Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Semihhan Aydemir
Semihhan Aydemir

Gölgesini yutan adam

Yorum

Gölgesini yutan adam

1

Yorum

7

Beğeni

0,0

Puan

157

Okunma

Gölgesini yutan adam

Sabah, sessiz bir yüz gibi odaya bakıyordu. Işık perde kenarından içeri sızıyor, duvarın köşesine soluk bir çizgi bırakıyordu. O çizgi her gün aynı yerde durmazdı; ev, güneşin çizgisine uyar, çerçevenin içindeki tablo hafifçe yamulur, duvarda yeni bir eğim oluşurdu. Adam uyandığında önce o eğimi gördü, sonra gözlerini tavana kaldırdı. Tavan, taşın hafızasıyla çatlamıştı; ince damarlar, bir elin içindeki çizgiler gibi birbirine değmeden sürüp gidiyordu. O, doğrulmadan önce elini havaya kaldırdı. Parmaklarının şekli ışığın içinde keskinleşmedi. Yere bakınca da bir şey görmedi. Gölgesi yoktu.

Bunu fark ettiğinde yüzünde bir ifade belirmedi. Yüz, böyle anlarda fazladan bir bilgi vermez; olan olur, insan onu yalnızca olurken izler. Adam yataktan kalktı. Ayaklarını yere indirdi. Çorap giymedi. Taşın soğuğu, altını sessizce yokladı. Pencereye yürüdü. Perdeyi yarım araladı. Dışarıda bir şehir vardı; düz çizgiler, kırık çizgiler, birbirini görmeyen balkonlar, kabloların buluşma noktaları. Karşıda bir soba borusu eğri uzanıyordu; gece boyunca bir odanın içinde dolaşan ısı, sabahın ilk saatinde ince bir is kokusu bırakmıştı. Pencere camına buğu yapacak kadar soğuk değildi hava, ama elini cama koyduğunda camın bir gün önceki geceyi hatırladığı anlaşılıyordu.

Sokağı izledi. İlk adımlar, her zaman seslerini aşırılıkla vermez; bir adam, bir kadın, bir çocuk, bir teker sesi… Gün, kendini abartmadan başlardı. O sırada güneş, evlerin düz damlarına yerleşmiş, duvarların alt kenarlarına kıyı bir karanlık bırakmıştı. İnsanların gölgeleri, ayaklarından ayrılıp kaldırıma uzuyordu. Gölge dediğimiz şey, ışığın mantığıyla açıklanabilir; ama her gölge, sahibinin hareketine kendi yorumunu katardı. Kadının kolundaki file, gölgenin içinde daha ağır görünürdü. Bir çocuğun kolu havaya kalkınca gölge, çocuğun kolundan önce sevinirdi. Adam, camdaki yansımasına baktı. Yüz oradaydı; ama onu taşıyan bir geçmiş görünmüyordu. Çizgiler, kime aitse ona yakışır; bu yüz çizgisizdi. Gözlerinin içinde parıltı yoktu, yalnızca derinleşmeye yaklaşan bir boşluk vardı.

Perdeyi bıraktı. Kapıyı açtı. Koridorun sonundaki aynaya döndü. Ayna, bu evde yaşayanların azlığı yüzünden uzun süre kendi kendisine bakmış, puslanmıştı. Parmaklarıyla yüzeyini sildi. Görüntü netleşti. İnsanın kendine bakışı, her zaman doğruyu söylemez; çoğu zaman onu karşısında gördüğü figüre tanımadığı bir kişi gibi bakar, sonra bir anlığına tanır, sonra yine unutmaya çalışır. O da aynaya bu mesafeyle baktı. Ne bir onay ne bir ret verdi. Kapıdan çıktı.

Sokağın yüzü, günün ilerlemesiyle değişmez; insanın bakışı değişir. Kaldırım taşlarının arası, ince otlarla dolmuştu. Bir köşede duvarın dibine sızmış örümcek ağları vardı; güneş, o ağları görünür kılmaz, sadece var olduklarını itiraf ettirirdi. Bir dükkânın kepengi yarım açıktı. İçeriden bir sandalye çekme sesi geldi. Dükkân sahibi, sabahın işini sessizce başlatıyordu. Adam, adımlarını dinlemedi; adımları, sokağın ritmine uysun yeterdi.

