sırayla yüzlerini gösterdi; bazıları titreyerek, bazıları kararlı. Kahvehanenin önünden geçti. İçeri girmedi. Pencerenin önünden, vitrine asılı paltoyu uzaktan gördü. Kitapçının kapısı aralıktı. İçeriden tek bir sayfanın çevrildiği ses geldi. Evin kapısına geldi. Evin içindeki hava, dışarıdaki rüzgârı tanımıyordu.
Masaya oturmadı. Kalemi eline almadı. Duvara bakmadı. Yatağa uzanmadı. Karanlıkta ayakta durdu. Karanlık, sabırlıdır; önünde hızla yorulanları sever. Bir süre sonra duvarda bir koyuluk belirdi. Bu koyuluk, bir gövdenin sınırlarını çizmekte acele etmedi. Bir baş, iki omuz, bir eğiklik… O, kıpırdamadı. Koyuluk, duvarda kendi kendini düzeltti. Sonra hiçbir şey olmadı. Odanın içindeki hava, duvarın yüzünü terk etmedi. O, beklemeyi bıraktı. Boş, boş değildir; boş, kimi zaman yeter.
Ertesi sabah, kuyuya bir ip götürdü. İp yeni değildi; bir yerlerden bulup getirmişti. Ucuna küçük bir demir bağladı. Bağ yerini sağlamlaştırdı. Kapağı açtı. İpi içeri sarkıttı. Demir, havayı yarıp aşağı indi. Göz, demiri hemen kaybetti. O, ipi bekletti. İp, suya değince biraz hafifledi; denedi. Demiri aşağıda bıraktı. Birkaç saniye saydı. Sonra ipi çekti. Demir, sudan geldi. Üzerinde su damlaları taşın kenarına düştü. Damlar, taşın üzerinde bir an parladı, sonra içeri çekildi. Demiri elinde tuttu. Kuru havayla buluşan su kısa bir tereddüt geçirdi, sonra kurudu. O, demiri bir kenara koydu. İpi topladı. Kapağı kapattı.
Arkasını döndüğünde, yüzünü tanımadığı bir çocuk çitin yanında dikiliyordu. Çocuk, kuyuyu değil, onu izliyordu. Çocukların bakışları, soru sormayı bilmeden soru sorar. O, “Ne arıyorsun?” demedi.
Çocuk, “İçinde ne var?” dedi. Kuyuya bakmadan.
O, “Bilmiyorum,” dedi.
Çocuk, “İçinde bir şey var,” dedi. Sonra koşarak gitti.
Günün ilerleyen saatlerinde yeni gelen adam yine göründü. Çuval bu kez daha dolu gibiydi. Yürümüyor, işine ilerliyordu. Kuyu başına geldi. Onun getirdiği ipi gördü. Başını hafifçe eğdi. “Suya inen ipin bir amacı olur,” dedi. “Amaç varsa ağırlık olur. Ağırlık, insanı aşağı çeker.”
O, ipi yerden aldı. “Aşağı çekilmek istemiyorum,” dedi.
Yeni gelen, “Herkes ister,” dedi. “Sadece itiraf etmez.”
Sonra kovayı suya indirdi. Suyu yukarı aldı. Bir yudum içti. Kalanı taşların dibine yavaşça bıraktı.
“Sesi dinledin mi?” dedi.
O, “Ses yok,” dedi.
Adam, “Ses var,” dedi. “Dönmüyor.”
Çuvalı aldı, gitti.
Bir süre burada kalmaya karar verdi. Kararlar, yüksek sesle ilan edilmediğinde daha uzun sürer. Üçüncü gün kapalı kapağa oturmadı. Yanında durdu. Dördüncü gün kapağı yine açmadı. Beşinci gün sabah çok erken geldi; gökyüzü henüz rengi seçmemişti. Altıncı gün yağmur, yedinci gün esinti. Zaman, kuyunun üstünde yürürken dizlerini kırmadı.
