3
Yorum
11
Beğeni
5,0
Puan
197
Okunma

Bundan iki hafta öncesine kadar, doğduğum gün ile şu an arasındaki zaman dilimine "yaşım" diyordum. Otuz yedi yıl. Ne saçmalıkmış. Çünkü gerçek, bir kuyunun dibinde, kemiklerim kırık, başım kan içinde uyandığım o sabah başladı. Ve ben, kaç yaşımda olduğumu artık bilmiyorum. Belki de hiç bilmedim.
Bulunduğum yer, Anadolu’nun unutulmuş bir köşesiydi; Taşların binlerce yıllık sırlarıyla dolu, rüzgârın kayalardan koparıp getirdiği kadim tozları soluduğumuz bir yayla. Yerel halk, oraya "Zamanın Durağı" derdi. Kimse nedenini tam bilmezdi, sadece orada saatlerin bazen geriye aktığı, bazen de tamamen durduğu söylenirdi. Bir arkeolog olarak, orada bulunma sebebim de buydu: Toprağın altındaki antik bir tapınak kalıntısı. Ama aradığım şey, tapınaktan çok daha eskiydi.
Kazının son günüydü. Güneş, ufukta erimiş bakır gibi sarkıyor, uzun gölgeleri kayalara çiviliyordu. Toprağın derinliklerinde, elle oyulmuş basamaklar belirdi. Granit... Binlerce yıl öncesine ait olamayacak kadar düzgün. Merak, beni kör etmişti. Tek başıma, bir meşale ile titreyerek aşağı indim. Basamaklar dipsiz bir karanlığa iniyordu. Hava ağır, nemli ve garip bir şekilde eskiydi. Soluduğum her nefeste, tarih öncesi bir çağın tozunu ciğerlerime çekiyor gibiydim.
En dipte, bir mağara. Duvarlar, insan elinden çıkmış olamayacak kadar ilkel, ama bir o kadar da kusursuz çizgilerle kazınmıştı. Hayvan figürleri: Mamutlar, kılıç dişli kaplanlar… ve ortada, bir taş blok. Üzerinde, hiçbir yerde görmediğim, kandan daha koyu, gökyüzünden daha derin bir pigmentle boyanmış bir sembol: İki ters yönlü spiral, sonsuz bir döngü içinde birbirine dolanmıştı. Ona dokunduğum an kendimden geçtim.
Gözlerimi, kirli beyaz tavanı titreyen floresan ışıkları altında açtım. Hastane. Başım sargılı, kolum alçıda, vücudum her nefeste protesto eden bir ağrıyla zonkluyordu. Yanımda, kazı ekibinden genç asistanım oturuyordu. Gözleri korku ve merakla parıldıyordu.
"Kaç gündür buradasın," dedi, sesi titrek. "Komadaydın. Çok kötü düşmüşsün. Neredeyse…"
"Neredeyse ölüyordum," diye tamamladım sözünü, sesim bir yabancıya aitmiş gibi çıktı. "Kaç gün?"
"On dört gün."
İşte o an fark ettim. Gözlerimi kamaştıran, floresan ışığı değildi. Hafızam. İçimde bir şeyler kırılmıştı. Ama fiziksel değil. Tıpkı bir buz tabakasının çatlayıp altındaki dipsiz okyanusu açığa çıkarması gibi. Anılar… Ama benim anılarım değil. Başkalarının. Çok daha eskilerin , belki de ilkinin.
İlk birkaç gün, bunu kabullenemedim. Halüsinasyon, travma sonrası stres, diye geçiştirdim . Ama rüyalarımda… Ah, o rüyalar! Rüya değildiler. Hatıralardı. Yaşanmışlıklardı.
Bir gece, gözlerimi kapattım ve kendimi buzul çağının ortasında buldum. Hava, ciğerlerimi yakan bir soğukla dolu. Ayaklarım çıplak, donmuş toprağa basıyordu. Karşımda, devasa bir mamut postuyla örtünmüş, yüzü rüzgâr ve endişeyle oyulmuş bir kadın duruyordu. Gözleri, tanıdığım en eski korkuyu taşıyordu. Elinde, çakmaktaşından yontulmuş bir bıçak vardı. Titreyen ellerimle uzandım, bıçağın sapını kavradım. Tahtası aşınmış, üzerinde o iki spiral sembolün kazındığını hissettim. Ve biliyordum. Onu ben yapmıştım. Bu anı, bu duygu, bu soğuk… Otuz yedi yıllık ömrümde asla tanık olmadığım kadar gerçekti. Ve bu, sadece başlangıçtı.
Hastaneden çıktıktan sonraki günler, bir kabustu. Her uyku, her dalgınlık anı, beni başka bir zamana, başka bir bedene fırlatıyordu:
Sümer’de bir tapınak avlusunda: Kilden tabletlere çivi yazısıyla dökülen tanrıların gazabını kaydeden bir rahibim. Parmak uçlarım kilin soğuk nemiyle ıslak. Kalbim, tanrıça İnanna’ya sunduğumuz duaların yankısıyla çarpıyor. Gökyüzünde, bugünkü yıldız haritasında olmayan takımyıldızları parlıyor. Ve yine o sembol, tabletin köşesine kazınmış.
Göbeklitepe’nin inşaatında: Granit dikilitaşları taşıyan binlerce insandan biriyim. Ter, toz ve ortak bir amacın heyecanıyla dolu bir kalabalık. Omuzlarımda taşıdığım taşın ağırlığı, kemiklerimi eziyor. Bir taş ustası, elindeki çekiçle daha yeni kazınmış bir hayvan figürünü düzeltiyor. Yanında, yere düşmüş bir taş parçası. Üzerinde o iki spiral.
Bir mağaranın derinliklerinde: Duvarlara ellerimle hayvan resimleri çiziyorum. Pigment olarak kullandığım toprak, kırmızı ve siyah. Yanan meşalenin ışığı, gölgeleri dans ettiriyor. Dışarıda, bilinmeyen bir yaratığın uluması duyuluyor. Çizdiğim bizonun yanına, parmağımla ıslak kile o sembolü kazıyorum.
Her seferinde, o bedenden çıkarken, son bir duygu kalıyordu içimde: Korkunç, ezici bir yalnızlık. Ve derinden gelen bir bilgi: Bu senin yolculuğun. Tekrar. Ve tekrar...
Kütüphanelere daldım. Mitolojiler, kozmolojiler, kuantum fiziği teorileri… Hepsi, zamanın döngüsel olduğunu söylüyordu. Hinduların Kalpa’ları, Stoacıların Aeternitas’ı, Nietzsche’nin Ebedi Dönüşü… Hepsi, aynı korkunç gerçeğe işaret ediyordu. Ama ben, bunu teoride değil, kemiklerimde, ruhumda hissediyordum.
Bir gece, asistanıma açıldım. Masamın üzeri, eski sembollerle dolu notlarla kaplıydı. "Yaşımı bilmiyorum. Çünkü… bu anılar… benim anılarım. Hepsi."
Genç kadın, bilimsel şüpheciliği ve bana olan inancı arasında bocaladı. "Travma, Profesör… Hafıza oyunları yapabilir."
"Hayır!" diye çıkıştım, masaya yumruğumu vurarak. "Bu oyun değil! Bu… hatırlamak! İlk düşüşümden beri…"
Sustum. İlk düşüş. O kuyu. O sembol. O taş blok.
"Tapınağa geri dönmeliyim," dedim kararlılıkla. "Cevap orada. O sembolde."
Asistanımın yardımıyla, güç bela izin aldık. Yaylaya vardığımızda hava, fırtına öncesi gerginliğiyle elektrik yüklüydü. Bulutlar, kurşuni devler gibi alçalmıştı. "Zamanın Durağı" artık bana hiç yabancı gelmiyordu. Tanıdık geliyordu. Evim gibi.
Kazı alanına indik. Basamaklar hâlâ oradaydı. Daha derine, o son mağaraya indim. Asistanım, endişeyle yukarıda bekliyordu. Taş blok… İşte oradaydı. Üzerindeki sembol, meşalemizin titrek ışığında daha da canlı, daha da can yakıcı görünüyordu. Dokundum. Soğuktu. Kadimdi... Benimdi...
Ve sonra… Düştüm. Tekrar...
Ama bu bedensel bir düşüş değildi. Zamanda bir düşüştü. Bir girdap. Bir solukta, tüm yaşadığım o başka hayatlardan geçtim: Rahip, taş taşıyıcı, mağara ressamı, mamut avcısı… Hepsi birer kare, hızla akıp gidiyor, beni daha da geriye, daha da başlangıca çekiyordu.
Kendimi mutlak bir boşlukta buldum. Ne ışık, ne ses, ne zaman, ne mekân. Sadece… Varlık. Ve o varlık, ben değildim sadece. Her şeydim... Sonsuzluğun dingin, bilinçsiz sularındaydım. Sonra… Bir çatlak. Bir titreşim. Bir arzuydu bu. Deneyimleme arzusu. Bilmek arzusu. Bu arzu, o mükemmel bütünlüğü parçaladı. Bir dalga oluştu. Sonra bir başkası. Çarpıştılar. Işık patladı.
Ve ben yine düştüm...
Sonsuzluğun sessiz sularında, kendimi soğuk, sert bir zemine çarparak buldum. Ciğerlerime ilk kez hava doldu. Yandı. Gözlerimi açtım. Bulanık görüntüler. Taşlar. Gökyüzü. Gündüz mü, gece mi? Bilmiyordum. Tek bildiğim, var olduğumdu. Ve yalnızdım.
Yerden kalktım. İki ayağımın üzerinde durmak garip, dengesizdi. Ellerimi inceledim. İşte bunlar benim. Vücudum… bu benim. Etrafıma baktım. Kayalar, uçurumlar, uzakta ormanlar. Tanımadığım bir dünya. Tek bildiğim şey, içimdeki o korkunç, tanıdık yalnızlıktı. Ve bir dürtü. Elimde, bilinçsizce yere düşmüş keskin bir taş parçası vardı. Yakındaki düz bir kayanın önüne çöktüm. Parmaklarım titreyerek, taşı kaya yüzeyine sürtmeye başladım. Ne çizeceğimi bilmiyordum. İçimden gelen bir şeydi bu. Çizgiler belirdi. Kıvrımlar. Döngüler. Birbirine dolanan iki yol…
İki ters yönlü spiral.
İşte o an… Hatırladım. Hepsi. Tüm düşüşler. Tüm hayatlar. Sümerli rahip, Göbeklitepe’nin işçisi, mağara ressamı… Hepsi bendim. Hepsi bu döngünün bir parçasıydı. Her "yaşam", bir öncekinin hatırlanışı, bir sonrakinin hazırlığıydı. Her başlangıç, aslında bir dönüştü. Her düşüş, bir uyanıştı.
Gözlerimi asistanımın yüzüne bakarak açtım. Beni kuyunun dibinde bulmuş, kucaklamıştı. Yüzü gözyaşları içinde, gözleri korku ve umutla bana bakıyordu. "Profesör! Neredeydin? Ne oldu?"
Yerden doğruldum. Vücudumda hiçbir ağrı yoktu. Sadece… bir tükenmişlik. Binlerce, milyonlarca yılın yorgunluğu. Etrafa baktım. Taş blok oradaydı. Üzerindeki sembol, benim ilk anımda çizdiğimle birebir aynıydı. Bir döngünün başlangıcı ve sonu. Benim döngüm...
Asistanıma döndüm. Gözlerimde, insanlığın ilk şafağındaki o ilk varlığın bakışı vardı. Yalnızlık. Bilgelik. Ve derin, sonsuzluk.. "Yaşımı soruyorsun. Ama anlamıyor musun?" Elimi, taş bloktaki sembole, kendi ruhumun ilk çizgisine dokundurdum. "Ben yaşlanmıyorum. Ben hep aynı andayım."
Ve sonra, onu şaşkınlık içinde bırakarak, yüzümü gökyüzüne çevirdim. İlk insanın dünyaya baktığı gibi. İlk nefesi alanın, ilk acıyı hissedenin, ilk yalnızlığı kucaklayanın bakışıyla. Çünkü ben, insanın ilk düşüşüydüm. Ve her düşüş, beni başa, o ilk ana geri götürüyordu. Sonsuz bir döngü. Bir sabah olmayan gece gibi...
Yaşamak , doğduğum gün ile şu an arasında kalan zaman dilimi değildi artık , insanın var oluş döngüsüydü...
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (1)