0
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
153
Okunma
Bu ağıdı siz,
benime birlikte yakmak istersniz
ve birde İzmirli Ozan Homer’e kulak verirseniz eğer,
1001 Pınarlı Cennet İda dağları sizlere şöyle der;
„Katıksız, ter-temizdim evvel bir zaman,
sağlıklı bir oksijen deposuydu havam;
Çiçek yollu, ağaç dolu yem-yeşil, aka-kanardım,
duru, ter-temiz ve onurlu idi 1001 pınardım
oy!
Sonsuz mavi gök gubbem, toprağım zengin,
güneşi bilem kıskandırırdı reng-a-renk tenim,
ta ki rantçılar bağrımda altın buldular;
Kese-söke gaddarca ağaçlarımı,
kova-öldüre barışcıl hayvanlarımı,
kaza-çıkara, yuva-yıkaya, toprak cevherimi ala,
kutsal ve bereketli toprağıma arsen koydular,
sızdı bu zehir yeraltı sularıma
oy!
Ah bir yanım Truva öbürü Anafartalar,
bağrımda onca şehitin kanı-canı var;
Sorumsuzun biri bu cennet yurdu
peş-keş çektince yeni istilacılara,
bakın en sonunda korkulan da oldu;
“Çanakkale geçilmez!” denirdi ya,
-bir zamanlar hani?-
yancı-yabancı eliyle deşildi yani
oy!
( İDA’NIN UĞRUNA (27) şiiri)
Aynı trafik lambasınının önünde gelerek bir kez daha burada durdular ve ışıkların yeşil yanmasını beklediler.. Bir önceki düşte olduğu gibi Phillipp burada da aynı isteğini ikinci kere Helen’e sormak gereksinimini duydu;
“Helen?”
“Yine ne var?”
“Caddeyi yolun öbür tarafındaki trafik lambalarından geçsek...”
Saat 9 da kalkacak olan Truva Minibüsüne yetişme çabasında olan Helen, Phillipp’in aynı isteği yeniden yinelediğini duyunca, bu sefer; Onun yüzünde beliren çocukca bir masum anlatıyı görünce ona kıyamadı ve; ”Niçin?” diye de sormadı. İster-istemez;
“Peki, senin dediğin olsun!”
Diyerek beraberce, biraz önce terk ettikleri Saat Kulesi karısındaki parkın önüne yeniden geri döndüler. Helen hem önden hızla yürüyor, hemde yaptıkları bu geri dönüşün anlamsızlığını; “Hangi trafik lambalarından karşıya geçersek geçelim, bu cadde bizi sonunda aynı yere götürür.” düşüncesiyle verdiği kararı içinden yargılamaktaydı. Phillipp’in bu isteğindeki kararlığı ise Akçe’nin;“Caddeyi alanın öbür tarafındaki trafik lambalarından geçersen tüm olanların sebebini anlarsın!” öğüdünden dolayı idi ve o bu isteğine o zaman karşı koyunca; Akçe onu yerlerde sürükletip, havalara uçurarak Birinci Dünya Savaşı sonu Çanakkale’sine savurmuştu.
Helen yarım saattir Arabalı Vapur iskelesi etrafında bir tur atıp aynı yere yeniden geri dönmelerine bir türlü akıl erdiremiyordu. Phillipp ise biraz evvel gördüğü; Birinci Dünya Savaşı sonrası Çanakkale düşünün etkisi altındaydı ve her nedense, alana inmeden önce köşedeki Turizm Tanıtma Büro’su önünde durdu ve İskele Alanın’da önden yürüyen Helen’e baktı. Tüm olanlardan kendini sorumlu tutuğu için, içinde bir acıma hisi belirdi. Bu his daha çok karısına kaşı olan sorumsuz davranışlarından kaynaklanmaktaydı; “Aslında acınacak olan benim!” diye içinden yakındı. Şu ana kadar Akçe yüzünden başına gelen anlaşılmaz olayların nedenini o bir bilebilseydi, mesele yoktu ama; Kısa beyaz eteklikli Antik erler ile sürekli şekilde karşılaşmasının ve Birinci Dünya Savaşı sonrası Çanakkale’de geçen uzun bir yaşantının düş olabileceğine de bir türlü akıl erdiremiyordu. Hele-hele; Bu düş öncesi tuhaf giyimli bir nar şerbet satıcısının ona; ”Şehir içindeki bir antikacı dükkanına gidip orada siyah kaplı bir cilt kapağını sorması gerektiğini” önermesi ise, hiçbir normal düşünce kuralına sığmamaktaydı. Durum böyle iken, bir de olanları Helen’e anlatamaması vede Akçe denen bir şeyin varlığını ona bir türlü kabul ettirememesi de onu mutsuz kılmaktaydı.