Bir akşamüstü kadın tekrar geldi. Bu kez yanında başkası yoktu.
“Suyun sesi duyulmaz,” dedi. “Suskunun sesi vardır.”
O, “Ne yapmalı?” dedi.
Kadın, “Sormamalı,” dedi. “Beklemeli.”
Kadın, kapağa bakmadan yürüdü. O, kadının ardı sıra bakmadı. Bazı cümlelerin peşinden gidilmez; cümle yerinde kalır, insan yerinde kalır. Bir süre sonra toprağın üstünde küçük karıncaların bir çizgi halinde bir noktadan diğerine gidip geldiğini fark etti. Çizginin başında, bilinmez ve küçük bir tatlılık olmalıydı. Karınca, sıraya uymamakta ısrar edenlerden değildi.
Günler bir cümle gibi, aynı fiili yeniden yeniden kullandı. Kapak, metal; taş, taş; su, su. Kimi sabah derinlerden yukarı bir serinlik daha güçlü yükseldi. Kimi akşam koku daha ağır geldi. Kimi gün, hiçbir şey. Hiçbir şey, çoğu zaman bir şeydir; bu “yerinde durma” hâlinin adı varoluştan daha az değil.
Bir gece, evde duvarın yüzünde gölge belirirken odanın kokusu değişti. Islak taş kokusu, buraya kadar geldi. O, pencereyi açmadı. Su, odanın içinde değildi; ama onun göğsünde bir ağırlık olarak yerini aldı. Gölge, duvarda tek adım attı. O, ayağa kalkmadı. Göğsündeki ağırlık, bir kapak sesi gibi içinden kapandı. Uyumadı. Sabahı beklemedi. Sabah geldi.
O gün kuyuya daha erken vardı. Kapak yerli yerindeydi. Taşların kenarında beyaz çiçek artık yoktu; yaprakları solmuş, kendi kendine toprağa yeniden karışmıştı. Kapağı sıkıca kavradı. Açtı. İçindeki karanlık, beklemiş olmaktan yorulmamıştı. Dizlerinin üzerine çöktü. İçeri baktı. Bir şey söylemedi. Sonra fısıltı gibi bir ses, yükselmek yerine, sanki aşağıdan yukarı sürünerek geldi: kısa, kırık bir hece. Kelime değildi. İnsan sesine benzemiyordu. Su sesi değildi. O, geri çekilmedi. Karanlık yer değiştirmedi. Bekledi.
Bu sırada küçük bir taş, kuyunun kenarından içeri kendi kendine düştü. Taş, birinin attığı taş gibi ses vermedi. Sanki çoktan içeride olması gerekiyordu da, şimdi yerini aldı. Hemen ardından o kırık hece bir daha geldi. Bu kez daha net değil, yalnızca daha hazırdı.
O, demiri bağladığı ipi yeniden buldu. Ucunu kovanın kulpundan geçirdi, düğüm attı. Kova hafifti. İçine bir şey koymadan sarkıttı. Kova, suya ulaşınca ipteki hafiflik yerini ağırlığa bıraktı. Çekti. Kova, suyla geldi. Suyu kuyunun taşlarına değil, kovanın ağzından önce kendi avuçlarına döktü. Suyun soğukluğu yeryüzünün bütün dillerini susturdu. Avuç içiyle suyu yüzüne sürmedi; yüzünü suya eğmedi. Avucundaki suyu taşın yüzüne bıraktı. Su, taşın yüzünde bir an durdu, sonra içeri çekildi. Kovanın ağzında kalan tortuyu gördü: su, bir yerlerden geçerken yanında getirdiği çok küçük, neredeyse görünmeyen çamuru bırakmıştı. O çamur, suyun yolunu ele veren bir not gibiydi.