Bir vitrinin önünde durdu. Vitrinde kışlık bir palto, yanında düğmeler, alt rafta bir çift eldiven. Mankenin yüzü yoktu; yüzü olmayan şeyler, bazılarını rahatlatır, bazılarını huzursuz eder. Vitrinin camında kendi silueti belirmedi. Güneş arkadan vuruyordu; onun gölgesi, camın çizgisine hiç düşmedi. Bir an için camın köşesinde, güneşin kırıldığı yerde küçük bir karanlık yoğunluk oluştu; yok oluncaya kadar geçen süre, bir nefes alış verişinden kısaydı. O sırada bir çocuk, elinde dondurma külahıyla geçti. Elindeki dondurma erimiyordu; hava, tatlıyı kurtaracak kadar serindi. Çocuğun gölgesi, dondurmanın gölgesini taşıyordu. Adam onu izledi. Sonra yürüdü.

Sokağın sonu, boş bir araziye açılıyordu. Şehrin planında hevesle çizilip sonra unutulmuş bir alan. Toprak düzdü; bir köşede paslanmış tel çit, bir kenarda yarım kalmış duvar, başka hiçbir şey yoktu. Rüzgâr burada daha net eser, hışırtısını saklayacak eşya bulamazdı. Adam araziye girdi. Ayaklarının altında küçük taşlar döndü. Gökyüzünün rengi sabit değildi; maviye dönmeye niyetli bir grilik, tüm gün sürecekmiş gibi. Burada beklemek, bir niyet beyanı sayılmazdı; zaten beklemek, çoğu zaman niyetsizdir.

Toprağın ortasında bir taş blok vardı. Kendini yerleştiren taşlar, etraflarındaki her şeyden daha eski görünür. Bu da öyleydi. Blok yere tam oturmamış, bir kenarı toprağı yarmış, bir kenarı havada kalmıştı. Üzerinde bir harf kalıntısı, çizgiye benzer bir eğri vardı. Adam, avucunu taşın üzerinden geçirdi. Taş, avuca ne fazla ne eksik bir soğuk bıraktı. Parmaklarının arasında toz birikti. Toz, hafızanın en dürüst maddesidir; fazla konuşmaz, her hareketle biraz yer değiştirir ve çoğu zaman yerinde kalır.

Rüzgâr kesildi. O an, arazi bir süreliğine ağırlaştı. Sessizliğin işitmeyi mümkün kıldığı sesler doğdu: uzaktan bir kapı kapanması, çok daha uzaktan bir köpeğin tek havlayışı, taşın dibinden bir böceğin kuru yaprağı dürtüşü. Adamın burnuna, yanmış bir şeyin kokusu gelmedi; soba borusunun kokusu, şehirde kaldı. Burada, yalnızca toprağın ve pasın kokusu vardı. Adam başını kaldırdı. Güneş, taşın kenarını belirginleştiriyordu. Kendine baktı; ayağının dibinde bir iz yoktu. Kendi varlığının mekândaki işaretini, yalnızca taşın yüzeyinde bıraktığı tozla ölçebilirdi.

Araziye bakan bir kenarda, kapısız bir kapı vardı. Beton bir çerçeve, ortası boş. Yükseğe doğru iki metre kadar yükseliyor, üstte yatay bir çizgiyle tamamlanıyordu. Ne menteşe izi, ne tokmak, ne kanat. Bir zamanlar buradan bir şeyin geçeceği düşünülmüş olmalıydı; sonra vazgeçilmişti. Vazgeçilen yerler, insanın üzerinde gizli bir etki bırakır. Adam çerçevenin önüne geldi. İçinden geçmedi. Aynı yerde durdu. Çerçeve, bir çerçeve olarak bekledi.

Öğleye doğru araziye bir kadın girdi. Omuzlarına koyu renk bir şal almıştı. Yürüyüşü, karar vermiş birinin yürüyüşüydü; ne hızla ne yavaş. Adam, kadının yüzünü, yüzüne bakmadan gördü: bakış, yüzün açıklamadığı bir bilgiyi taşır. Kadın, taş bloğun orada durdu. Taşa dokunmadı. Yalnızca baktı. Sonra adama baktı. Adam, “Burada ne yapıyorsunuz?” demedi. “Bekliyorum,” dedi kadın. Adam onu duymuş gibi başını salladı. “Siz?” dedi kadın. Adam “Düşünüyorum,” dedi. Bu doğru değildi; o, düşünmüyordu. Düşünce, bazı günler içte değil, dışarıda birikirdi. Kadın, “İnsan burada düşünür,” dedi. “İçeride düşünülmez.” Sonra yürüdü, gitti. Onun gölgesi, toprağın eğimine göre incelip kalınlaştı. Adam, gölgenin sınırına adım atmadı.

