0
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
105
Okunma

Güneş, sık ormanların arasından sızarak, toprak yolda altın rengi lekeler oluşturuyordu. Bu ıssız patikada ilerleyen tek canlı, sırtında deri bir çanta ve omzunda asılı bir su kabağıyla, yaşlı bir adamdı. Adı Dara’ydı. Sakallarına düşen kar gibi beyazdı, ama gözleri hâlâ pınarlar gibi berrak ve gençti. Köyden köye, kasabadan kasabaya yürüyor, gittiği yerlere şifa götürüyordu. Çantasında, dağlardan topladığı otlar, kökler ve en önemlisi, dinlemeyi bilen bir yürek taşıyordu.
Bir akşamüstü, uzakta tüten dumanı takip ederek, küçük bir köye vardı. Köy, derin bir hüzün ve sessizlik içindeydi. İlk karşılaştığı yaşlı bir kadın, ona acı dolu gözlerle baktı:
"Şifacı, eğer gerçekten şifacıysan, git Ustan’ın evine. Onun kızı... kızımız Elif... ateşler içinde yanıyor. Köyün bütün neşesi söndü onunla birlikte."
Dara, hiç tereddüt etmeden kadını takip etti. Kulübenin içi, kaygı ve çaresizlikle doluydu. Yatağın üzerinde, yanakları ateşten kıpkırmızı olmuş, nefes almakta zorlanan genç bir kız yatıyordu. Adı Elif’ti. Gözleri kapalı, dudakları kavlamıştı. Başucunda, çaresizce dua eden anne-babası duruyordu.
Dara, hemen işe koyuldu. Elif’in alnına elini koydu. Sadece ateşini ölçmek için değil, onun acısını, korkusunu hissetmek için. Sonra, çantasını açtı. İçinden, mor çiçekli bir ot çıkardı; ateş düşürücü "efsunkâr"dı bu. Bir diğeri, ıhlamur kabuğu; terletip, vücudu temizlesin diye. Hepsinin arasında, küçük bir şişede, dağların en yüksek yerlerinden topladığı kristal berraklığında bir su vardı.
Otları kaynattı, çayını demledi. Anne-babaya, Elif’in başında nasıl nöbet tutacaklarını, suyu nasıl içireceklerini öğretti. Ama en önemlisi, onlara güven verdi:
"O, güçlü bir kız. Siz de güçlüsünüz. Bu ateş, sadece bir sınav. Birlikte, bunu da atlatacağız."
Gece boyunca, Dara kulübeden ayrılmadı. Bazen Elif’in alnına serin bezler koydu, bazen nefesini dinledi, bazen de anne-babayla konuşup onları sakinleştirdi. Onlara, daha önce şifa bulmuş insanların hikayelerini anlattı. Umut, kelimelerden sızarak, odanın ağır havasını hafifletmeye başladı.
Şafak sökerken, Elif’in ateşi düşmüş, terlemiş ve derin bir uykuya dalmıştı. Yüzünde, acının yerini huzur almıştı. Anne, Dara’nın ellerine sarıldı, gözleri yaşlı:
"Sen... sen sadece otlarla değil, sözlerinle de şifa verdin."
Dara, tevazuyla gülümsedi. "Şifa, sadece bedende olmaz. Korkuyu dindirmek, umut ekmek de şifanın bir parçasıdır. Ben sadece bir aracıyım."
Köy, o günden sonra canlandı. Elif, yatağından kalktığında, köy meydanında onu bir kutlama karşıladı. Dara, birkaç gün daha kaldı. Köylülere, hangi otun ne işe yaradığını, nasıl toplayacaklarını, nasıl saklayacaklarını öğretti. Onlara, şifanın sadece dışarıdan gelen bir şey olmadığını, doğada ve kendi içlerinde olduğunu gösterdi.
Ayrılma vakti geldiğinde, tüm köy onu uğurlamak için toplandı. Elif, koşa koşa yanına geldi. Elinde, kendi ördüğü küçük bir bileklik vardı.
"Bunu al," dedi, "Bizi unutma."
Dara, bilekliği özenle taktı. Ona, çantasından küçük, kurutulmuş bir papatya verdi.
"Bunu sakla. Sana, dayanıklılığı ve saflığı hatırlatsın."
Yola koyulduğunda, sırtında yine çantası, omzunda su kabağı vardı. Ama yüreğinde, iyileştirdiği bir kızın tebessümü ve bir köyün minnettarlığı vardı. Önünde, şifaya ihtiyacı olan başka insanlar, başka köyler vardı.
Çünkü gerçek şifa, sadece hastalıkları iyileştirmek değil, insanların yüreklerine dokunmak, onlara kendi güçlerini hatırlatmaktı. Ve Dara, bu kadim yolculuğunda, bir şifacı olmanın en büyük sırrını biliyordu: Bazen en güçlü ilaç, bir elin dokunuşu, bir sözün tesellisi veya sadece "yanındayım" diyebilmekti. Ormanın derinliklerinde kaybolurken, ardında bıraktığı, sadece iyileşmiş bedenler değil, yeniden canlanmış umutlardı.