0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
145
Okunma
Uzat ellerini Homer,
kucakla beni,
tutun kalk!
Yaşlandı yaşım öleceğim bak,
kalmadı zamanım sana ey yalancı Tahta At,
hile ile kazanılan bir zaferi anlatmaya,
Efsane Truva!
Çöz yakamdan ellerini,
rahat bırak beni
aldatıcı gerçek!
“Bilmedim-anlamadım-görmedim” diyerek
gömüldü gönlüm sana,
bir türlü doyamadı bu kör kursak,
beni öldürüyor hâlâ!
Haydi sende
keskin kılıcını çek
insafsız gelecek
vur ve
getir artık sonumu;
Başkasının kuralları koyan,
boş oyun kağıtlarıyla oynanan,
benim kaybettiğim bu haksız oyunu.
Tut ellerimi,
kör gözlerinle yokla, götür beni geri;
Biri başlangıç diğeri son olan,
görmediklerimizi görüp-anlatan,
Anafartalar ve İlyada
adlı iki destana.
(oguz can hayalı . Homer 9 şiiri)
Her iki yanındaki kaldırımlarda yürüyen yolcular, iş yerlerinin önünde duran müşteriler ve kahve masaları etrafındaki taburelerine oturmuş çay içip-oyun oynayan insanlar, caddenin ortasında sırtlarında kocaman çantalarıyla nefes-nefese koşan bu 2 turisti görünce onları ilgiyle seyretmeye başladılar. Soluk-soluğa kalan Helen nefes almak için Phillipp’in elini bırakarak cadde ortasında durdu. Yere eğilerek biraz dinlenirken, arkadan korna çalan bir şöföre yol vermek zorunda kalarak kaldırıma çekildi;
“ Kimden kaçıyoruz biz Phillipp?"
Diye başını yukarı kaldırıp baktığında, onun tek başına koşmaya devam ederek soldaki ikinci giriş olan Kızılay Sokağı’na saptığını gördü;
" Aman Allahım! Deli olmak işten değil."
Yakınmasıyla bir süre dinlendikten sonra, yorgun adımlarla onun girerek kaybolduğu sokağa doğru yürüdü. Arkasına bakıp, Helen’in gelmediğini anlayan Phillipp ise köşeye kadar geri dönerek, başını dışarı çıkarmış ona bakmaktaydı;
“ Pişşştt!”
Diye Helen’e el salladı. Ona yavaşça yaklaşan Helen’e tam;‘”Lütfen hızlı gel!’” diyecekti ki, sokağın sahile açılan öbür başından bir at kişnemesi duydu. O yöne bakınca da orada atına su veren komutanı gördü ve Helen’in gelmesini beklemekten vazgeçerek, koşarak sağdan dördüncü dükkan olan iki katlı, cephesi geniş bir iş yerinin merdiven boşluğuna girerek saklandı. Olanlara hiçbir anlam veremeyen Helen’de köşeyi dönerek bu kapının önüne kadar geldi ve kaldırımın ortasında kollarını beline dayayarak durdu. ve merdiven boşluğuna sığınmış benzi korkudan sararmış Phillipp’e kızgın bir şekilde bakarak öylece durdu. Tam söze başlamak üzere idi ki; Phillipp ondan susmasını rica eder gibi korkudan titreyen işaret parmağını dudaklarına değdirerek ona, diğer eliyle “buraya gel!” işareti yaptı. Sabrı tükenen Helen’in;
" Phiiil-lip!"
Çağırısına, onun kısık bir sesle fısıldadığı;
" Lütfen ?"
Ricasına daha da sinirlenen Helen, artık onunla oyun oynayamıyacak kadar yorgun olduğundan;
" Neyin var senin böyle ?"
Diye dahada yüksek bir sesle bağırınca, bunu sokağın öbür köşesinde atına su veren kısa beyaz eteklikli komutanda duymuştu. Ansızın elindeki teneke kovayı yere fırlatıp kılıcını çekti ve yüksek ökçeli, içi kürklü, konçları diz altına dek uzun kışlık siyah kadın çizmesiyle onlara doğru koşmaya başladı. Kovanın yere düşerek taşlarda çıkardığı sesi duyan Phillipp, merdivenden aşşağıya sıçrayarak, Helen’i kolundan yakaladı ve kapı boşluğuna çekiverdi. Sırtını hızla kapıya dayayınca da, kapı bu yaslanmaya karşı koyamıyarak açılıverdi. Böylece ister-istemez dükkanın içine girmiş oldular. Şimdi arkalarında onlara;
" Hoşgeldiniz!"
Bu sese doğru döndüklerinde, odanın sonundaki bir yükseltinin ardında duran güler yüzlü bir genç gördüler;
" Size nasıl yardımcı olabilirim?"
Sorusuna Phillipp;
" Bir Dakika! İzin verirseniz hanımımı çağıracağım da!"