Günün kalan kısmı, aynı şeyi yaparak geçti: beklemek, yürümek, durmak. Şehirdeki bir kahvehaneye girdi; masada bırakılmış bir bardağın kenarında çay izi vardı. Bu iz, bardağı kullanmış birinin yaşadığını, suyun kaynadığını, bir şekerin kaşığın kenarına bir kez çarptığını doğruluyordu. Bardak boştu. Garson gelmedi. İşletmeler bazen insanı bekletir, bazen insan onlardan hiçbir şey istemez. Adam kalktı. Kasaya bakmadı. Kimse bir şey demedi.

Akşamüstü, evine döndü. Kapıyı kapattı. Odanın içine hafif bir soğuk yürüdü. Pencerenin kenarında bir örümcek, ağının eksik yerine yeni bir ip attı. Ağ, bu hareketle tamamlanmadı; örümcek beklemeyi sürdürdü. Adam masanın çekmecesini açtı. İçeride bir kağıt parçası, kısa bir kalem, eskimiş bir kibrit vardı. Kibritler, kullanılmadıkça değersizleşmez; yalnızca yeri belli kalır. Kağıdı aldı. Masaya oturdu. Yazacak bir şey arayanların çoğu, önce oturur. O da oturdu. Kısa kalemi eline aldı. Kalemin ucu, yazmaya razı görünüyordu. Kağıdın sol üst köşesine “Ben buradayım.” yazdı. Nokta koydu. Cümle, kendini ayakta tutacak kadar sıkıydı. Ne bir itiraf ne bir yalan. Kâğıdı ikiye katladı. Çekmeceye koymadı. Masada kaldı.

Gece, ışığı yakmadı. Odanın zifiri karanlık bir iddiası yoktu; sokak lambasının kesik ışığı, perdenin kenarından içeri sızıyor, duvarda belli belirsiz bir ton farkı yaratıyordu. Adam yatağa uzanmadı. Pencerenin önünde ayakta bekledi. Şehir, geceye karışırken sesler azaldı. Uzaktan bir kapı kapandı. Daha uzakta bir kahkaha, kendine yer bulamadan söndü. Saat tıkırtısı, duvarda sabit kaldı. Adam, karanlığın bir köşesinde ince bir koyuluk belirdiğini gördü. Gözünü ayırmadan baktı. Koyuluk büyümedi. O yer, karanlığın içinde karanlık kalmakta ısrar etti.

Bir ses, duvarın derinliğinden değil, odanın herhangi bir yerinden de değil, tam onun nefesinin sürdüğü yerden çıktı. “Buradayım,” dedi ses. Bu ‘burada’, başka ‘burada’lara benzemez: insanın ağzından çıkıp, içeri geri dönen bir kelimenin bıraktığı yer. Adam “Kim?” demedi. Bazı sorular, cevabı duymadan da vakit geçirir. Ses, “Gölge,” demedi. “İsim,” demedi. “Seni bekledim,” demedi. “Geç kalmadın,” demedi. Hiçbir şeyi süslemedi. Yalnızca bir yer bildirdi. O yer, nefesle aynı yerdeydi.

Sabaha karşı uyudu. Uykunun ilk kısmı, her zaman kesik kesiktir; beden, kendini geceye bırakırken tereddüt eder. O, tereddütsüz uyudu. Uyanınca güneş çoktan yükselmişti. Oda, varlığını saklamıyordu. Pencere camı, örümcek ağı, masa, kağıt, kalem. Hepsi yerinde. “Ben buradayım.” cümlesi masada, inkâr edilmeden duruyordu. Adam su içti. Su, boğazından inerken çizgi çizmedi; yine de geçtiği yer belli oldu.

Öğleden önce boş araziye döndü. Beton çerçevenin içinden geçti. Çerçevenin ötesinde yeni bir dünya yoktu. Aynı toprak, biraz daha sessiz. Taş blok, o aynı eğik oturuşuyla bekledi. Adam, taşa dokunmadı. Güneş, yüzeyinde küçük bir sıcaklık bıraktı. Duvar gibi bir yapı yoktu; ama uzakta, bir tarafı yıkılmış bir paravan dibi göründü. Oraya yürüdü. Paravan, rüzgârın devirmeye cesaret edemediği şeylerdendi; köşelerinde paslı çiviler, alt kenarında toprağa sinmiş lekeler. Önünde durdu. Rüzgâr, paravanı oynatmadı. Adamın gölgesi paravana düşmedi. Çünkü yoktu.