Kovayı yeniden aşağı sarkıttı. Bu kez kova suya değmeden durdu. İp, boşlukta bekledi. Beklerken aşağıdan çok çok derin bir yerden bir nefes geldi. Nefes, suya değil, taşın göğsüne çarpmış gibiydi. O, kovayı biraz daha indirdi. Sonra hafifçe çekti. Kova suya değdi. Aşağıdaki nefes kesildi. Yukarı çekti. Suyu yine taşın kenarına bıraktı. Gözleri, suyun yüzünde basit bir dairenin doğuşunu bekledi. Daire doğmadı.
Öğleye doğru kadının sesi uzaktan geldi. “Her şey duyulmaz,” diyordu. O, bu cümleyi kuyunun ağzına bir çakıl gibi bırakmış saydı. Cümle, içeri düştü. Ses çıkarmadı. Kuyu, cümleleri sese çevirmez; içlerine alır, orada birikirler. Biriken her şey gibi ağırlık yapar. O, ağırlığı hissetmedi. Yalnızca durdu.
Bir akşamüstü, gökyüzünün rengi karanlığa karar vermeden hemen önce, kuyu beklenmedik bir şey yaptı: içine bıraktığı taşın sesini geri gönderdi. Ses, bir taşın suya çarpma sesi değildi. Bir taşın, başka bir taşın yanına usulca yerleşme sesi gibiydi. Kısa, eksik, ama tamamlanmış. O, nefesini tuttu. Nefes tutmak, bazı yerlerde dua yerine geçer. Sonra nefesini verdi. Kapağı kapattı. Kapak, bir karar gibi kapandı.
O günden sonra kuyuya her gidişinde konuşmadı. Soru sormadı. İp bazen elinde, bazen yerde. Bazen kova indi, bazen inmedi. Kimi gün kovanın ağzında küçük tortular buldu. Kimi gün sadece su. Kimi gün, suyun yüzünde hiçbir şey görmedi. Bir defasında suyu avuçlayıp taşın köşesine bir cümle yazmaya çalıştı; su, cümle kurmayı reddetti. Harfler dağılmakta acele etti. O, harflerle zorlamadı. Cümle kurmak için bazen kuru bir yer gerekir; bazen hiç yer gerekmez.
Yeni gelen adam ara sıra uğradı. “İçeri ses bıraktın,” dedi bir gün. “Ses, dışarıdan hafif görünür.” O, cevap vermedi. Adam, kovanın ipini parmaklarına doladı. “Aynı sesi birçok kez dinleyenler, sesi kendileri sanır,” dedi. Sonra gitti. Kadın, başka bir gün uğradı. “Kuyular,” dedi, “insanların yanlışlarını saklamaz. Yanlışları saklayan insanlar kuyuların başında bekler.” O, kadının gözlerine bakmadı. Kadın, “Giderken kapağı kapat,” dedi. O, kapattı.
Kış yaklaştı. Yağmurlar, kendi işlerini görüp çekildi. Hava, netleşti. Soğuk, taşları daha ağır gösterdi. Kapağın metal tutamağını tuttuğunda parmak uçları kısa bir acıyla uyardı. Bu acı, çok uzun sürmeyen türdendi. İpi tuttu, kovayı indirdi. Bu kez kovanın içine küçük, yassı bir taş koymuştu; uğultuyu test etmek için değil, kovanın inerken çıkaracağı sesi duymak için. Kova suya değdi, içi doldu. Yukarı çekti. Kovanın ağzı suyu taşların dibine boşalttı. Suyun çizdiği yol daha belirgindi bugün. Taşların arasına birikmedi; arka tarafa, gözden ırak bir oyuk bulup oraya gitti. O, parmağıyla iz sürdü. Taşın arkasında kısa bir “yandan giriş” vardı; su, onu seviyordu.
O akşam evde, masanın üstünde kâğıt vardı. Kalemi eline aldı. Yazmadı. Kalem, bu tür günlerde kâğıdı kıskanmaz; yalnızca bekler. O, duvara baktı. Gölge yoktu. İyi ya da kötü değildi. Yokluk, varlık kadar yorucu değildir her zaman. Gözlerini kapadı. Odanın içindeki hava yer değiştirmedi. Gece geçti.