Diyerek, merdiven basamaklarını inmek üzere olan Helen’i sırt çantasından yakalayarak yukarı doğru geri çekti ve onu usulca geçip aşşağıya indi ve caddenin öbür ucuna baktı. Helen olanlara hiçbir anlam veremiyordu;”Nasıl olurda bir insan bu kadar kısa bir zamanda böyle değişebilir?” diye düşünürken, elinde kılıcıyla koşarak gelen komutanı gören Phillipp hızla geri dönerek Helen’i geri- geri kapıya doğru iterek dükkana girmesini sağladı ve kapıyı arkasından kapattı. Yükseltinin ardından çıkıp onlara doğru gelen genç yeniden;
“Hoşgeldiniz.”
Dedikten sonra sordu;
" Arzunuz?"
Phillip nefes-nefese;
“ Bir kitap arıyorum da..."
Diyebildi;
" Ne kitabı?"
Bu soruyu Helen ve genç aynı anda sordukları için birbirlerine bakıp güldüler. Phillipp ise cevap vermeden dükkanın içine doğru yürüyerek kapakları camlı bir dolabın önüne kadar gidip-durdu, el çantasını yere koydu ve sırt çantasını çıkararak yanına yerleştirdi. Böylece bu iş yerinde uzun süre kalacaklarını anlayan Helen’de, Phillipp’in yanına gelerek diğerlerinin yanına kendi çantalarını yerleştirdi. Delikanlı;
" Ne kitabı?"
Sorusunu yineleyince;
" Kitap değil, cilt yani..."
Düzeltmesiyle geri-geri giderek, caddeye bakan camlı vitrine yaklaştı. Helen’in;
" Ne cildi Phillipp?"
Sorusunu duymamazlıktan gelerek, vitrinin içine sırt üstü yanlamasına eğildi. Aynı anda da; “Bu cilt lafıda nerden çıktı ağzımdan?”diye düşünmekteydi. Delikanlının;
" Cilt mi?"
Sorusuna da;
" Hayır, cilt değil! Cilt kapağı..."
Düzeltmesiyle dükkana döndüğünde, orada 4 şaşkın gözün ondan akılcıl bir açıklama beklediğini görünce, bozuntuya vermeden;
" Köşeleri..."
Diye sözüne başladı ve her iki elinin işaret parmaklarının ucunu yukarıda birleştirip köşe işareti yaptı;
" Üçgen bir şekilde..."
Diye devam ettiğinde de, alttaki başparmakları ile bu köşenin alt kenarını çoktan tamamlamıştı bile. Üçgeni bozmamaya özen göstererek, her iki elini onlara doğru itterek;
" Sarı bir deriden kundaklanmış..."
Detaylı açıklamasını ciddi bir şekilde sürdürürken, Helen’in yarı tehdit, yarı tenkit izleri olan;
" Lütfen!"
Ricasını duyunca, sesini yavaşlatıp kıstı ve suçlu bir çocuk gibi elindeki üçgeni bozdu, boşalttığı ellerini gerisine götürüp;
" Sırtıda aynı sarı deriden..."
Diyerek sakladı. Tam sözüne devam etmek üzereydi ki, artık sabrı tükenen Helen;
" Phillipp!"
Uyarısıyla ona sert bir bakış fırlatınca;
" Bir cilt kapağı işte"
Tamamlaması ile lafını bitirdi ve önüne bakarak sustu. Bu anlatı tarzından hiçbirşey anlamayan delikanlı;
" Böyle bir cilt kapağının bizde olabileceğini sanmıyorum.”
Deyince Helen rahatlamıştı;
" Buyrun, oturun. Yinede ben dedeme sorayım. Yukarıda oturuyor, hemen geliyorum."
Önü bir yükselti ile iş yerinden ayrılmış, büro görevini gören bir merdiven altı boşluğuna girdi ve yanda duran koyu vişne kırmızısı kadife perdeyi kaldırarak ardında kayboldu. Delikanlının ayak sesleri yukarı doğru döerek çıkan tahta merdivenlerin gıcırtılarıyla uzaklaşırken Helen de; Yanda duran bir antika yemek masanın oymalı sandalyelerinden birine çökerek Phillipp’i sorgulamaya başlamıştı bile;
" Neden uydurdun bu Cilt Kapağı hikayesini, Phillipp?"
Sırtı ona dönük, sokağı gözetleyen Phillipp; “Nar Suyu Şerbetçisinden duydum. ” diyemedi tabi. Aynı anda merdiven aralığı duvarının köşesinden; Bir çelik miğferin çene ve yanak korumaları ile sivri siperininin ucu dışarı çıkmaya başlamıştı. Philipp korkuya kapıldığından;
“ Kimi gözlüyorsun sen?”
Sorusunu duymadı bile. Çelik miğfer gittikçe öne doğru çıktı ve parlayanburun siperin yanında duran kocaman iki göz, onun gözleri ile karşılaşınca, komutan başını ansızın geri çekti. Oturduğu yerden kalkarak, ona doğru yaklaşan Helen’in ayak seslerini duyan Phillipp, başını vitrinden çıkartmadan kolunu kaldırarak ona “Dur!” işareti yaptı;
“ Araba vapurundaki komutan! ”
“ Saçmalama Phillip! Sende biliyorsun ki o adam vapurun bilet kontrolünden başka biri değildi.”