Paravanın yüzeyi, beklenmedik bir anda bir koyuluk aldı. Rüzgârın değil, ışığın değil, bakışın yaptığını gösteren türden bir koyuluk. O koyuluk, önce köşeden çıktı; sonra orta kısımda derinleşti. Adam, olduğu yerde kaldı. Görüntü, bir siluete benzemedi. Bir süre dağıldı. Sonra bir baş, iki omuz, ince bir gövde belirdi. Çizgiler, bir iki saniye tutunup silindi. İçerideki sessizlik, dışarıdaki sessizliğe uydu. Adam, nefesini fark etmeden nefes aldı.

Öğle vakti, araziye yine kadın geldi. Aynı yürüyüş, aynı şal. Bu kez taş bloğun önünde durmadı. Adamla karşı karşıya gelmekten kaçınmadı. “Gölgeyi gördün mü?” dedi kadın. Adam “Hayır,” demedi. “Bilmiyorum,” dedi. “Bazen görür insan,” dedi kadın. “Bazen de gölgenin görmesini bekler.” Kadın yürüdü. Gölgesi, toprağın soyduğu bir çizgiyi kapatıp kapatıp açtı. Adam, gölgeyi takip etmedi.

Şehirde bir kahvehaneye uğradı. Bu kez içeride iki kişi oturuyordu; biri gazeteyi ikiye katlayıp aynı satırı iki kez okuyor, diğeri çay bardağını, saydamlığının bitmesine yakın bir sabırla elinde tutuyordu. Adam bir masaya oturdu. Çay söyledi. Garson, çayı getirdi. Bu tür mekanlarda ilk yudum, insanın bulunduğu yeri onaylar. O, onaylamadı; yalnızca içti. Çay, sıcaklığını abartmadı. Nihayet bardakta azaldı. Bıraktı. Kalkmadı. Hava değişmedi. İçeride konuşmalar başladı. Cümlelerin arasında bir isim geçti; onun adı değildi. O, adı olmayan biri olarak mekânı terk etti.

Akşam, evine döndü. Masaya oturdu. Kağıdı çevirdi. Yeni bir cümle yazdı: “Burada olmak, bir yere varmak değildir.” Nokta koydu. Uzun cümleler kurmadı. Düşünce, cümleye dönüştüğünde çoğu zaman ağırlaşır; burada hafif kalması gerekiyordu. Kağıdı katladı. Çekmeceye koydu. Çekmece kapanınca odanın içindeki eşya yerini daha net buldu.

Gece ışığı bu kez yaktı. Işık, odaya bir görüş mesafesi getirdi. Eşyanın tasa karışmış yüzü ortaya çıktı; masa kenarında çizikler, sandalyenin ayağında ince bir eğrilik, duvarın alt köşesinde rutubetin çoktan vazgeçtiği bir leke. Adam duvara doğru baktı. Duvar bakışa karşılık vermez; yine de izleniyormuş gibi davranır. O anda duvarda bir gölge ortaya çıktı. Bu kez belirgindi. Omuzların eğimi, başın duruşu, gövdenin boyu. Adam, gölgenin hareket etmesini beklemedi. Kendi yerini değiştirmedi. Görüntü geldiği gibi kaldı.

“Bu benim mi?” dedi. Ses, aynı yerden, ne içten ne dıştan, “Evet,” dedi. “Bana benzemiyor,” dedi adam. “Değiştin,” dedi ses. Değişmek, gözle fark edilmeden önce duvarda belirir; göz görür, sonra akıl kabul eder. Adam, “Ne kadar?” diye sormadı. Zaman ölçülmeden de akabilir.

Sabah, yağmur başladı. Ilık değildi; hissedilir fakat üşütmeyen bir yağmur. Kaldırımlarda su birikti. İnsanların gölgeleri, suyla birlikte şekil değiştirdi. Bir kadının gölgesi yağmurda ağırlaştı. Bir adamın gölgesi kaydı. Çocuğun gölgesi, suya eğildi. Adam yürüdü. Kendi gölgesini yine görmedi. Su, ayakkabısının eteklerini ıslattı. Yağmur, yüzüne küçük dokunuşlarla indi. Bu, bir sahnenin değiştiğini anlatan bir işaretti; sahne, aynı şehirde, başka bir zamanda. Yağmur, bir süre sonra dindi. Toprak, suyu içine aldı. Kokuyla, bir anlığına bir şey hatırlatıp vazgeçti.