Helen ise o an alanın ortasında ;Kaz Dağlarında altın cevheri çıkartmaya karşı koymak için yapılan “ağaç, bitki, hayvan, toprak ve insanların Toplu Kırım’ına” Çanakale halkını bilgilendirmeye çalışan bir grubun yanında duruyordu. İzmir’li Ozan Homer’in İlyada Destanı’nda “Binbir Pınarlı Cennet İda” olarak tanımladığı bu ismin; Zamanla “Kaz Dağları” olduğunu bildiğinden bu gösterici topluluğu onun ilgisini çekmişti.
Ellerindeki uzunca bir tahta sopanın ucuna tutturulmuş karton bir göstergede; Bu bereketli ve kutsal topraklarda altın maden çıkartmanın bir “cinayet” olduğu büyük harflerle yazılı idi. Bir diğerinde ise; Lozan barış anlaşması imzalandıktan sonra İngiliz dışişleri bakanı Lord Curzon’un, Türk Temsilcisi İsmet Paşa’ya söylediği "Siz şimdi bu toprakları aldınız, ama 50 yada 100 yıl sonra hepsini fazlasıyla geri alacağız" sözü yazılıydı. Hemen onun yanındaki diğer göstergedeki; “Topraklarımızın Kanada Altın Şirketleri’nce ele geçirilmesine ve onların yerli işbirlikçileri tarafından yağmalanmasına asla göz yumamayız!” sözü oldukça anlamlıydı. Çünkü Çanakkale Şehri, onun için “Anadolu’nun giriş kapısı olduğundan; Anafartalar ve Truva yerlerinin birbirini bu derece tamamlaması asla raslantı olamazdı.
Helen saatine baktı. Zamanları gittikçe kısalmaktaydı. Bir an önce 9 Minibüsüne yetişme çabası içinde olduğundan, bu gösteri topluluğundan isteksizce ayrıldı ve çevresinde Phillipp’i aradı. O ise alanını çevreleyen kaldırımın üstünde heykel gibi hareketsiz bir şekilde durmaktaydı. Helen’in onu incelediği sırada, Phillipp’in gözleri; Onun arkasından gelen, ayaklarına yüksek topuklu çeşitli ayakkabılar giymiş ve yalpalamamaya özen göstererek uygun adımlarla yürümeye çalışan kısa beyaz eteklikli antik erlerde idi. Bu beyaz gölgeler sakallı ve sıska bir ihtiyarı el bileklerinden bağladıkları kalın bir sicimle çekerek ortalarında sürüklemekteydiler. Kirli, eski ve yırtık giysilerinden anlaşıldığı üzere onu esir almışlardı. Ama nasıl olduysa-oldu, bu gölgeler Helen’i ansızın delip geçiverdiler. Helen’in bu beyaz gölgelerin içinde renkli giyimi ve altın sarısı saçları ile ışıldadığını görünce Phillipp; ”Demek ki saydamlar!”diye düşündü. Çünki o, bu şeffaf gölgelerin içindeyken, sissli bir camın arkasındaymış gibi buğulu göründüğünden, gerçek renkleri hafifçe solmuştu. Kısa bir zaman süresinde dışarı çıkan kısmı gittikçe renk ve canlık kazanıca;
“Abartmanın bu kadarı!”
Diyen Phillip ilk defa Akçe’yi eleştirmiş oldu. Ama aklı başında, mantıklı bir bilim adamının bu tür saçmalıklara inanmaması gerektiğine karar vererek; “Acaba ona karşı direnmelimiyim?” seçeneğini içinden irdelemeye başladığında;
“Dene hele!”
Diyen ve ona meydan okuyan bir ses duydu. Akçe onu şimdi hem tehdit ediyor hemde karşılıklı bir çekişmeye çağırıyordu. İçinden; “Ona karşı bir şansım varmı acaba?”diye düşünürken, yanına kadar gelmiş olan Helen’in;
“ Biraz acele etsek iyi olur.”