Helen bu sözleri söylerken, onun yanına kadar gelmişti. Yarı gövdesinini vitrinin içine sarkıtmış ve dışarıya endişe dolu gözlerle bakan kocasının arkasına gelerek durdu ve kollarını onun beline dolayıp sevgi ile kucakladı. Geniş ve kuvvetli omuzlarını göğsüne bastırarak gözlerini yumdu. Burnuna gelen saç teriyle karışmış ten kokusunu ciğerlerine sindirirken ansızın içinde onu öpmek arzusu belirdi. İlkin onu kendine doğru çevirmek istedi. Ama vitrin içindeki yarı gövdesi buna engel olunca da, yanına gelerek ona sarıldı;
“ Dikkat et, geri dur lütfen! ”
Uyarmasıyla Hellen’i geri iten ve odanın ortasına kadar getiren Phillipp;
“ Araba Vapurundan indiğimizden beri peşimizdeler.”
Açıklamasıyla yeniden geri dönüp vitrine doğru giderken Helen’in;
“ Biz kimden ve niçin sürekli şekilde kaçıyoruz?”
Sorusuna; “Bilmiyorum!” diyemedi. O an Merdivende ayak sesleri duyulunca da, her ikisi bakışlarını
o yöne çevirdiler. Masasının arkasındaki kadife perdenin aralanmasıyla, delikanlı büroya girdi ve onlara doğru gelerek;
“ Dedem birazdan inecek, giyiniyor da... ”
“ Rahatsız ettik.”
“ Ne rahatsızlığı hanım abla, görevimiz.”
Önlerinde durarak; Sanki onları ilk defa görmüş gibi, özenle bir süre baştan-aşşağı teker-teker soru dolu gözlerle süzdükten sonra;
“ Ayrıca...”
Diyerek önlerinden geçti;
" Sizleri beklediğini de söyledi..."
Kapıyı açarak;
“ Ben çay söylemeye geliyorum. ”
Diyerek dışarı çıkan genç, ardında; Birbirlerine bakan şaşırmış iki çift göz bırakarak, kapıyı kapayıp kayboldu gitti. Her ikiside şimdi odanın ortasında cevap verilmesi gereken bir yığın çeşitli sorularla yalnız başına kalmış, birbirlerine bakmaktaydılar;
“ Philipp, ne oluyor burada böyle ?"
“ Bilmem.”
" Bu tiyaronun anlamı ne?"
“ Valla ben de hiçbir şey anlamadım.”
Geçiştirmesiyle tekrar vitrine doğru giderek, sırtı ona doğru dönük bir şekilde durdu ve sokağa baktı. Bu danışıklı döğüşün peşini bırakmak istemeyen Helen, alaycı bir şekilde sesini incelterek;
" Köşeleri üçgen şekilde sarı bir deriden kundaklanmış..."
Diye onun sesini taklit edip, parmaklarıyla aynı üçgen göstergesini yaptı ve dudaklarını büzerek;
" Sırtıda aynı sarı Deriden..."
Derken de, abartılı bir şekilde kelimeleri yayarak başını iki yana salladı. Helen’in bu alaycı anlatı tarzında her ne kadar tenkit izleri varsada, buna aldırmayan Phillipp, ona doğru dönüp sözünü bitirmesini sabırla bekledi. Ses tonunu normalleştirerek, konuşma ritmini hızlandıraran Helen ise bir çırpıda;
" Siyah zifli çuval beziyle kaplı bir çilt kapağını aradığını soran da sendin!"
Diyerek sözünü bitirdi ve ondan bu tenkidine mantıklı bir açıklama bekledi. Phillipp;
" Şu dedeyi de bir bekliyelim bakalım.”
Mırıltısıyla yeniden vitrine dönerek ona sırtını çevirdi ve merdiven boşluğu duvarın gözetlemeye koyuldu. Başını geriye çekmiş komutanın göbeği duvarın bitiminden dışarı çıkmış olduğunu görünce de, odaya doğru biraz geri çekilerek tetikte bekledi. Bu göbeğin yarım gövde üstünden ilkin; Çelik miğferin yanak ve burun korumalıkları belirdi, sonrada parlayan alınlığın ardından; Özenle 4 köşe kesilmiş kırmızı kalın tüy uçları dışarı çıktı. Komutan başını yavaşça kapıya doğru çevirince de Phillipp ile yeniden göz-göze geldiler. Hızla baş ve göbeğini içeri çekip, dükkan duvarına iyice yapışan komutan, yana doğru birkaç attı ve tüm görüntüsünü kaybetti. Phillipp; “Demekki onu gördüğümü fark etti” diye düşünürken; Artık ondan mantıklı bir karşılık alamayacağını anlayan Helen, beklemekten cayarak odanın ortasındaki ceviz oymalı masaya giderek sandalyesine oturdu ve yanda duran günlük gazeteyi alarak okumaya başladı. O Phillipp’in bu tuhaf davranışlarından daha çok “Dedenin onları beklediğini “ duymuş olmasına şaşıyordu.