Araziye gitti. Çerçeveden geçti. Çerçevenin içi ıslaktı; su, betonun pürüzlerine tutunmuştu. Taş blok, üstüne düşeni unutmamıştı: ıslanmak, kuramak, beklemek. Adam, taşın üstüne elini koydu. Su, avucuna geçti. Kurumadan çekti. Paravanın önüne geldi. Paravan bu kez gölge göstermedi. “Buradayım,” dedi, yüksek sesle. Kime söylediğini bilmeden. Cevap olmadı. Söz, söylenmekle bitmez; bir yere gider, bir yerde kalır. O, bir kez daha söyledi: “Buradayım.” Sonra sustu.

Öğle vakti, bir köpek araziye girdi. Küçük sayılabilecek cüssede, koyu tüylü. Yürürken başı yere yakındı. Adam onu izledi. Köpek önce daire çizdi, sonra durdu. Kuyruğunu hafifçe salladı. Adam elini uzatmadı. Hayvanın gözleri bir an ona baktı. Gözlerde bir şey okunur; orada yalnızca ‘varım’ yazıyordu. Köpek yürüdü, gitti. Ayak izleri, toprağın yüzünde kısa bir süre kaldı; rüzgârın ilk fırsatında hafifledi.

Kadın o gün gelmedi. Şehir, araziye yüzünü çevirmedi. Kapısız çerçeve, hiçbir yere açılmayan bir kapı olarak yerinde kaldı. Adam akşamüstü oradan ayrıldı. Yürürken göğsünün içinde bir rahatlama değil, bir genişleme oldu. Boş yerlere bakmayı alışkanlık hâline getirenler, bir süre sonra dolu yerlerin gürültüsünü duymasalar da olur.

Eve vardığında, ışığı yakmadı. Masanın üzerindeki kâğıdı açtı. Üçüncü bir cümle yazdı: “Aramakla bulunmayan şeyler, bulunmayı beklemez.” Nokta koydu. Kalemin ucu kısalmıştı. Kalemi, çekmeceye koydu. Çekmece kapandı. Odanın içindeki eşya, tekrar yerini buldu. Adam, yatağa uzandı. Uyumadan önce duvara kısa bir bakış attı. Gölge görünmedi. Gölgenin yokluğu, gölgenin varlığı kadar gerçekti.

Sabah, farklı başlamadı. Farklı başlayan sabahlar, anlatıların işidir; hayat, çoğu zaman tekrar etmeyi sever. O gün, adam çerçevenin yanına gitmedi. Şehirde kaldı. Aynı vitrin, aynı manken, aynı palto. Mankenin paltosunun omzu hâlâ düzgün duruyordu; kimse denememişti. Kahvehanede aynı masa, bu kez üzerinde bir çay halkası. Masayı silen bez, halkanın çizgisini bozamamıştı. Oturdu. Çay söyledi. Garson, tanıdık bir sesle “Hemen,” dedi. O ‘hemen’ sözü, çayın masaya geldiği zamanla örtüşmedi; ama böyle cümlelerin doğruluğu, zamanla değil, niyetle ölçülür. Çay geldi. İçti. Kalkmadı. Bir süre, içerideki seslerin arasında, kendi nefesinin ritmini kaybetti. Sonra yeniden buldu.

Öğleden sonra bir kitapçıya girdi. Kapısı yavaş kapanan cinstendi; elinizi çektikten sonra geride kalanı kendisi tamamlardı. İçeride düşük bir ışık, raflarda düzensiz sayılmayacak bir karmaşa. Satıcı, bir defteri kapatıp başka defteri açtı. Adam raflara baktı. Kitapların sırtları birer sıradan oluşmuyordu; her sırtta ayrı bir sabır vardı. İnce bir kitabı aldı. İlk sayfasını açtı. ‘Burası bir oda,’ diyordu ilk cümle. Kapattı. Başka bir kitap aldı. Orada da ‘Bir sabah…’ diye başlıyordu. Kitaplar, insanı kandırmak istemez; yalnızca bir başlangıcın mümkün olduğuna ikna eder. Adam kitabı yerine koydu. Satıcı, “Bakmak serbest,” dedi. Adam, “Bakıyorum,” dedi. Bu, yalan değildi.

Akşamüstü araziye dönmedi. Şehirde kaldı. İnsan kalabalığı, gölgenin yerini doldurmaz; ama insanları izlemek, insanın kendine bakmadan yaşayabileceği bir alan açar. Adam, bir köprü üstünde durdu. Aşağıda su yoktu; köprü, suyu olmayan bir yerin üstünden geçiyordu. Köprülerin altı, bir zamanın anısını taşır; su, çekilmiş bile olsa sesini bir yerde bırakır. Rüzgâr, gözlerini doldurmadı. O, ellerini cebine soktu. Köprüden indi.