Ertesi sabah, kuyuya giderken çitin üstünde bir kuş gördü. Kuş, iki tarafa bakmadan bir yerden öteki yere atladı. Ayakları ince telde isabetle yer buldu. Kanatlarını gerip kısa bir silkiniş yaptı. Sonra susarak uçtu. Uçuşun sesi yoktu. Kuyuya vardığında kapak yerindeydi. Açtı. İçeride bir şey değişmemiş gibi. Başını eğdi, derinliğin karanlığına baktı. Baktıkça karanlık değil, yüzünün şekli değişti. Bir süre sonra aşağıdan, suyun ciddiyetine zıt derecede insanı andıran bir kısık ses geldi. Ses tek heceliydi. Bir isim değildi. Bir çağrı değildi. Bir “varım” bile değildi. Sadece bir yer bildiriyordu. O, sesin geldiği yerde durmadı; çünkü ses, yer değiştirmeyen şeylerden değildi.
Taraf değiştirdi. Kuyunun diğer yanına geçti. Aynı. Bir adım geri, iki adım ileri. Aynı. Dizlerinin üzerine çöktü. İp yoktu. Kova yoktu. Avuçlarını taşın kenarına koydu. İçeri düşmek aklına gelmedi. İnsanlar düşmekten sekerek kurtulmayı öğrenir; o, düşmeyi düşünmedi. İçeri baktı. Gözleri alıştı. Karanlık alışmakla açılmaz; ama insan, karanlıkla konuşmayı öğrenir. Fısıldadı: “Buradayım.” Kendi cümlesi, kuyunun ağzından içeri düştü. O, yankıyı beklemedi. Yankı, bu kuyuda bir süreliğine yoktu.
Kapağı kapattı. Kapağın sesine yakın bir adım sesi duymayı bekledi; duymadı. Ardı sıra gelen birinin gölgesini aramadı. Şehir, uzaktan kendi işini yapıyordu. Bir gün daha geçti.
Kış daha çok yaklaştığında, o kuyu başına bir defter götürdü. Defter, ince çizgili. İlk sayfaya bir tarih yazmadı. İsmine yer bırakmadı. Başlığa yer bırakmadı. İlk satıra “Kuyu” yazmadı. İlk satıra hiçbir şey yazmadı. Defteri kapatmadı. Dizine koydu. Kuyunun ağzına baktı. İçeriden gelen serinlik, defterin kâğıdına dokunamayacak kadar ağırdı. Kalemi eline aldı. “Suyun sesi dönmüyor,” diye yazdı. Altına bir çizgi çekmedi. İkinci satıra “Dönmeyen sesler, insanda kalır,” diye ekledi. Sonra yazmadı. Defteri kapattı. Götürmedi; kuyu başında, taşın kenarına bıraktı. Defter, yağmurda ıslanmadı. Rüzgârda uçmadı. Yerinde durdu.
Bir gün, yeni gelen adam defteri gördü. Açmadı. Üstüne elini koymadı. “Kuyuya yazı bırakılırsa,” dedi, “kuyu yazıyı içeri alır.”
O, “Alsın,” dedi.
Adam, “İnsan yazısını geri ister,” dedi.
“İstemem,” dedi o.
Adam, “Bir gün alırsın,” dedi. Gitti.
Kadın, başka bir gün defteri gördü. Bir sayfasını çevirdi. Okumadı. “Bazen kuyuya bakmak,” dedi, “yazıyı unutturur.” Defteri kapattı. “İyi,” dedi. Gitti. O, defteri kaldırmadı. Kuyu başı defterle iyi geçindi.
Bir gece, rüzgâr bütün yönleri unutmuş gibi esti. Evin penceresi titredi. Duvarın yüzünde gölge yoktu. O, masada oturuyordu. Kâğıt, kalem… Hiçbir şey yazmadı. Düşünmedi. Karanlığı işitmeye çalışmadı. Beklemedi. Sabaha yakın uyudu.
Son, bir kış akşamüstü geldi. Gökyüzü kararlılıkla koyulaşıyordu. O, kuyuya doğru yürüdü. Kar üzerinde ayaklarının bıraktığı izler sessizce belirdi; izler, isteyen herkese bir yol tarifi vermiyordu. Kuyu başına geldiğinde kapak yerindeydi. Açtı. İçeride karanlık, karanlıktı. Bu kez elini kuyunun ağzına değil, göğsüne koydu. İçeriden önce kendi nefesini duydu. Sonra çok çok uzaktan bir yankı yerine geçen bir yokluk. “Buradayım,” dedi. Söz, içeri düştü. Ne ses geldi ne cevap. Kuyu, kendi halinde kaldı. O, kapağı kapattı. Kapak, olması gerektiği gibi kapandı.
O günden sonra kuyu günlük bir durak değil, gerektiğinde uğranan bir yer oldu. Gerektiğinde, insanların düşündüğünden daha azdır. Kapak, kapalı kaldı. Bazen açıldı. İçerden kimi gün serinlik yükseldi. Kimi gün hiç. Defter, taşın kenarında kaldı. Yağmur yedi, kurudu. Üstündeki “Suyun sesi dönmüyor” cümlesi büzülüp açıldı. Yazı, silinmedi. Silinmeyen yazılar, çok konuşmaz.
Şehir, kuyuya aldırmadan yaşadı. Kahvehanede bardak kenarlarında aynı halkalar; kitapçıda aynı ilk cümleler; vitrinde aynı palto. Kadın ara sıra geldi; “Kapak kapalı kalsın,” dedi. Yeni gelen adam ara sıra uğradı; “Kovayı boş indir,” dedi. O, hem “tamam” dedi, hem hiçbir şey demedi.
Kuyu, hiçbir sırrı açık etmedi. Sırlar, açık edilince sır olmaktan çıkar. O, hiçbir sır istemedi. Sadece yerini bildi. Kuyu, yerinde kaldı. Yerinde kalan şeylerin hikâyesi uzun değildir; ama en uzun ihtimaller onlarda saklı durur.
Bir akşam, evde masanın başında, duvara değil, ellerine baktı. Eller, suya değmiş gibi değildi; ama suyla ilgiliydi. Masadaki kâğıdı açtı. “Buradayım,” cümlesinin altına bir çizgi çekti. Yanına küçük bir kelime ekledi: “Dinliyorum.” Nokta koymadı.
Ertesi sabah, kuyu başında durdu. Kapak kapalıydı. Elini kapağa koydu. Kaldırmadı. “Buradayım,” dedi. Cümle, bir kapak sesi kadar netti. İçeriden cevap gelmedi. Gerek yoktu. Cevap, bazen insanın kendi kapak sesidir.
O, yürüdü. Kar, ayak izlerini aldı. İzler, bir süre sonra kapandı. Kuyu, ardında kaldı. Şehir, önünde. O, ikisini birbirine karıştırmadı. İkisi de yerinde durdu. İkisi de aynı günün parçası oldu.
Ve böylece, kuyu bir su çukuru olmaktan çok, bir cümle oyuğu gibi kaldı. İnsanlar oraya kelime bırakır, kelime düşer, ses dönmez; insan, dönmeyen sesin ağırlığıyla yürür. O, böyle yürüdü. Gölgesi bazen vardı, bazen yoktu. Bu kitap için gerek olan, yalnızca bu kadardı: yerinde duran bir kuyu, yerinde duran bir kapak ve “buradayım” diyen bir insanın, dönmeyen sesle kurduğu sessiz anlaşma. Bu anlaşma yazıya dökülmedi; dökülmesi gerekmiyordu. Çünkü bazı anlaşmalar duyulmaz, yalnızca sürer. Kuyu sürer. O sürer. Okuyan, yerinde durur; ama yerini daha iyi bilir. Bu da yeter.