Arzusuna cevap vereceği yerde, elinde olmadan; Bir kolunu dirseklerinden kırarak yukarı kaldırdı, diğer elinde tuttuğu çantasınıda aynı yüksekliğe getirdi ve tüm parmaklarını yere dik tutup, kol uzantısının önünde sivrileştirdi. Bu yere aynı uzaklıkta tuttuğu kollarını; Bir o yana-bir bu yana belinden döndürüp, başınıı ters yöne doğru çevirerek kurulmuş kuklalar gibi oynatmaya başladı;
“Phillipp, ne oldu sana?”
Sorusuyla edimlerini ortada durdurduktan sonra, vucudunun üst kısmını belinden; Öne doğru eğilip-yukarı kaldıran Phillipp, bir türlü hareketlerini kontrol edemiyordu ki cevap verebilsin.
“Phillipp, ne yapıyorsun sen böyle?”
Diyerek onu kollarından tutup durduran Helen’e doğru doğrularak donuk gözlerle bakıp başını bir omuzuna doğru düşüren Phillipp, dudaklarını abartmalı bir şekilde gererek, yüzüne yapmacık bir gülme maskesi taktı. Buna gülen Helen’e;
“Güldükçe daha güzelleşiyorsun”
Övgüsüyle de tüm devinimlerini yeniden kontrol altına alabildiğini fark etti;
“Robotluğu bırakda, biraz acele edelim. 9 Minibüsünü kaçırmak istemiyorum.”
Onun bu isteğine yeniden;
“Olur.”
Diyen Phillipp, Akçe’ye karşı çıkıp, onun tarafından yeniden cezalandırılmak istemediği için, içinden;”Dikkatli olmalıyım!” kararını verdi ve kaldırımdan indi. Arabalı vapura binmek için park etmiş vasıtaların arasına ele-ele girdiler ve alanın öbür köşesindeki trafik lambalarına kadar gidip buradan caddenin karşına geçtiler.
Havanın sıcaklığı, yürüdükleri kaldırımın darlığı, çevrelerindeki insan kalabalığı, sırt ve ellerinde taşıdıkları gezi çantalarının ağırlığı yüzünden güçlükle yol alabiliyorlardı. Phillipp karşıdan gelen beyaz baş örtülü, kolunda çiçek dolu bir sepet taşıyan irice bir kadın gördü. Bu çiçek satıcısının omuzunu örten ve kalçalarına dek uzayan mavi şalının çevresi kiremit renginde antik bir Yunan motifi ile süslü idi. Aynı motifin, yeri süpüren uzun-bol beyaz etekliğin kenarlarını da çevrelediğini görünce; “Bu kadın mutlaka saydamdır!” düşüncesiyle onu delip-geçmek istedi. Senmisin çarpan;
“ Terbiyesiz!”
Diye sepeti kafasına çiçekleri ile birlikte yiyen Phillipp, kadının şeffaf olmadığını geçde olsa yere yuvarlandığında anlamıştı. Helen ilkin ne olduğunu anlayamadı. Sonra yereki çiçekleri toplamaya çalışan kadına yardım ederek;
" ...Biraz acelemiz vardı da, ...minibüse yetişecektik, ... kocam çok dalgın olduğundan...”
Gibi sebepleri ard-arda sıralayarak ve özenle yerden topladığı çiçekleri kadına vererek özür diledi. Zavallı Phillipp ise, ağır ve kocaman sırt çantasıyla ayağa kalkamıyarak kadar bitkin olduğundan; Üst vucudunu geri-geri sürükleyerek yandaki duvara ulaşmış ve yere yığılmış bir patetes çuvalı gibi, şaşkın gözlerle her ikisini seyretmekteydi. Çiçekçi kadının etekliğinin ucundaki ve başörtünün çevresindeki antik motifinin kaybolmuş olduğunu görünce de; “Yine bu onun bir oyunu!” yakınmasına, ceketinin iç cebinden ona;
" Ben sende olduğum müddetçe bu şeffaf gölgeleri delip geçemezsin!"
Açıklamasını yapan Akçe’nin sesinden başka hiçkimse onunla ilgilenmiyordu artık;
“ Ya Helen?”
“ O çiçekçiyi görebildiğine göre; Kadının şeffaflığı yalnızca senin düş gücünün eseridir!”