Gece, evde ışığı açtı. Masaya oturdu. Kağıdı aldı. Dördüncü cümle için yer vardı. Yazdı: “Gölge, ışığın israf ettiği yerdir.” Nokta koymadı. Bu cümlenin bir sonuca ihtiyacı yoktu. Yine de kağıdı katladı. Çekmeceye koydu. Ayağa kalktı. Duvara baktı. Duvarda bir çizgi belirdi. Çizgi, görünür olmaktan çekinmedi. Adam yaklaşmadı. Çizgi, belirdiği hızla kayboldu.

Sabah çok erken uyandı. Işığı yakmadı. Pencereyi açtı. Hava serindi. Sokakta bir tek adam yürüyordu; elinde bir çanta, adımlarında gerekenden fazla bir tempo. Gölgesi, sokak lambasıyla çatışıyor, yere iki farklı yön çiziyordu. Adam, pencereyi kapattı. Masadaki kalemi aldı. Kağıt bırakmadı. Kalemi, çekmeceye geri koydu. Kapıyı açtı. Sokağa çıktı.

Araziye gitti. Çerçevenin önünde durdu. İçinden geçti. Aynı toprak, aynı eşitlik. Paravanın önüne geldi. Paravan, önceki günlerdeki gibi duruyordu. Gölge kendini göstermedi. Adam konuşmadı. Bekledi. Öğlene doğru paravanın yüzünde bir yüzey hareketi belirdi. Gölge bu kez hızlı çizildi; baş, omuzlar, gövde. Boy, onun boyuydu. Omuz çizgisi, onun omuz çizgisiydi. Adam elini kaldırmadı. Gölge de kalkmadı. İki figür, durmanın uzlaşmasını paylaştı. Rüzgâr, bu kez bir şey taşıdı: ıslak toprağın değil, yan tarafta sönen bir ateşin kokusu. Bu kokunun, insanın içindeki bir alanı uyandırdığı olur; bir yemek, bir gece, bir isim. Adamın yüzünde bir değişim olmadı.

Akşam, evine döndü. Bu kez kağıda yazmadı. Masaya oturmadı. Duvara bakmadı. Yatağa uzandı. Gözlerini kapadı. O sırada bir cümle geldi: Bir insan, gölgesini kaybettiğinde yok olmaz; yalnızca nereye baktığını unutur. Cümleyi bir yere yazmadı. Yazanların çoğu, unutmaktan korkar; o, korkmadı. Sabah olduğunda cümleyi yeniden hatırladı; hatırlaması gerekmedi. Kalktı.

Sonraki günler, aynı çizgide geçti. Araziye gitti; bazen gölge göründü, bazen görünmedi. Çerçeveden geçti; bazen içeri girdikten sonra bir şey değişti, bazen hiçbir şey. Kadın bazen geldi; yürüdü, baktı, gitti. Hiç “sen” demedi. Köpek ara sıra göründü; iz bıraktı, rüzgâr aldı. Kahvehanede çay içti, bardağın halkası silinmedi. Vitrinin camı her gün aynı paltoyu gösterdi; palto, kışı bekledi. Kitapçı aynı cümlelerle açılan kitaplar sattı; satıcı defterini kapatıp açtı. Adam, her gün aynı cümleleri yazmadı; bazen yazmadı. Yazdıklarında şu türden şeyler vardı: “Burada olmak, yok olmaktan farklıdır.” “Işık, görmemizi değil, göremememizi sağlar.” “Gölge, hepimiz için aynı değildir.” “İsim, çağırmak için gerekir; çağrılmak istemeyenlerin isme ihtiyacı yoktur.”

Bir akşamüstü, araziye, gökyüzünde bir çizgi bırakacak kadar alçaktan bir kuş sürüsü geçti. Sürü, hiç bozulmadı. Şehir, bu hareketi umursamadı. Adam, başını kaldırdı. Gözlerini kısarak baktı. Kuşların gölgeleri toprağa düştü; gölgeler, kuşlardan daha hızlı geçti. Kuşlar uzaklaştı. Gölge de gitti. Toprak, düz kaldı.

O gece, duvardaki gölge, kendi başına hareket etti. Adam, onun hareketine eşlik etmedi. Gölge, duvarda bir adım attı. Adam yerinden kıpırdamadı. Gölge, duvarda bir adım daha attı. Adamın yüzünde yine ifade yoktu. Gölge durdu. Adam konuşmadı. Gölge de konuşmadı. Böylece ikisi, aynı eylemsizlikte buluştu.

Sabah, adam pencereye gitti. Perdeyi açtı. Işık içeri doldu. Güneş, duvarda yeni bir eğim yaptı. Adam yere baktı. Kendi gölgesini bu kez gördü. Gölge, ayaklarının dibinde kısa bir çizgi gibi duruyordu. Güneş yükseldikçe gölge kısaldı. O, gölgeyi izlemedi. Evin kapısını açtı. Sokağa çıktı. Sokağın yüzü, her zamanki gibiydi. Bir çocuk, kalın bir kitabı kolunun altına almış yürüyordu. Kitabın gölgesi, çocuğun gölgesinden bağımsız bir ağırlık taşıyordu. Bir kadın, pencerede kuruyan çamaşırı topladı. Çamaşırın gölgesi yere düşmedi; güneş açı değiştirmişti. Adam yürüdü.

Vitrinin önünde durmadı. Kahvehaneye girmedi. Kitapçıya uğramadı. Araziye gitmedi. Çerçevenin önünden geçmedi. O gün, gölgesini kontrol etmedi. Kontrol etmemek, fark etmemek değildir. Sadece bir eylem eksik kalır; hayat, eylem eksik kaldığında da sürer. Öğle vakti, bir bankta oturdu. Yanına kimse oturmadı. Kalktı. Bir sokağı döndü. Başka bir sokağı geçti. Gün bitti.

Gece, masaya oturdu. Kağıdı açtı. Son cümleyi yazdı: “Ben buradayım.” İlk cümleyi tekrar etmiş oldu. Cümle, başladığı yere döndü. Bu tekrar, bir yoksunluk değil, bir tamamlanıştı. Kağıdı katladı. Çekmeceye koymadı. Masada bıraktı. Işığı kapadı. Yatağa uzandı. Gözlerini kapadı. Gölge, o gece görünmedi. Görünmemesi gerekmedi. Sabah, her zamanki gibi geldi.

Adam, gölgesini o sabah da aramadı. Pencereye yürüdü. Perdeyi açtı. Işık, duvarın köşesine bir çizgi bıraktı. Çizgi, dünle aynı yerde durmuyordu; ama dünün yerini de reddetmiyordu. Adam, kapıyı açtı. Sokağa çıktı. Bir adım attı. Gölgesi vardı. Yoktu. Vardı. Yoktu. Bu cümlelerin hepsi aynı anda doğru olabilir. O, bu cümlelere isim vermedi. İsim, çağırmak içindi. Çağırmadı. Yürüdü.

Bir süre sonra araziye yine gitti. Beton çerçevenin önünde durdu. İçinden geçti. Paravanın önünde bekledi. Gölge belirdi. Gölge, bir süre onunla aynı boyda durdu. Sonra bir adım atar gibi oldu. Adam atmadı. İkisi, birbiriyle anlaşmadan aynı yöne baktılar. Rüzgâr, bu kez atıl duran bir yaprağı hareket ettirdi. Yaprak, toprağın üstünde kısa bir yürüyüşe çıktı, durdu. Güneş, paravanı bırakıp taş bloğun kenarına vurdu. Taş, sıcaklığı abartmadı. Adam avucunu taşın üzerine koydu. Soğuk, tam gerektiği kadar soğuktu. Elini çekti.

Şehir, kendi işine baktı. Kadın, bir gün daha geldi; sordu, cevap aldı, yürüdü. Köpek, bir gün daha iz bıraktı; rüzgâr aldı. Kahvehanede çay, bir halkayı daha bıraktı; silinmedi. Kitapçı, defterini yine kapatıp açtı. Mankenin paltosu, vitrine asılı kaldı. Adam, gölgesiyle birlikte değil, gölgesiyle aynı anda yaşadı.

Bir akşamüstü, evine döndü. Masaya oturdu. Kağıdı açmadı. Kalemi eline almadı. Duvara bakmadı. Pencereyi de kapatmadı. Odaya dolan hava, yerini aldı. Saat, bir anlığına durdu; sonra devam etti. Adam, bu durakta kalmadı. Yatağa uzandı. Gözlerini kapadı. Uyudu.

Sabah, önce ışığın sesi geldi. Gözlerini açtı. Oda, yüzünü saklamıyordu. Adam, uyanırken kendi varlığını ispatlama ihtiyacı duymadı. Beden, uyanmanın işini zaten görür. O, kalktı. Pencereye yürüdü. Perdeyi açtı. Duvarın köşesinde yeni bir çizgi vardı. Çizgi, düne benzemiyordu. Bu, hayatın çok küçük ama tartışmasız gerçeklerinden biridir: gölgeler gibi çizgiler de yer değiştirir. Adam, kapıyı açtı. Sokağa çıktı. Yürüdü.