Phillipp, geç gelen haklı uyarıya ve onun bu yeni oyununa kızmasına karşın, onun tarafından cezalandırılmak istemediği için cevap vermedi ve şaşkın gözlerle çiçekçi ile konuşan Helen’i seyretmeye koyuldu. Yoldan geçen bir kadının, onun dilendiğini sanıp, önüne 50 kuruş bırakmasına da aldırmadı. İslam dininde sadakayı red etmenin günah olduğunu bilen ve bu hayırsever genç bayanı üzmek istemeyen Phillipp;
" Sağol hanım abla!"
Diyerek gülümsedi. Çünki Türkiye’de, yolsuz kalan turistlerin para dilenmesi olağan bir şeydi. Birkaç çiçek bu çarpışmadan dolayı satılamıyacak kadar hırpalandığından bunları satın almak zorunluluğunu duyan Helen, bu çiçekleri yerden alarak;
“ Bunlar kaça?”
Diye sordu;
“ İsterseniz iyilerinden vereyim.”
“ Yok hayır. Yolcuyuz da..."
“ 5 Lira verirseniz yeter.”
10 Lira verip, üstünü geri ödemeye çalışan köylü kadına;
“ Kalsın lütfen, sizi bu kadar üzdük. Onu da dostluğumuza sayarsınız.”
Özürü ile öbür elini kadınla dostça uzatıp-tokalaşarak ona teşekkür etti. Çiçekçi kadının;
“Bir şey değil.”
Karşılığını, dostça bir gülümsemeyle aldıktan sonra; Yerde duvara dayanmış bir şekilde oturan Phillipp’i göstererek;
“ Lütfen bana biraz yardım edebilirmisiniz?”
Ricasında bulundu;
“Tabi, memmnuniyetle.”
Diyen çiçekçi kadınla birlikte Phillipp’i koltuk altlarından tutarak zorlukla ayağa diktiler. Tekrar özür dileyip karşılıklı teşekkürleştikten sonra oradan ayrıldılar.
Helen tüm bu olanlara akıl erdiremiyordu. Yanında suskun ve suçlu bir şekilde konuşmadan yürüyen Phillipp’e göz ucuyla bakarak; “Bu adama ne oldu böyle?”diye düşündü. Onun kısa bir zamanda bu derece değişmesini bir türlü anlayamıyordu; ”Acaba Yunanistan’daki kazıdaki gibi aslı olmayan şeylermi görüyor?” sorusuna içinden cevap ararken, meseleyi biraz kurcalayıp ip uçları aramaya karar verdi. Onun anlamsız davranışına sebep olan bir takıntısının olduğunu bildiğinden ilgisiz de kalamazdı;
“ Davranışlarına biraz dikkat etsen iyi olur Phillipp!”
Uyarısıyla onun koluna girdi. O anda ceketinin iç cebinden gelen Akçe’nin sesi;
“ Ben sende olduğum müddetçe iki ayrı evrende yaşadığını unutma!”
Fısıltısı ile ona akıl vermekteydi. Buna aldırmayarak Helen’e;
“ Ne varmış davranışlarımda?”
Diye sordu;
“ Çok dalgınsın.”
“ Aferin!”
Akçe’nin bu alaylı övgüsüne kızan Phillipp;
“ Sus be!”
Azarıyla onu tersledi. Helen’se kulaklarına inanamadı;
“ Efendim?”
“ Onu sana söylemedim Helen.”
" Biraz önce; “Sus be!” diye beni tersleyen sen değilmiydin?"
“ Evet ama sana değil...”
Diye sözüne başladıysa da devamını getiremedi. Ne demeliydi ki; “Tüm olayların, varlığını bile kanıtlayamadığı düşsel bir Akçe yüzünden başına geldiğini mi?’” yoksa, “İkide-bir lafa karışan, olayları çarpıtan, tuhaf cevaplar verdirten, direninip-karşı çıkınca da onu kukla gibi oynatan şeyin bir bronz Akçe olduğunu mu?” Gerçeği anlatsa bile kimse ona inanmıyordu ki! Nerdeyse aklını kaçırmak üzereydi. Aynı anda Helen içinden; “Bu Adama gittikçe kötüleşiyor. Acaba tatilimizi burada kesip Almanya’ya gerimi dönsek?” diye düşünürken, onu kızdırmamaya özen göstererek;
" İstersen bir eczaneye gidip iğneni yaptıralım.”
“Niçin?”
“Yada bir hap daha al.”
Helen’in onu hasta olarak görmesine canı sıkan Phillipp;
" Gerek yok, ben iyiyim."
Dedi ve kısa bir süre konuşmadan yürüdüler. Phillipp, Akçe’yi Helen’e açıklamak zorunda olduğuna artık karar vermişti
“ Helen.”
“ Ne var?”
“ Şu önümüzdeki parkta biraz otursak?"
" Niçin?"
“ Benim dinlenmeye o kadar çok gereksinmem var ki."
Saatine bakan Helen; “Bu gidişle 9 Minibüsünü kaçıracağız.” diye düşündü, ama yinede Phillipp’in,
“ Ne dersin?”
İsteğine karşı çıkmadı. Nasılsa 10 minibüsüne binmek için yeteri kadar zamanları olacaktı. Onun için; Bu sevimli şirin parkta oturmak, Truva’ya kalkan minibüslerin durduğu köprü altında beklemekten daha iyi idi. Philipp için ise “bu güzel ve şirin yer” , nar şerbeti satıcısının önerdiği; “Solda gireceği ilk sokağın önünde duran Hükümet Parkı’’ olduğundan çok önemliydi. Bütün mesele bu parkın arkasındaki sokağa nasıl girebileceklerinde idi;
" Peki, olur. Nasıl istersen. "
Diyen Helen önden yürüdü ve parka girdiler. Sırt çantalarını çıkarmadan boş bir sıra üzerine yarım bir şekilde iliştiler. Phillipp elindeki gezi çantasını yandaki çimenin üstüne bıraktı ve;
" Sana söylemek istediğim önemli birşey var, Helen. "
Diyerek söze başladıktan sonra dirseklerini dizlerine dayayarak öne eğildi. Avuçlarının içine yanaklarını dayadıktan sonra, konuşmaya neresinden başlayacağını düşünmeye başladı. Helen’de elindeki yıpranmış çiçekleri yanda duran çöp kutusuna koydu ve sırt çantasının yanındaki file gibi örülmüş cepe sokulu su şişesini alıp içtikten sonra ona uzattı;
" İçecekmisin?"
" Hayır teşekkür ederim."
" Evet dinliyorum."
Ses tonundan, konuşmayı kısa kesip 9 minibüsüne yetişmek arzusunda olduğu belliydi. Phillipp;
" Tüm olanlar..."
Diyerek doğruldu ve ceketinin yan cebindeki paketten bir sigara çekti. Onu;
“Yine mi!”
Fısıltısı ile eleştiren Akçe’ye aldırmadı. Phillipp bu tür sigara numaralarıyla hem düşünmek için zaman kazanıyor, hemde söyleyeceklerini özenle sıraya koyuyordu;
“Sıkılaştıkca can sıkıcı oluyor ama.’
Tenkidine de duymamazlıktan gelerek sigarayı dudaklarının arasına soktu, ceketinin çebinden çakmağını aldı ve çakarak yaktı. Bu ara Akçe’de avcunun içine gelmişti. Phillipp sözüne devamla;
" Bir bronz Akçe yüzünden başımıza geliyor Helen!"
“Yine saçmalama lütfen!”
“ Ciddi söylüyorum!"
" Varlığını bile kanıtlayamadığın bir şeyi benim kabulleneceğimi sanıyorsan, yanılıyorsun!"
" Senden böyle bir yanıt alacağımı biliyordum."
" Aklı başında bir bilim adamı olarak, nasıl olurda inanıyorsun böyle gerçek dışı şeylere?"
Helen suçlamasında haklı olmasına haklıydı ama, yinede Phillipp;
" İnan ki..."
Savunmasıyla söze başladığında, Helen;
" Bana şu Akçeyi gösterirmisin!"
Diye onun sözünü kesti. Phillipp artık bu isteğe karşı koyamazdı. Avcunun içine baktı. Akçe kaybolmuştu. Doğrularak elini ceketinin iç cebine soktu ve onu yakalayıp, dışarı çıkardı. Yumruğunun tersini dizinin üstüne yatırıp özenle açtı. Öbür elinin işaret ve baş parmaklarını cımbız gibi avucunun içine daldırarak Akçe’yi yakaladı. Yukarı doğru kaldırdığı elini Helen’in göz seviyesine kadar getirip;
“ İşte bu.”
Diyerek ona baktığında, Helen’in yüz ifadesinden onu görmediğini anladı, Elini yumruklayıp kapatarak yeniden öne eğildi. Onun;
" Niçin böyle kabul edilmesi olanaksız olaylar hep benim başıma geliyor?"
Yakınmasını duyunca, Helen ayağa kalkarak önüne geldi. Kısa bir süre onu süzdükten sonra, yere bir dizini koyarak çömeldi ve bir eliyle onun yüzünü çene altından tutup yukarı kaldırdı. Öbür eliyle de, güneşten kavrulmuş sarışın kıvırcık saçlarını parmak uçlarıyla okşayarak;
" Sana inanmayı ne kadar çok istediğimi sende biliyorsun! "
" Ayrıca...
Diye onun sözünü kesen Phillipp, sigarasından derin bir nefes çektikten sonra kısa bir süre susarak bekledi. Helen bu ara ayağa kalkmıştı;
" Evet?"
“ Bu yıl Truva’ya gitmesek?”
Sorusuna şaşıran Helen;
“ Neden?”
Diye sebebeni sorunca;
“ Nar suyu serbetçisinin söylediğine göre...”
“ Aman allahım!”
Yakınmasıyla onun sözünü kesen Helen, başını yukarı kaldırıp dua eder gibi;
“ Bu nasıl bir şey? Kocam benim sözüme değilde bir sokak satıcısının dediklerine inanıyor!”
Diye söylenmeye başladı;
“ Dur hele, o kadar çabuk suçlama beni.”
“Evet!”
“ Ya vapurda çay bardağının altında bulduğum sarı kağıttaki “Truva’ya gitmeyin!” yazısı?”
" Onun kötü bir şaka olduğunu söyleyen sendin!"
" Ya değil ise?"
" Lütfen Phillipp yine saçmalamaya başlama! Bak senin bu tüm tuhaflıklarından dolayı yine geç kalacağız. Haydi kalk, gidelim de, belki 9 minibüsüne yetişebiliriz?"
Phillipp isteksizce tam doğrulmak üzereydi ki; Parkın yanındaki her iki kaldırım girişlerinden, kısa eteklikli suvarilerin ellerinde uzun mızraklarıyla, atlarının üstünde dört-nala, tozu dumana katarak nara atıp hucuma geçtiklerini gördü;
" Helen!"
Çığlığıyla ona döndüğü an, parkın cadde yönündeki girişindende de; Bir sürü yaya erin ellerinde kılıçlarıyla koşarak saldırdığını tesbit edince, çevik bir hamle yaparak ayağa kalktı. Hızla yanda duran el çantasını alarak Helen’i kolundan tuttu ve;
" Yine onlar!"
Diye bağırarak parkın arkasındaki çıkış kapısına doğru yöneldi;
“ Kimler?”
Sorusuna cevap vermeden onu öne doğru çekerek tutulmamış olan bu çıkışa doğru koşmaya başladı. Helen hem Phillipp’in ardından koşuyor, hemde; “Kimler?” sorusunu durmadan yineliyordu. Phillipp’in bahsettiği “Onlar” ı aradı ama bulamadı. Phillipp ise o an, elinde kılıcı ile önlerini kesen beyaz kısa etekli bir erin bu çıkış yolunuda tuttuğunu görünce yavaşlayıp-durmak zorunda kaldı. Sürekli tekrarladığı;
" Onlar kim Phillipp?"
Sorusuna mantıklı bir cevap bekleyen Helen’de durdu. Phillipp elindeki küçük çantayı havaya doğru fırlatır gibi yaptı. Buna çarpmamak için yana çekilen erin miğferi ne yazık ki yandaki ağacın bir dalına değiverdi. Toprakla direk ilişki kuran bu şeffaf vucut; “Puff!” tıslaması ile havada eriyip kayboldu. Akçe’nin;
“ Bak sen şu işe!”
Alaycı tenkidine aldırmayan Phillipp için; Girmek istediği “Soldaki ilk sokak” olan Lise Caddesi’ne ulaşmalarına hiçbir engel kalmamıştı. Böylece her ikiside el-ele koşarak Hükümet Parkı’ndan çıktılar ve Lise Caddesi’nin ortasında koşmayı sürdürdülernin ortasında
5.0
100% (1)