O günden sonra, gölge bir daha mesele olmadı. Bu, onun hayatından tamamen çıktığı anlamına gelmez; insan, kendi gölgesini tamamen bırakamaz. Yalnızca gölge, insanın hayatında her gün hatırlanacak bir başlık olmaktan çıkar. Gölge, suyun dibinde bir taş gibi yerini bulur; su, üzerinde yaşamaya devam eder. Adam, günleri bu yeni düzen içinde yaşadı. Araziye bazen gitti; çerçeveden geçti. Bazı günler paravan gölge gösterdi, bazı günler göstermedi. Kadın ara sıra göründü; hiç “sen” demedi, o da demedi. Köpek aylar sonra bir daha gelmedi. Kahvehanedeki bardak, başka masalarda yeni halkalar bıraktı. Kitapçı yeni bir cümleyle başlayan bir kitap getirdi; satıcı defterini kapattı.

Bazı akşamlar kağıda cümleler yazdı. Bazıları şöyleydi: “Dönmek, her zaman geri gelmek değildir.” “Durmak, bazen en uzun iştir.” “İnsan, gölgesiyle konuşmayı bırakıp onunla durmaya başladığında, cümleler kısalır.” “Bir yüz, bakmak için değil, görünmek için vardır.” “Boşluk, insanların sandığından ılık.” “Işık, her şeyi açık etmez; bazı şeyleri kapatır.” “Kabul, bir eylemdir.”

Son cümleyi, bir gece yarısında yazdı: “Buradayım.” Bu kez nokta koymadı. Cümlenin sonu, ertesi günün sabahına bırakıldı. Sabah geldi. Cümle bitmedi. Onu bitirmeye gerek yoktu. Cümle, bulunduğu yerde bir kapı gibi durdu; içinden geçmek şart değildi. Kapı, insanın geçmesi için değil, varlığını bilmesi için de vardır. Adam kapıdan geçmedi. Yürümesi gereken yeri yürüdü.

Günler sonra, araziye bir kez daha gitti. Çerçevenin önünde durdu. İçinden geçti. Paravanın önüne geldi. Gölge, o gün belirginleşti. Baş, omuzlar, gövde. İkisi de hareket etmedi. Rüzgâr, paravanın yüzeyinde kısa bir çizgi açtı. Çizgi, kendini gizlemek istemedi. Adam, paravanın yüzüne yaklaştı. Elini uzatmadı. Gölge, yerini değiştirmedi. Ortak bir kararsızlık değil, ortak bir kararlılık vardı: hiçbir şeye zorlamamak. Böylece adam geri çekildi. Çerçeveden dışarı çıktı. Şehrin sesleri, olduğu gibi geldi. O, sokağın orta yerinde durmadı. Kaldırımdan yürüdü.

Günün sonunda eve döndü. Masaya oturdu. Kağıdı açtı. ‘Buradayım’ cümlesinin altına hiçbir şey yazmadı. Kalemi çekmeceye koydu. Işığı söndürdü. Yatağa uzandı. Gözlerini kapadı. Uyudu.

Bir insanın hayatında, büyük sonuç cümleleri her zaman doğru değildir. Bazen hiçbir cümle, doğruya en yakın olandır. Bu öyküde de böyledir. Adam, gölgesini ne tamamen bulmuş ne tamamen kaybetmiştir. Gölge, yerini almıştır. Yerine almış bir şeyin hikâyesi, anlatılmasa da olur; ama bazen anlatılır. Bu anlatı, bittiği yerde değil, bittiğini söylediği yerde durur. Sabah, her zamanki gibi gelir. Adam, kapıyı açar. Işık, duvarın köşesine yeni bir çizgi bırakır. O, o çizgiye bakar. Yürür.

Ve böylece, hiçbir son cümle gerekmeden, okuyan da yürümeye başlar. Çünkü bazı metinler, bitmek için değil, bitirmeden bırakmak için yazılır. Bu, onlardan biridir. Buradadır. Burada kalır. Burada, yeteri kadar.

Paylaş:
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
Gölgesini yutan adam Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Gölgesini yutan adam yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Gölgesini yutan adam yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
citius
citius, @citius
7.11.2025 00:28:54
"Düşünce, cümleye dönüştüğünde çoğu zaman ağırlaşır; burada hafif kalması gerekiyordu." 👌
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL